Sayın Osman Kavala,
Epey bir zamandır size yazmak istiyordum ama ne zaman elime kâğıt kalem alsam bir bahane bulup vazgeçiyordum. Doğrusu korkuyordum. Doğrusu suç değil de, insanları suçla ilişkilendirilmesi korkutuyor beni.
Sanırım herkesin korkusu da bu: Suçlu olmak değil, bir suçla itham edilmek. Size yazmaya başlarken gazetelere baktım. Kimi haberler okurken bir zamanların insanları ekrana kilitleyen vatansever mafya filmleri aklıma geldi.
Tabii mafya bizde vatanseverdir. Sizinle ilgili haberlerde Kurtlar Vadisi’nin Polat’ı kimlere düşmansa, siz adeta onlarla ilişkilendirilmişsiniz. Kimler yok ki, neler yok ki?
Bu size yazdığım ikinci mektuptur. İlk mektubu zor hatırlıyorum. Yıllar oldu. Konu neydi, bilmiyorum. Ama kısa sürede yanıt vermiştiniz.
Bugün sizin oradan geçtim, sokak çocukları vardı. Eşinizin bir videosunda bir çocuk bahsi geçiyordu. Diyordu, “Osman, bir bakarsın işi gücü bırakmış, ayakkabı boyacısı bir çocuğun derdini dinliyor.”
Tesadüf, eve geldim, bir kitap açtım; kitabın adı Sessizlik Payı idi, iki gün önce de bir kitap okumuştum, orada da yine sesle ilgili bir ifade vardı, sessiz ses.
Sessizlik Payı’ndan şu satırları vardı, sonra sessiz sesim eşliğinde size yazmaya karar verdim:
“Ne yapalım? Allah alnıma bu kaderi yazmış…”
“Niye yazmış…”
“Onu biz bilmeyiz…”
“Allah nerede yazar anne?”
“Onu da bilmeyiz.”
Yazmasa olmaz mı?”
Orhan Kemal’in Sokakların Çocuğu Cevdet’i böyle konuşuyordu. Sizi düşündüm, demek ki Allah “alnınıza bu kaderi yazmış”, demek ki, “yazmasa olmazmış.” Demek ki suç haneniz, alnınıza yazılı olandan ibaretmiş, bundan öte bir suçunuz yokmuş.
Bu aralar havalar kötü, bir bakıyorsunuz yağmur yağdı, bir bakıyorsunuz güneş açtı…
Ben de size mevsimleri anlatıyorum. Bilirim hapisteki insan kadar mevsimleri takip eden kimse yoktur. Günler yerini mevsimlere bırakır, acıdır. Şairler yazdıkları hapishane şiirlerinde ayları önemle söylerler.
Durduğun yerden bir şeyler değişiyordur ve sen bundan uzaksındır; çiçekler senden habersiz büyüyorlardır, kuşlar senden habersiz uçuyorlardır ve bir yerlerde deniz ısınmıştır, kayaların gölgelikleri vardır, yeni sebze ve meyveler çıkıyordur, hepsinden uzaksınızdır.
Şöyle diyordunuz: “Galiba belli bir yaştan sonra ilkbaharın patlayıveren coşkusu, insanın aklına bu durumun gerçekliğini de getiriyor.” Başka bir yerde, yine mevsimi tanımlıyordunuz, diyordunuz: “Sonbaharın şahsiyetli bir mevsim olduğuna katılıyorum. Küçükken hiç sevmezdim. Yazlıktan, ağaca tırmanmaktan; tavuk, ördek ve güvercinlerle haşır neşir olmaktan ayrılmak demekti!”
Bunları okurken sevdiğinizi düşündüğüm William Wordsworth Prelüd’ü aklıma geldi. Devasa bir şiirdir, hoştur. Hatta, mektup gibidir. Şiirin bir yerinde söylediği gibi sanırım siz de boş düşüncenin, umutları üstünde bir hüküm gibi asıldığını hisseden şaşkın, bunalmış bir kafayla yaşamak istemediniz, oysa dadılarınız olabilirdi, ırmakların en güzeli ayaklarınızı yıkayarak geçebilirdi ama bunları elinizin tersiyle itmişsiniz; şiirden yana olmuşsunuz, her karşılaştığımızda sanki yeni bir şiir ya da şair bulmuş ve ondan söz edecekmiş gibi bir telaş içindeydiniz, bir koşma hali, bir ulaşma hali; neydi aceleniz, hangi şairin ağırlığı sinmişti ruhunuza, bilemedim; sanırım, siz hep iki çakmak taşını birbirine sürtüp aydınlanma derdiyle çırağ olup tutuşanların neslindensiniz; şiirden yana olmanın elbette ki bir bedeli de vardı ve siz, dünya nimetlerini elinizin tersiyle ittiniz, bulut sürülerinin arasındaki çocuklara baktınız, birilerine dayanmak yerine göğsünüzü yele verip kalbinizi dinlediniz…Büyük suç, çok büyük suç bu!
Osman Bey,
Ama bir vicdan azabınız olmayacak. Sizi Wordsworth’ten ayıran da bu. Wordsworth’un Prelüd’ün ilk bölümü büyük bir vicdan azabıdır. Bilirsiniz. Wordsworth hayal kırıklığının şairidir. Paris’e gitmiş, burada büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştır. Döndüğünde yine hayal kırıklığını atamamıştır üstünden. Hayali kırılmayan kimseler şiir mi düşünür? Bunu gizlemeye çalışır ama pek de başarılı sayılmaz.
Wordsworth hayal kırıklığının enginlerine dalar, çocuk denecek yaştaki sulara iner, burada küçük de olsa bir hikayesi vardır: Hikaye şudur: Bir papaz vardır ve bu papaz çocuklara şeker ya da para verir, onlardan bir tek şey ister: Kuzgunların yuvasını dağıtmak. Çocuklar, bunu oyun sanır, bellerine ipler dolar, kayalıklardan kendilerini aşağılara salar ve kuzgun yuvalarını dağıtırlar.
Ödül, para ya da şekerdir. Çocukların kol ya da ayakları kırılırsa papazın şekerden tatlı sözleri vardır: Uğursuz kuzgunun yuvasını bozanlar cennette ödüllendirilecektir. Cennet aşkından kimler göğüslerini kötülüğe siper etmedi ki…
Osman Bey,
Siz de İngiltere’de kalabilir, daha güçlü siyasi ve kültürel ilişkiler kurabilirdiniz. Üstelik Türkiye’ye geldiğiniz tarihte, herkes bir an önce buradan kaçmak istiyordu. Diyelim ki döndünüz, herkes iş güç peşindeyken, kültür sanat gibi herkesin ittiği bir alana yöneldiniz; kitaplar, dergiler, ansiklopediler.
Bu tarihlerde yazdığı yazıdan, söylediği bir şiirden, yaptığı bir resimden dolayı insanlar hepse atılır, sonra da onunla şiirler söylenir, filmler çekilirdi.
Sizin yazdığınız ve beni derinden etkileyen şu hal kim bilir ne zaman bir film olacaktır:“En çok zoruma giden hastaneye gidiş gelişlerde kelepçe takılması. Elleriniz kelepçeli, yanınızda jandarma, Silivri Devlet Hastanesi’nde dolaşıyorsunuz.”
Hayat zaten bu topraklarda suç demektir Osman Bey.
Hiçbir kar gütmeyen kültür işleri kimin neyine. Fanzin bir dergi çıkartmak isteyenler bile ilk size geldi. Kimi kağıt istedi, kimi mürekkep. Kimseyi de boş çevirmediniz.
Türkçe ya da Kürtçe çevirilere sevindiğiniz kadar sanırım hiçbir şeye de sevinmediniz. İngilizceden çevirilere bayıldınız. Zor durumda olan şair ve yazarlara destek oldunuz. Desteğinizle Diyarbakır’da onlarca film çekildi.
Birinden duydum, bir şairin acilen paraya ihtiyacı var. Hallerini anlatan bir mektup yazmışlar size, bir şeyimiz yok demişler, sadece kitaplarımız var. Çok geçmemiş, gerekli parayı yollamışsınız. Sanırım, on bin liraya bir kitap alan Türkiye’deki tek adamdınız. Hayrınız büyüktür. Hayırlar içinde olasınız diyeceğim ama bu suç olabilir, suçluyu övmek diye bir şey var, kısa keseyim.
Sonra büyük Marmara depremi sırasında yaptıklarınız aklıma geliyor. O zamanlar ben gazetecilik yapıyordum, bir baktım bizden önce siz ordaydınız, çadırlar açtınız o kış günü… İnsanlar ısındı, sıcak aş yediler. Sizi görünce güven geliyordu insanlara; siyasi partiler vardı, sivil toplum kuruluşları vardı ama nedense, siz, hiçbir çıkar beklemeden bir şeyler yapmanın anlamıydınız.
Bu da insanları sarardı. Sıcak bir şeydi, hoştu. Geleneklerimizde vardı ama epey bir zamandır unutulmuştu. Ne güzel bir kelimedir dayanışma. Bu unutuldu. Kimse artık kimseyle dayanışma içersine girmiyor. Hatta, çıkar en büyük dayanışma. Karşılık beklemeden bir şey yapma nerdeyse ortadan kalktı.
Sonra mülteciler, sığınmacılar, göçmenler; bu üçü yan yana yazılınca aynı şey gibi görünürler ama her birinin ayrı anlamı vardır ve siz, bunlarla ayrı ayrı ilgilendiniz.
Bilirsiniz, dünyada mülteciler, sığınmacılar ve göçmenler savaşın birer biçimidirler ama siz, insani olan kısmıyla ilgilendiniz. Siyaset dünyada hala Kant’ın ifade ettiği yerdedir. Siyaset adamı diye bildiğimiz kimseler “yılanlar kadar bilgedirler” ama siz, siyasetçi değildiniz, yılanın bilgeliği yanına herkesin unuttuğu ahlakı koydunuz,“güvercinler kadar saf” olmayı tercih ettiniz.
Kültürden kastınızda sanırım kapıdaki büyük yabancıyı ucuz iş gücü olarak görmek değildi, sigortasız çalıştırıp vergi kaçırmak değildi, yüzergezer güvensizlikler hiç değildi; insan, insanlıkla, birlikte ve kalabalıktı, böyle sanıyorum ya da yaptıklarınızdan bunları okudum hep.
Oysa bu topraklarda kültür dediğimiz şey, servete dönüşebilen, hatta bir ayin gibi sergilenen mal demekti. Bu mal eğlendirecekti, haz verecekti, satışa çıkartılacaktı. Bu kadardı.
Türkiye’nin kültürel miraslarını korumak için çabaladınız. Şimdi bütün dünya, bu pandemi sürecinde başını tutmuş, biz doğaya ne yaptık diye çırpınıp duruyor. İnsan beş şeye muhtaçtır; toprak, su, hava, ateş ve ether. Toprak kokudur, su tattır, ateş ışıktır, hava dokunmadır, ether duymaktır… Bunlar doğanın bize verdikleridir.
Bunlara sarıldığımız sürece yaşadık bugüne kadar ve bunlardan birine bile zarar verdiğimiz de büyük felaketler kapımızı çaldı. Gölgeler genişledi, ben bir nefese döndü, insan tekti ama çok fazla bedene çekildi, hatta hükmetti ve hep ben dedi, bu yüzden bugün, bu pandemi sürecinde, ben fazlalık haline geldi, biz demeye başladı insan ama iş işten geçmişti; öldürülen göller, nesli tükenen bitkiler ve hayvanlar… Sonra nebati yağlar, naylon çiçekler, yapay dostluklar, aşklar…
Gözler en büyük ateşti, artık göz yummak diye bir şey var, böylece ışığı yaktılar; burun havaydı, burnu tıkadılar, tuzla yaktılar; ağız topraktı, sus dediler, insanların ağzına toprak doldurdular ve ether, duymadır, en büyük trajedi budur, bir tek kendini duyma.
Diyorum ki iyi ki içerdeydiniz; Hasankeyf sular altında kaldı ve mirasımız, başka bir yere taşındı. Sular kenti alınca, bir ihtiyar adam vardı Osman Bey, fotoğrafını görseydiniz, ağlardınız, bu adam son kez suya bakıyordu, yüzü kırış kırıştı, karanlığa gömülmüştü. Dile kolay, suların sakladığı binlerce yıllık ışık, birden kırılmıştı. Suya dilek tutulan, sudaki ışıkla hayatını yaşayan adam artık masal diye neyi anlatacaktı…
Üç dinin gizlediği kadim bilgi hiçbir şeyin tesadüf olmadığını söyler ama, suyun içindeki ışık kırıldı mı, kadim bilgi de kırılmıştır demektir.
Herkesin kabul ettiği o miraslar, ortak akıldırlar, o akıllar yıkıldı mı, evet birileri kazanır ama aklın dağılıp elde edilen kazancı kim ne yapar ki? Hiç! Doğruluk bile insanı güldüren bir şeydir artık. Yazı diyordu Saussure, “Tanrının ve adlarının titiz bir biçimde dağılmasıdır.” Eklemem gerek mi bilmiyorum insan, Tanrının vicdanıdır.
Soramadım daha Osman Bey, nasılsınız iyi misiniz?
Hemen şurada bir şiir kitabı var, rast gele bir sayfasını açıyorum: “Bir dağ tapınağına gitsek, seslerimizi salsak, seslerimiz duman gibi yükselse” (Ezra Paund). Diyorum ki Osman Bey, keşke böylesi bir zamanda yaşasaydık, hiç konuşmasaydık, dumanla anlaşsaydık; uzak olsaydık kalabalıklardan.
Biliyorsunuz kalabalık nankördür, kaldırımların tadı dudaklarına değince esip gürler. Bunları boş verelim değil mi? Kayalardan söz edelim, denizi elbise gibi giyinen kayalardan, martı sesleriyle tozları silinen kayalardan. Eliot’un arada kaldığı kayalardan: Kaya olsa, su olsa.
Sahi ne diyordu Ezra Paund? Kaşlarını Eliot’a çatıp tek kelimeyle, “Uzak duralım” diyordu, hisleri de para gibi elden ele dolaşanlardan; çünkü, bir yerde karmaşa varsa, burası yenilginin kaynağıdır da. Hem, kim yenildiyse yenilmedik mi zaten?
En iyisi mi? En iyisi, gece derisi! En iyisi dut ağacının ince kabuğundan sonra başlayan ipeksi zarı bulup kalbimize merhem yapmaktır. En iyisi, göğe bakmak: “Görmesen bile denizi, yukarıya çevir gözü, deniz gibidir gökyüzü.” En iyisi…
Kaç kuşaktır bu ülke hapishanelerle büyüyor. Farklılık zenginliktir. Ama artık aynı’nın peşinde koşuyor iktidarlar. Farklıya tahammül yok. Sürekli ben’i/ kendini yineleyen özneler arasında farklı ne yapabilir ki? Farklı ya yok ediliyor ya çürütülüyor; bütünün şeması ve benin inşası böyle mümkün oluyor: Farklıyı çürütmek.
İnsan var ama hürriyeti yoksa, insanın anlamı yok diyenlerdendiniz; insan hürriyettir, bunu bilenlerdendiniz, sonra seksen sonrası kitaptan dergiye, ansiklopediden radyoculuğa kadar hep bir şeyler ürettiniz, bunlar af edilir şeyler mi?
Sizi asmak gerekli aslında. Bütün seslerin tek havanda dövüldüğü yerde ve tek sesin egemenliğinde çok sesli, çok kültürlü bir harita, bir ruh kimin neyine? Kürt meselesinden size ne? Üstelik Kürtler filmlere konu olmuş kimseler, onlar kendilerini ifade edemezler denilen yerdeler, ne işiniz var, film yapmaya.
Bu ülkede 12 Eylül diye bir şey yaşandı. Şimdiki gençler pek bilmiyor ama burada toplum alt üst oldu. Bizzat darbeyi yapanlar artık Türkiye’de bir tehlike arz edecek kadar bir Ermeni nüfusun olmadığını söylüyorlardı. Ama siz Türkçe dahi olsa, bu dilin bir birinden güzel şiir kitaplarını, romanlarını, sonra hatıra kitaplarını yayımlayacak bir yayınevine öncülük ettiniz.
Olacak iş mi bu? Sonra Erivan’a gittiniz, William Sorayan’ın heykelinin açılışına katıldınız. Büyük ihtimal siz de Soroyan’ın o yazarken hissedilen ve hemen insanı kendine bağlayan büyük coşkusuna kapıldınız, görmeseniz de yaptığı sohbetleri sizde bir yerlerden duymuş olmalısınız.
Seneler sonra baba evine ziyarete giderken, bir tek şey istemişti bu adam, demişti:“Şöyle bir oturayım, Bitlis’te olduğumu anlayayım.” Soroyan, çiçekler ve kuşlar arasında kısa bir süre de olsa derin bir nefes almıştı. Onca acıdan sonra Soroyan hem Kürt hem Türk halkına güzel şeyler söylemişti; anneannesi de demişti ona, “Kürtçe kalbin dilidir.”
Eklemem gerek, bütün diller kalbin dilidir.
Mektubumu bitirirken selam ve sevgilerimi iletiyorum. Size ithaf edilen suçlar başta da söylediğim kimi gazetelere göre yok, yok düzeyindedir. Ama şöyle tarafsız bir gözle baktığımızda gördüğümüz poğaça ve sandalyeden ibarettir.
Dahası iki kez tahliye edilip aynı dosyadan bir daha gözaltına alınıp tutuklanmak sanırım hukuk tarihimizde yenidir. İyi olan şeyler için şunu söyleriz, devamı gelsin. Haksızlık varsa da Allah’tan hak yerini bulsun deriz, kalın sağlıcakla…
MY.