Müslüm Yücel: Öcalan, sosyalizm ve savaş üzerinden barış sorunu

Yazarlar

Savaş, bugüne kadar yapılan tanımlar etrafında ülkeler, hükümetler, bloklar ya da toplum, isyancı ya da milisler arasında gerçekleşen silahlı bir siyaset biçimi olarak tanımlanmıştır. Savaşların çoğu dini, milli, siyasi ve ekonomik amaçlıdır ve bu amaçlar, her zaman taraflar için büyük bir önem arz eder. Bu savaşların tamamında temel alınan sınırlardır; dini sınır, siyasi sınır, ekonomik sınır; açıktır, sınıra dâhil edilen savaşların tümü kitlelere keskin birer kavram olarak benimsetilir. Ancak 20’inci yüzyılın Marksist düşünürleri (Louis Althusser, Ettiene Balibar, Jacques Ranciere) savaşı bir kavram olarak düşünmediler; savaş, onlar için sorundur ve Marksistlerin görevi de sorunu düşünmek değil, ortadan kaldırmaktır. Savaşan bir kişi, lider olarak da Öcalan, 21’inci yüzyılda barış ve müzakerelerle savaş sorununa dikkat çekiyor. Neden mi?  

Karl Marx için (1818-1881) savaş sorununu“Felsefenin Sefaleti”, “Komünist Manifesto” ve “Fransa’da Sınıf Savaşımları” adlı kitaplarında irdeler ama savaşı bir kavram olarak ileri sürmez, bütün bu kitaplarda altı çizilen, savaş sorundur ve Marx, bu sorun için çözümler üretir. “Louis Bonaparte’ın Onsekiz Brumaire” ve “Fransa’da Sınıf Savaşları”nda savaş, “ulus-devletin tekil bir sınır örgütlenmesi” olarak tanımlanır ve genel olarak sınır, aşılacak- aşılması gereken bir engeldir.  Sorun olarak da bu iki kitapta bürokratlar/ bürokrasi işlenir. Bunlar, tabandan yukarı doğru çıktıkça daralan bir yapı içinde örgütlenmiş kimselerdir; işleri kişisel olmayan genel kurallar ve işleyiş ilkleri olmasına rağmen sistem ne olursa olsun, kendi çıkarlarına her şeyi uyduran kimselerdir. Bu haliyle bürokrasi salt işçi sınıfı ve diğer sınıflar üzerinde değil, burjuvazi ve aristokrasi üzerinde etkin hatta bütün sınıfları sömürmede ustadır. Çözüm bürokratların aldığı ücret ve yüklendikleri görevleri kendi lehlerine dönüştürmeleridir. Marx, bürokratların işçiden daha fazla ücret almamalarını önerir; temel fikir ise toplumsal adalettir. Adaletle, bürokrasi ortadan kalkar. 

Savaşla ilgili Marx, Lenin (1870- 1924) ve daha sonra da Michel Focuault’nun (1926- 1984) etkilendiği kişi asker kökenli Carl Von Clausewitz (1780-1831) olmuştur. Clausewitz’in “Savaş Üzerine” (1832) adlı metninde artık slogana dönmüş şu cümle dikkat çeker: “Savaş, politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir.” Foucault dışında Marx, Engels ve Lenin bu tanıma uyarlar. Foucault bu tanımı şöyle yorumlar: “Politikanın kendisi savaşın başka bir biçimidir.” Foucault’a için savaşlar ve savaş uygulamaları, savaş kurumları artık, büyük devlet birliklerinin hudutlarında, dış sınırlarında devletlerarasındaki gerçek tehdit edici bir ilişki olarak devam etmektedir ve bu devletin dış sınırlarında işleyen bir uygulama olmasıyla da, titizlikle belirlenen, denetlenen bir askeri aygıtın, mesleki ve teknik tekeli olmaya doğru yönelmiştir (Mıchel Foucault, Toplumu Savunmak Gerek, s., 59- 61. ). Doğasıyla savaş, politika olarak sürmektedir.  Bir ülke diğeriyle politika konuşmuyor, bir ülke diğeriyle savaşıyordur. 

Bunun yanında, yine Marx üzerinden sınıfsız bir topluma gitmenin biricik yolu olarak savaşı öngörenler de yok değildir, vardır; ama “hangi savaş” sorusu bu görüyü açığa alır. Önerilen ve hatta istenilen, kısmi desteklerle teşvik edilen Çin ve Kaba üzerinden, kitlelerin “devrimci savaşıdır” ama bu tip bir savaşın, bugün ki teknikle karşılanan bir yanı yoktur;  uydu ve siber saldırılarla kişiler ve kitleler telef olmaktadır. Dahası kitle kendisini feda eden kişinin cesedini bile kaldıramaz hale gelmektedir.  

Elbette ki Küba ve Latin Amerika’da ortaya çıkan devrimci savaş (gerilla savaşı) dünya bağlamında antiemperyalist ağların genişletilmesine büyük katkı sunmuştur ama bu katkı, sürdürülebilir bir özellikte değildir, zaman içinde devrimci yanlar törpülenmiş, politik bir teolojiye evirilmiştir. İster Marx, isterse Clausewitzci’nin “savunma strateji” diyelim, isterse Gramsi’nin “mevzi savaşı” fikriyle hareket edelim, yorumlayalım, hatta yarattığı imgeyle hala günümüzde bir ekol olarak yaşayan Zapata üzerinden gidelim, onun post askerleri olarak Zapatistalara bakalım, sonuç, değişmeyecektir.  

Devrimci savaşın coğrafyamızdaki en yakın izdüşümleri de bu anlamda örnek verilecek niteliktedir: Barzani hareketinin, vardığı nokta referandum olmuştur ama son sözü, başkaları söylemiştir. 

Bu anlamda Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilen Lenin, kimi reçeteler sunmakta ve bugün yine güncelliğini korumaktadır; 1917 sonrasında, özellikle 1918 yazıyla birlikte Rusya’daki sosyalizm pek çok ülkeyi sarar; Budapeşte, Münih ve Hamburg’da, Sovyet tarzı hükümetler ilan edilir. Lenin, sosyalizmin Rusya ile sınırlı kalmadığını düşünür ve hatta “Avrupa ve Asya Sovyetler Cumhuriyeti”ni bile gündeme getirir, tartışır. Troçki, bu zaman dilimini benzer bir coşkuyla karşılar: “Paris ve Londra’ya giden yol Afganistan, Pencap ve Bengal’den geçer.” 

Proletarya, muhaliflerinin deyimiyle salgın halinde yayılmıştır. Elbette Rus devriminin olumsuz yanları vardır. Kentleri ebegümeci gibi saran karaborsacıların yargılanması yerine, yerinde infazları; tahılları kızıl orduya vermek, gizlice saklayıp sonradan satan kurnaz köylülerin uyarılması yerine e, ceza almaları ve devrimin vitrinlerinin İdam mangaları olmadan bir devrim nasıl yapılabilir gibi sözleri devrimin kıyafetine yama, sosyalistler için de bir yara olma niteliğindedir ama bütün en akla hayale gelmez örnekleriyle bile devrim, büyük bir fikir olarak insanın belleğinde kalmış, sınıfsız toplum hayaliyle insanlığa insan için dikilmiş bir anıt olma özelliğini de hala korumaktadır. 

Bu fikriyat Lenin’in broşür halinde yayımlanan “Sosyalizm ve Savaş” (1918) risalesinde karşılığını bulur (Sonraki alıntılar, Lenin’in, Sosyalizm ve Savaş (Ankara 1992) baskıdandır). 

Lenin için savaş, yoksul halkın ölmesidir; dahası savaş, hükümetlerin kapitalist niteliğinden dolayı emperyalist bir amaç güder. Birinci Dünya Savaşı da bir cephe değildir; güçlerin, fetih savaşlarıdır, sömürge savaşlarıdır, bölüp parçalama savaşlarıdır. Yağma, beraberinde gelişen şovenizmin savaşıdır.

Bugün, inanılmaz silahlı güçlerle donatılmış ordulara karşı “mevzi savaşı” ya da “barikat açmak” mümkün değildir. Meşru olan tek bir savaş vardır, o da savunmadır; sosyalistler her koşulda savunmayı, haklı bir savaş olarak değerlendirmişlerdir.  Savunmadan kasıtta şudur: “Fas, Fransa’ya, Hindistan İngiltere’ye…” savaş açsa, ilk saldıran kim olursa olsun, bu savaş, savunma savaşıdır; çünkü, “her sosyalist, ezilen, bağımlı, eşit olmayan devletin ezen, köleci, soyguncu büyük devlete karşı kazanacağı zaferi sevgiyle karşılar” (s., 13). 

Savunma savaşıyla Lenin’in dikkat çektiği tek şey vardır: Anayurdun savunması. Bu, bazen, risk teşkil eder; çünkü burada ulus, sınıf özelliklerini yitirebilir, savaşın en dayanılmaz kısmı olan şovenizm patlak verebilir. Savunma sırasında, ulus adına bile olsa şovenizm, borç olarak devrimcinin hanesine işler; ulus, kazanma adına, şovenizm yüzünden folklorunu da yitirebilir. 

Savaş, Lenin’in ifadesiyle “bunalım” (s., 25) yaratır; kitle kaygı içinde yaşar ve bu kaygının en büyük nedeni, savaş olduğu kadar burjuvazinin yağmasıdır da; burjuvazi, her fırsatta, ulus diye yoksul kesimin zayıflıklarını sömürür. İllegal yapılarda bu anlamda dikkat çeker; bunlar, çözümleri kendileriyle başlatırlar, onlara büyük oranda, onlarla var olmuş burjuvazi de sahip çıkar, iç savaş! Engels, iç savaş çıkartanlara şunu söyler: “İlk silahı patlatan siz olunuz ey burjuvalar” (s., 27). Çıkartmazlar,  çocukları askere gider, hatta bedelli askerlik yapar, asker kaçaklarını da ihbar ederler. 

“Sosyalizm ve Savaş” bahsinde, “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”da ilk temsili biçimiyle görülür: “Ulusların ne türden olursa olsun ezilmelerine karşı savaşım vermeksizin, sosyalistler, asıl büyük hedeflerine ulaşamazlar” (s., 29). Nedir ulusların kendi kaderini tayin hakkı? Lenin’in yanıtı açıktır: “Politik bağımsızlık hakkı.”  Bazıları bu hakkı, sınır üzerinden değerlendirirler. Lenin, devamla şunu söyler: “Büyük bir ulusun ya da sömürgeleri olan bir ulusun sosyalisti, eğer bu hakkı savunmuyorsa şovenisttir.” Bu bir çağrı metnidir, öncesi de Marx- Engels tarafından dile getirilmiştir: “Başka ulusları ezen ulus, özgür olamaz.” Bu hak, her fırsatta savunulmalıdır; bu hak, Lenin’in deyimiyle, küçük devletleri özendirmek değildir, tersine, “daha özgür, korkudan uzak ve bu yüzden daha geniş ve daha evrensel devletlerin ve devletler federasyonun kurulmasını sağlamaktır” (s., 29). 

Sosyalizm ve Savaş, büyük oranda savaş koşulları/ yıllarında yazılmıştır. Can alıcı sorun da barıştır. Barış eskidende, şimdi de “savaştan ayrı bir şeymiş” gibi değerlendirilir: “Savaşın barış politikasının bir devamı, barışın da savaş politikasının bir devamı olduğunu hiçbir zaman anlayamamışlardır” (s., 85).  Açıktır. Savaş ya da burada kastedilen barış, emperyalist niteliktedir. Barışın, teminatı zihinlerin değişimidir, zihinlerin devrimidir, yoksa her savaşta olduğu gibi her barışta emperyalist bir nitelik taşır. Elde silah varken, hiçbir zaman eller bir araya gelmez, sıkışılmaz. 

Barışın da emperyalist niteliği bağlamında Lenin’in söyledikleri bir süre sonra sahici kardeş ve giderek kardeşleşme (s., 110- 112) ifadelerinde yerini bulur.  Askere çağrı metni de yine bu kardeşleşme üzerinedir. Kardeşleşme tek başına olmaz; kardeşleşme, “yığınların devrimci girişkenliği, ezilen bilinçlerinin, kafalarının, cesaretlerinin uyanması” (s., 115) ve başka bir deyimle, “sosyalist devrime çıkan merdivenin” bir basamağıdır. Lenin’in metninde savaşa ilk lanet okuması gereken kimseler olarak asker dikkat çeker; askerin, “savaşın kapitalistlerin yararına olduğunu anlaması”  ve  “katı disiplini kırarak bütün cephelerde kardeşleşmeye başlaması” iyidir ama bu sadece “iyi olmakla” kalmamalıdır.  Savaşın bitimi, barış, basit bir retle sınırlı kalmamalıdır. Çünkü salt ret bağları, bilisiz sokak adamı görünümüne de kısa bir sürede devrilebilir. Buradan çıkan sonuç da aşağı yukarı şu olur: “Savaş, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir.”  Çünkü bütün savaşlar “kendilerini doğuran politik sistemden ayrılamazlar”(s., 120). Böyle olunca da barış değil, daha çok sömürgeler üzerinden söylenen ve hükümetlerin (sömürgeci İngiltere, tefeci Fransa) kendini sürdürme imkanı olarak karşılık bulan şu ifade anlam kazanır: Barışçıl. Bunlar, sömürge ağlarını barışçıllıkla kurmuşlardır ve dünyayı kendi aralarında, sen şurayı, sen burayı al diyerek paylaşmışlardır. 

Barış için yürekli olmak gereklidir. Lenin, bu yürekli kimselerden biri olarak Eugene Debs’i (1855- 1926) gururla anar ve onun, “Savaş için tek kuruş vermektense kurşunlanmayı yeğ tutarım” sözünü, kendi barış projesine projektör olarak tutar ama Debs’in bu sözünün altında yatan proletaryanın bölünmüşlüğüne de dikkat çeker. Debs, “uğruna savaşacağı bir ülkem yok benim” der. “Ülkem dünyadır” diyen bir yüreğe sahiptir; onun için toplumlar bile vatan sevgisi yüzünden düğümlenmişlerdir, görev ise düğümleri bir bir çözüp, toplumları birbirine bağlamaktır. Yürekli olmak, gizli diplomasiye bel bağlamamaktır. Ateşkesler, barışlar açık ve aleni olmalıdır. Yoksa taçlar yuvarlanmaz, yerine yenileri gelir ve her yeni için, halkın kalbi kan kaybeder, sonuçta yüreksizlik kazanır. Barışta ısrar, insanda ısrardır; sosyalizm, insanın insanda ısrarıdır. Israrın temeli özgürlükçü ve eşit olmaktır; tut ki ısrar yetmedi, tek soru şu olmalıdır: Baştan nasıl başlanır? 

Susarak mı? 

Susmakla çözülebilir hiçbir sorun yoktur. Çünkü susmanın ötesinde gelen, gelecek olan saklan, görülme fiilidir. Burada ve bu fiil içinde herkes, kendine bir hapishane bulur ve çok geçmeden burayı bir cehenneme çevirir; sen herkesten uzaksındır, herkes de senden uzaktır. Paylaşamadığımız ne var? 

Din mi, dil mi? Din, özel dünyasıdır insanın, dokunulmaz. Dil, düşüncemizin evidir, burada fikirler biter ve her fikir, diğerini alı koymaz, geliştirir. Devlet mi? Devlet, ezen bir sınıfla asla yönetilmez, tut ki yönetildi, o zaman devlet, devlet olmaktan çıkar, baskı gücüne döner. Bu yüzyılda buna gerek var mı? Baskı! Baskı neyi ve kimi yaratır?  Baskı! İkiyüzlü ve yalancıları yaratır, ayakta kalması için beyinsizlerle çevresini donatır, tek derdi: Boş sözler. 

Sosyalizm! Tek amacı vardır sosyalizmin: Silahsızlanma! Silaha gerek var mı? Tek amacı vardır silahın: Barbarlık. Devlet dediğimiz zaman akla neler gelmeli? Tek cümle: Devlet biziz

Bu olmalı. Devlet biz olmadığı zaman, karşımda durur ve benim aklım fikrim onu yıkmaktır; çünkü ben onu yıkmasam o her fırsatta beni yıkacaktır; köylerimi boşaltacak, insanlarımı hapse atacaktır. 

Bizim içinde olmadığımız, bizim içinde tehdit unsuru olarak sayıldığımız devlet, devlet midir?

Savaş her zaman politikanın bir aracı olmuştur; evet, fakat artık politika yapmak için başka araçlara ihtiyaç vardır ve bu araç, diyalogdur. 

21’inci yüzyılda, Orta Doğu’da diyalog/ müzakere öneren tek kişi Öcalan’dır. Öcalan yalnız savaşların bitmesini istemiyor, aynı zaman da savaşın bir kültür olarak yaygınlık kazanmasına da itiraz ediyor, “öldürme kültürünün” manevi sonuçları üzerinde de duruyor. Nedeni açıktır, insan savaşarak yalnızca, insanlaşmaz, tutun ki devlet oldum, öldürdüm, tutun ki insan oldum ve devletin bana verdiği soyadını aldım: Aslan! Öcalan’ın sorusu şu: Bu aslan kimi yiyecektir. 

Öcalan, müzakere öneriyor. Ancak bu müzakere tecritle karşılanıyor. Devasa bir bürokrasi üretiyor. Çözümler bürokratların aldığı ücret ve yüklendikleri görevlerle heba ediliyor. Bu en fazla toplumsal adalete darbe vuruyor; adalet ve bürokrasi ortadan kalkıyor. Öcalan bu yüzden bir tarafa bırakılmak isteniyor ve mevcut savaş kurumlaşıyor, denetlenen bir askeri aygıtın, mesleki ve teknik tekeline dönüşüyor, insan ve hakları göz ardı ediliyor. Bir ülke diğeriyle konuşmuyor, bir ülke diğeriyle savaşıyor, bu insana da sirayet ediyor, bir insan diğeriyle konuşmuyor, bir insan diğerini susturuyor. Öcalan’da bu yüzden susturuluyor. Öcalan, açıktır savaş tekeli istemiyor. 

Öcalan ve Lenin burada birleşiyorlar. Lenin için savaş, yoksul halkın ölmesidir. Hiç kimse gocunmasın, Kürt meselesinde de yoksul halkın çocukları ölüyor. İş adamları, sözde Kürt burjuvazisi küçük atölyelerinde en çok, “Yanımda kırk yurtsever çalışıyor” diye övünüyor; bu, yurtseverlik değildir, bu Türkleşmektir: Hükümetlerin kapitalist niteliğinden dolayı kişilere yüklenen sömürü çarklarıdır. En hazin olanı, kırk kişiden birinin de, o atölye sahibine benzemek istemesidir ki bu, bir süre sonra ekonomik ve sosyal bir yozlaşmayı getirecektir.  

Sonuç, Lenin’in ifadesiyle bunalımdır;  Kürtler kaygı içinde yaşıyorlar ve bu kaygının en büyük nedeni, savaş olduğu kadar burjuvazinin yağmasıdır da; burjuvazi, her fırsatta, ulus diye yoksul kesimin zayıflıklarını sömürür. İllegal yapılarda bu anlamda dikkat çeker; bunlar, çözümleri kendileriyle başlatırlar, onlara büyük oranda, onlarla var olmuş burjuvazi de sahip çıkar, iç savaş! Engels, iç savaş çıkartanlara şunu söylüyordu: “İlk silahı patlatan siz olunuz ey burjuvalar.” Çıkartmazlar,  çocukları bedelli askerlik yapar, yoksul çocukları ölür ve onlar kendi çocuklarının okul karnelerini cep telefonlarına yükleyip övünürler. Mecliste onlar beni temsil ederler, ekonomide onlar beni temsil ederler, kendi aralarında evlenirler, giderek ayrı bir millet/ ilet olup çıkarlar. 

Öcalan, bunun farkındadır, şunu söylüyor: Hak, savaştığın kadardır mantığı genel bir yöntem haline gelmiştir. Hak arayan savaşmasını bilmelidir biçimindeki bu zihniyet, savaş felsefesinin özüdür. Bu zihniyetin din, felsefe ve sanat ekollerinde yüceltilmesi, bir avuç gaspçının eylemine en kutsal eylem sıfatının takılmasına kadar ilerletilmiştir. Kahramanlık, kutsallık bu gasp eyleminin unvanı haline getirilmiştir. Böylesine yüceltilerek hakim anlayış haline getirilen savaşlar, tüm toplumsal sorunların çözüm aracı olarak düşünülmüştür. Sanki savaş dışı çözüm yolları mümkün değilmiş, olsa bile pek makbul sayılmazmış gibi bir ahlak anlayışı toplumu bağlamıştır. Sonuç, en kutsal çözüm aracı şiddettir. Bu tarih anlayışı yıkılmadıkça, toplumsal olgunun gerçekçi değerlendirilmesi ve sorunlarına savaşsız çözüm aranması zordur.”

İlginizi Çekebilir

Scholz: İki Almanya’nın birleşmesi hala tamamlanmadı
Çakırözer: Tetikçinin de siyasetçinin de hedefinde gazeteci var

Öne Çıkanlar