Suriye bir mucizeler ülkesidir. Bir yanı Akdeniz’dir, bir yanı çöl… İlk Sinagog, ilk kilise gibi pek çok ilke ev sahipliği yapmıştır. Burada her dağın, ırmağın, gölün mutlaka hikayesi vardır. Burası yüzyıllardır savaş alanıdır. Düşmanlık burada, düşmanlıkla bitmez, hatta her düşmanlık, düşmanlığı besler. Düşmanlığı yenecek tek şey, dostluktur; burada hınç yalnızca zayıfın silahıdır, bu silah, bir süre sonra zayıfın kendisi olur; hınç, insanı eritir, belki bir süre ayakta tutar, bir süre hınçla, dinç duygular gelişebilir ama en sonunda hınç, kendine yenilir. Burada, bu topraklarda yaşayan insanların bilgeliği apayrıdır, burada herkes, yalnız kendi adını tehlikeye atabilir, başkasının adıyla yapılan şeylere kumar denir. Ama burada kumarın da bir karşılığı olmaz; çölün kumu, denizin suyu sayılmaz.
Buranın kadim halkları vardır ve bu halklar yuvalarını gelecek adlı ağaca kurmuşlardır. Bu ağaca Müslümanlar tuba demişlerdir; kökleri doğuyu ve Arap yarımadasını kapsar. Onlara ancak kartallar ulaşabilir ve onlarda, kartalın getirmediği tek lokmaya gırtlaklarını açmazlar. Burada en büyük halı topraktır. Toprağın, derinliğini yalnızca atlar bilir; derler ki yukarı doğru hızlı olmaları, toprağın uğultusundan gelir. Yazın sıcak, kışın sert bir topraktır bu. Toprağın altında ve üstünde her ot, her canlı yerini bilir. Gerçek yalnızlar için bu toprak, yurttur ve bu yurt, kimseye sırtını dönmez; kalbi olana kalbini açar. Ağzı, ateşle yanmış bir kimse buradan, kalbiyle geçmediği zaman, evet bir şeyler kazanır ama bir şeyde kaybeder: Kendisini…
Burada, kadim halklar rüzgâr gibi esmez; rüzgar gibi yaşarlar; kartallara, ceylanlara, kışın kara, yazın güneşe komşu olurlar; esmek, bir mevsimdir, geçer, yaşamaksa, erdemdir; kim erdemini bir kenara atarsa, o eser, gürler…
Bu toprağın gerçek sahibi kadınlardır. Herkes görüyor artık. Bir Kadın Çağı başladı. İsa’nın çilesiyle başlayan dönem, yerini Meryem’e bıraktı. Bunu ispatlayacak bir belgem yok. İçim bir belgedir, bunu söylüyor, bunu hissediyorum. İsa’nın çarmıhıyla başlayan zaman, bitmiştir; şimdi, her yerde oğlunu arayan Allah’ın kızları dönemi vardır. Meryem, en az Allah kadar bir gerçektir. Suriye’de bir Meryem meseli vardır ve bu mesel, kanlı canlıdır. İsa, belki babasının yanındadır ama Meryem, her yerdedir; onun varlığını biliyorum, üstünde mavi bir pelerin var, saçları gecedir, dünyanın bütün ağaçları bu saçların teline ulaşmak için çırpınıp durur, gözleri menekşedir. Dinlerin siyasete ve ekonomiye devrilmiş saçmalığına karşı, Meryem elle tutulur, gözle görülür bir gerçektir…
İsa göğe çekilmiştir; din tarihi bunu söyler, bunun yanında Meryem’de göğe çekilmiştir. Ölümünden üç gün sonra, 15Ağustos’ta göğe çekilmiştir. O günü hisseden ressamlar, anı şöyle yorumlamışlardır: Meryem, yeni doğmuş bebeğinin yanındadır, etrafında melekler bir hale oluşturmuştur…
Meryem, yalnızca anneliğin simgesi değildir. Hıristiyan Batı onu, annelikle sınırlamıştır. Nietzsche, adını anmaz ama kıskanır onu, “özgürleşmiş kadın” imasının altında o vardır; çocuk doğurmuş kadınların talihsizliğini yaşamayandır, üstün kadındır; beşinci İncil diye içinde duyduğu bütün yakarışlarında bile bu kadına ulaşma vardır; kendisi, kendinde olan odur, kendinden destek alarak ayakta durur, kendinden yola çıkarak yola koyulur, yol bulur.
Meryem, kendini korumadır, kendinden geleni korumadır; orta çağ kültürlerinin çoğunda- ki o bir felaket zamanıydı, veba salgınında kentin ve insanların koruyucusu olarak ortaya çıktı; vebadan kurtulmak isteyenler, dağa çıkıyordu ve izledikleri yol, Meryem’di: O ölü bedenleri taşıyandı, bitkilerin dilini bilen, şifayı verendi, iyeleştirendi. Karşılıksız bakım, bütün orta çağ boyunca Meryem üzerinden gelişti. Onun bu hali, bu imgesi Hannah Arendt’i çok etkilemiştir, kendine yediremediği şeyler vardı; kadın yalnızca hastaları iyileştiren, yoksullara yardım elini uzatan bir yardımsever fikri değildi, “merhamet olmadan bakım” dedi ve buna öyle bağlandı ki kocası öldükten sonra kendisine evlenme teklif eden zamanın ve belki bugünün de büyük şairlerinden W. H. Auden’nin evlenme teklifini reddetti. Auden’i seviyor muydu? Hem de deli gibi okuyordu, kitaplarını elden düşürmüyordu hele ki şu dizelere sayfalar harcayabilirdi: “Askerler şehrin duvarlarını yıkarken/ ya da savcının, jüriye attığı bir bakışla/ sanığın idam edileceğini anlamasıyla/ dudakları etrafındaki çizgileri/ gevşemiş, yüzlerinde asılı bir ifade/ bu, kendi tatlı yolunu bulmanın basit zevki değil/ haklı olmanın doyumudur…”
Ama buna rağmen, Auden’e “hayır” diyordu, gerekçesi şuydu: “Acımaktan nefret ediyor, ondan korkuyorum. Sanıyorum ki bende bu kadar acıma duygusu uyandıran başka birini tanımadım. Bu yüzden sığınmak için bana geldiğinde onu reddettim…”
Arendt bunu diyordu ama onda bir Meryem vardı… Evin yolunu şaşırmış şairi, geceliğiyle aşağı inip yukarı çıkartan da oydu… Benjamin’in intihar ettiği yerde, burada kalsın diyende…
Auden ve Arendt’i burada bırakalım…
Suriye’de Pimenon Manastırı vardır. Buranın başrahibi İgnatios ilginç bir Meryem anlatıyor: Suudili zengin bir adam evlenir ama karısı kısırdır. Doktora giderler, çocuk sahibi olamazlar. Onlarda gezip dolaşırlar. Suriye’ye gelirler. Bir şoför onları gezdirir, bilgiler verir: “Burada Şeydana (Meryem) manastırı var, kısır olanlar buraya gelip çocuk sahibi oluyorlar.”
Zengin adam eşiyle buraya gelir. Ona yol gösteren şoföre şunu söyler “Çocuğumuz olursa sana yirmi bin, manastıra da seksen bin dolar vereceğim…”
Suudili çift, Şeydana’yı ziyaret edip döner. Bir süre sonra kadın hamile kalır. Suudili adam dileği gerçekleştiği için Şam’a gelir, aynı şoförü arar. Ama şoför, bir plan yapar: Seksen bin kiliseye gidecektir, kendisine de yirmi bin verilecektir. İki arkadaş daha bulur, “adamı ortadan kaldıralım, para üçümüzün olsun…”
Suudili gelir. Şoför ve iki arkadaşı, Suudili adamı manastır yerine ıssız bir yere götürürler, orada bıçakla boğazını keserler; cesedi ortada bırakmazlar, parmak izi vs şeylerden korkuyor olsa gerek… Cesedi, arabanın bagajına atarlar, yola koyulurlar. Bagajdan adamın kanı damlar.
Ancak yolda, araba bozulur. Biri onlara yardım etmek ister ama bir de bakar ki bagajdan kan geliyor. Karakola haber eder. Polis, oraya gelir, kanı görür. Polis, bagajı açınca kanlar içinde Suudili adam dışarı çıkar… Biri boğazına dikiş atmıştır. Bu Meryem’dir. Şoför ve yanındaki iki kişi delirirler…
Meryem’in mucizesi değildir bu: Meryem’in gerçeğidir… Meryem, zayıfların mutluluğuna karşı koyar, parayla, güçle elde edilecek her şeye karşıdır, onun için kötü/ kötülük, zayıflıktan doğan şeylerdir. Çocuklarının, devletlerinin oyuncağı olmuş babalar bunu göremezler. Tut ki hastaneler yok edildi, ekinler yandı, şehirler şehirlerle tutuştu. Meryem’in olduğu yerde bunlar ne ki?