Kimi dar zamanlar vardır, insan, gece ve gündüz karşısında ne yapacağını bilmez; gece de gündüz de tek başına ele alındığında, ağır bir melankoli sızar, gelecek hükmünü yitirmiştir. Kimileri ben olmaktan sıkılır, öte de birileri, biz dedikçe, ben daha bir dibe çöker: Bir şeye son verebiliriz ve genelde bu, hayatımız olur. Hayatımıza son vererek, kendi yarınımızın da üstesinden geliriz ama hayatımız birilerinin eline geçerse, o zaman, hayata direniriz; buna yaşamak deriz. Kendi hayatımızın efendisi olmak huzur verir. Başkasının hayatımız hakkında söz sahibi olmasıysa acıtır; nefes alma hakkımıza kast ediliyordur, kendi hayatımızı düşünme şansı elimizden alınıyordur.
Son iki gündür Türkiye’de bir hukuk skandalı yaşanıyor, ayrıntılar gazetelerde yeterince işlendi, özetle şu: Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet, Ayşe Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater Utku, Ali Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay ve Tayfun Kahraman’a 18 yıl ceza verildi.
Bu ceza “neye” göre değildi, kime göreydi.
Suçlulara ceza verilip, amiyane tabiriyle kalemler kırıldığı an, twitter üzerinden yorumlar başladı. Bu yorumlardan biri Gaziantep Valisine aitti: “Devlet yarına bırakır ama yanına bırakmaz.”
Vali’nin twitinin altında bir başkası tashih yapıyor, ona göre doğrusu şöyleydi: “Allah haksızlığı yarına bırakır ama yanına bırakmaz” (Takva). Bu söz Mevlana’ya aittir ve çok da önemli değildir, niteliksizdir; Allah, kişileşmiş, intikamcı bir güce dönmüştür. Mevlana vasat bir şairdir; Allah’ı nasıl seveceğini bilmez; derinliği de nasıl seveceğini bilmemededir. Bu da az bir şey değildir.
Ama dikkat edilirse, burada birinin “Allah” dediğine diğeri “devlet” diyor. Yani devletimiz, Allah’tır; bugün devleti ayakta tutan partimizdir; Partimiz, AKP’dir, MHP’dir. Bunun dışında kalan her parti, devlete ve doğasıyla, Allah’a karşıdır. Karşı olanlar, cezasını bulmuştur.
Başka bir yorum da var: “Sayın vali, sizin AKP valisi olduğunuzu biliyoruz. Gezi davası siyasi bir davaydı, kararda siyasidir.”
Vali partili olur mu?
Emniyet müdürü partili olur mu?
Hakim partili olur mu?
Polis partili olur mu?
Olursa eğer, AKP’li ve MHP’li olmamak suçtur. Birlik, onlarla birlik olmaktır, dirlik onlarla olmaktır.
Dahası da var.
Osman Kavala’ya hüküm veren hakim, partili bir hakimdir. AKP’den milletvekili adayı olmuştur. İhtimal, bu karardan sonra belki de vekilliği kesinleşecektir. Onu Abdullah Gül yorumluyor. Gül vicdanlı biridir, diyor ki, “Seçim kampanyalarına katılmış bir hakimin bu davadan gönüllü olarak çekilmesini beklerdim.”
Gül’ün söyleminde bir paradoks da vardır: Gönüllü çekilme, bir beklentidir. Oysa, hakimin siyasal fikri ve hakimin gerçekten yeminli olduğu mesleği burada söz konusudur.
Yasanın siyasallaşması bir tek şeye neden oluyor: Güvensizlik! Sorunda şu Türkiye’de kimse siyasete güvenmiyor. Dahası!
Siyasi partiler güçlerini güvensizlikten alıyor; güvensizlik gücünü siyasetin, ekonomiyle kurduğu güçlü bağdan alıyor. Siyaset adamları, yalnızca iktidara gelip, toplumun refahı için çalışmıyor, topluma ait olan kaynaklardan pay sahibi oluyor ve siyasi olarak anlaşamadıkları kimselerin yanına, bir gün nasıl elde etmişlerse, elden çıkartmak zorunda oldukları bir serveti düşünüyorlar. İhaleler, devlet dairelerine adamlarını koymalar.
Siyasi partilerin “fikirleri” güçleri oluyor; bunun için, silahlı, yarı sivil güçler oluşturuyorlar. Bir yanda asker, polis ve hukuk adamları, öte yandan mafya üzerinden eyleme geçiyorlar; doğrusu, siyaset, bunları, vatan, millet diye eyleme zorluyor. Polis bunu sahiden, sahici bir duygu etrafında, kimi zaman da pay sahibi, küçük ortak olarak yapıyor. İç savaşlar, büyük kargaşalar bundan gelir; partili kimseler, asker ve polis olur. Ancak bu polis, yalnızca partili bir polis de değildir, işletmeye ortaktır. Onlardan olmayan kimseleri kentin aptal birer uzvu sayar; kendisi, partisi ve ekonomisiyle, şehrin kalbidir, kan pompalar! Ucuz iş gücünün çok ucuzlatılmış halidir bu!
Polisin, içselleşmiş, silahsız hali elbette ki yargıçlardır. Bunlar, açıktır, adaleti yerine getiren kimse olmaktan uzaktırlar. Bunlar, iktidarın onlara ayırdığı, iş koludur. İşleri, iktidarın çıkar ve haklarını gözetmektir. İktidar ne derse, onlar onu söylerler. İktidara gelmek isteyen bütün güçler, önce adaleti ele geçirirler. Bir beyanları yoktur, ilanları vardır ve bu ilanların bir anlam içermesi de önemli değildir: Yasa, böyle diyor. Böyle diyen ve beni dinlemeyen, bana söz hakkı vermeyen ve bana istediğini söyleyen birinin sözü söz mü? Elbette iktidar etrafında hatırı sayılır, salt parayla ayakta kalan basın da ayrı bir yargıçtır: Savaşı manşetlerine taşırlar; ölüm, tirajlarıdır, iki işe yararlar; ihbar ederler, iktidarı güçlendirirler, bazen de baltayı taşa vururlar; çokça övdükleri iktidarı, övgülere mazhar ederek, altını oyarlar; o zaman anlarız, yeni bir iktidar yetişiyordur: Yeni Şafak ve Halk TV ve bunların diplerinde yeşeren gazete ve TV’lerin bir gün izlenmesi yeterlidir. Haber anlayışları, birinin siyah dediğine, diğeri beyaz diyordur. Bu kadardırlar.
Diyalog, tartışma yoktur, olmaz. İktidar içinde yer almayan herkes, ikinci şahıs zamiriyle karşılık bulur: Beyefendiler bunu söylüyorlar… Anlamak, yoktur; çünkü anlamak, ilk başta, sözde uzlaşmak, anlam aramaktır. Şunu söylüyorlar hep: Beni anladınız mı? Bu şu demektir: Siz beni anlayacak kudrette değilsiniz. Size söz hakkı vermiyorum, size tanıdığım tek şey vardır ki bu itaattir. Aynı kelimeleri kullanıyoruz diye bir ve aynı değilizdir. Hatta bizim dilimizi çok iyi kullanmanız bile bir işe yaramaz…
Onları istemiyoruz! Kim istemiyor, o istemiyor ama “onlar” diyor; onlardan kasıt bir kişi, bir aile değildir, onlardan kasıt, ötekilerdir- tümü/ hepsi; onlar dediği kimselerin bir adı ve unvanı yoktur, onlar, konuşacak kişi değildir, aralarında konuşulacak bir kişi bile yoktur demektir; burada, açık artırmaya çıkartılsa, onlar denilen kimseler bir çıkar çatışmasının sözcüleri de değillerdir; onlar demek, varlık olarak, tartışma halinde, benim emsalim olmayanlardır. İhtilafa neden olan bir soru/ sorun bile yoktur, bir tek kusur vardır, kusur onlardır. Onların varlığı, onu, ben yapıyordur ama bu kimseyi, şu an, ilgilendirmez; bir günde, bir aileden yedi kişinin öldürülmesi, gazetelere böyle yansır, yedi kişi öldürüldü; adsız, unvansız ve işsiz, yoksul ve yalnız, yani, öldürülmesi gerekli kimselerdir bunlar. Toplumsal dil, basının ve siyasetin dili onaylar ve onay, sözü bir leşe çevirir; onay, kabul edilmiş bir ölümdür, tartışılmaz, onay, olması gereken olmuştur; olması gerekenle, verilen cezanın çarpımından elde edilen sonuç, biz onların ne dediğini anladık? Ne dediler, hiç? Ne yaptık? Gerekeni! Gereken, biz onları, topluluk içinden çıkarttık? Çünkü biz ve onlar diyerek, istemeden de olsa, bir çatıya dahil oluyorduk…
Anlayış! Varsayımdır. Güvenli alanlarda anlayış olur. Eşitlik alanında ama onlar biz, asla eşit değiliz. Onlar, bizim gösteri alanımızdır, hata, biz, onlarla bir araya geliriz; biz, bir araya gelir ve onlara hak ettikleri cezayı veririz. Biz çalarız ama mahallede hırsızı onlardan çıkartırız, sahil kasabasına bir otel yapmak için çamları yakarız ama sonra, yurdunu sevmek, ormanlarını sevmektir diye söyleniriz, villalar dizeriz, onlardan birini polisimiz yakalar, döve döve isterse suçlu bile olur, kabul eder, bu arada sayın bakanımıza bir villa, gayri resmi iç işleri bakanımız, sevgili mafya babamıza ormanı daha yeni yakılmış yerden, denize bakan bir arazi olmaz mı?
Suçun bayağılaştığı yerde, suçlular toz gibi halı altına itilir. Gelişmiş ülkeler de suçlular, böylesi zamanlarda yurt dışına çıkartılır. Bunlar, bir süre sonra, kahraman olarak geri döner.
Ortak dünya! Ortak devlet hiçtir. Ortak devlet, eşitliğin olmadığı- olmayacağı demokrasi diye sunulan diktadır; burası adaletin, haksızlığı kumanda ettiği yerdir. Eşitsek, niye işlenen her suçta hep akla öteki geliyor. Dahası, suçların kefaretini hep öteki ödüyor. Paydan yoksun payda diyorlar ötekine, ama suçlar konusunda, kötülükler konusunda her şey ötekine boca ediliyor. Unvan ve gökselle kurulan ruh dünyası içinde de dost değil, dostluk taklit ediliyor. Özgürlük bir paye değildir. Hak diye bir şey yoktur, hak, küstahça bir ifadedir, kim kime hakkını veriyor- kim kime, hakkını verme gücüne sahip; burası, narsizmin bile çürüdüğü bir yerdir. Hak, yerine, niye adil olan dile getirilmiyor. Hak denilirken, akla bahşetme geliyor, lütuf! Kimsenin hakkını yemeyiz! Ben kimseyim, sen benim gibi kimselere hak veriyorsun… Kimse dediğin kim? Kimse, kesim, yani, bir şey, işte, o, onlar vs’dir. Adı demokrasi? Nedir demokrasi, yalanın, insana konuşma şansı veren hali… Büyük barbar!
Ortak bir dünyamız olmalı mı? Ben siyaset için değilim, siyaset benim içindir. Ben dünyanın parçasıyım, kimse bana, bir fazlası muamelesi yapamaz.
Dolayısıyla Kavala ve arkadaşları yargılanmadılar. Parti programına göre ceza aldılar! Bu parti anayasası, Türkiye’nin- son anketlere göre- yüzde otuz beşine sirayet ediyor; AKP ve MHP, bir ve bütün olarak, yüzde otuz beşler ve geride kalanlar için, bu karar, siyasi olduğu kadar keyfidir. Yüzde otuz beş, bilemedin yüzde kırk, isterse yüzde altmış olsun, bize güven vermediği için, gelecekten yana korkumuz var. Bir ülkenin anayasası vardır ve partiler buna uyar. Ancak Türkiye’de bu hiçbir zaman olmamıştır. Bugün, AKP/ MHP karşıtı olanlar da madalyonun diğer yüzüne dönmüşlerdir.
Adalet isterken, ant içip AKP’ye, aba altından başka partinin yasasını göstermişlerdir; AKP’yi buna göre yargılayacaklarını söylemişlerdir: Ahmet Şık ve Özgür Özel’in konuşmaları ürperti vermiştir. AKP bu anlamda çok başarılı olmuştur: AKP’ye karşı olduğunu söyleyenler, ona benzemiş, hatta bir fotoğrafın arabı olmuşlardır, bizi de aptallaştırmışlardır. “Siz kimseniz” diye kimse sormasın; biz, bu toprakların vicdanıyız. Ant içmeler bize sahtece gelir, içten olmama hali verir; ant içerek, acıyla eğlenilmiştir, bu bize ağır gelir. Markos’un bir sözü vardır: İntikam affetmektir.
Bu konuşmalar, adına hak arama denilse de pragmatiktir; seçimler yaklaşıyor, bu seçimler, geleceğimizi ilgilendiriyor; herkes şimdiden kartları yeniden karma telaşına girmiştir. Ben, ben diyenlere değil, birini hapisten çıkartmak, birini hapse atmak hiç değildir derdimiz… Herkes Saray’ı yıkıp, yurt yapacağını söylüyor; kimse hapishaneleri yıkmaktan söz etmiyor; hatta tutuklular arasında bir ayrım bile yapılıyor. Kendi adıma sizinle nasıl ittifak edeceğim ben! Mehter marşının yerini alan İzmir marşıyla mı?
Mustafa Kemal, 1923’te söylüyordu. Konu Kürtler ve Türklerdi; “bu ikisi” diyordu birlikte ifade edilmelidirler. Ne demektir bu. Bir, tek olma halini içerir, ismin eylemlerini güçlendirir; bir, tek kişiyi gösterir; bir sıfattır, bir kalem, bir kağıt ama bununla sınırlı kalmaz bir, bazen varlığın belirsizliğini gösteren sayıdır. Bir, eşleşme için de kullanılır; biriz, aynı boydayız, cümle içinde kullanırsak, şunu söyleyebiliriz: İkinizde de benim için birsiniz. Bir, tek olma halidir, bunun eşi benzeri vahdettir ama bu eksik bir tanım olur; çünkü bir, bir arada olma halini bildirir; hal, durumdur. Bu, bir dizi halinde, tek olmayı da içeriyor, buradan vahdaniyet kavramı çıkıyor, doğuyor; vahdet, tek demektir, bağlılık içeriyor, bölünmez, parçalanmaz olan: Vahdaniyet, bir, yegânedir. Buna göre Tanrı, tektir ve tek oluşu ifade eder. Buradan hareketle vahdet-i vücuda geçebilir miyiz? Arabi’den yola çıkan Keşani şunu söylüyordu: “Vahdeti-i vücut varlığın zorunlu ve mümkün diye bölünmeden ele alınmasıdır.” Zorunlu ve mümkün olan ve bölünmeden tek ve tek olanı karşılayan bir vücut yoktur; her vücut, bir nefis taşır, her vücut aracılarla tek olana ulaşılır; peygamber kitapla; kul, kitap ve peygamberlerle ama tek bir varlık vardır ve bu varlık, aracısız Allah’a secde eder; Allah’a secde eden ve bir tek onu kabul eden, üç tek tanrılı din tarafından ret edilir. Üçü tek tanrıda birleşir. Üçü, birde birleştiren, bir yapan, salt secde eden, ona bağlı olandır. Ama dinlerin uluslara sirayet etmiş haliyle bu Tanrı’da birleşme hali, asla bir birlik değildir, uyuşmadır. Ortak kötü, aracısız sevendir. Beyhude sevendir, hiçbir çıkarı olmayan, her türlü cezaya açık olandır; diğerleri aşka hasımdırlar, ulusaldırlar, aşkları yoktur, kavimlerinin çıkarları vardır; Hıristiyanlık ve Yahudilik İbrani köklerine sıkı sıkıya bağlıdır, ikisinin Arap versiyonu da İslamiyet’tir. Ulusal çıkarlar yer değiştirmiştir. Ekonomi ve siyasal hayatta, Allah sadece işe gelendir. Kavim çatışmalarında asla görülmeyen biri de figüran olmuştur; böylece, birbirlerine karşı işlenen suçlar da yaratılan ötekiyle, ödül olarak cennet olarak karşılık bulmuştur.
İngilizce birlik (unity) bütün, beraberlik, teklik anlamına geliyor. Buradan union, birleşme, evlilik, ittifak gibi anlamlar da üretilmiştir. Sendika ve parti gibi kavramlarda birlik içinde ele alınmışlardır. Büyük Britanya birlik, bütünlük ve beraberlikten doğmuştur. İngiltere, İskoçya ve Galler, Birleşik Krallık olmuşlardır. Krallar kan bağıyla birbirine bağlıdır; adaları birbiriyle kralların düğünleri bağlamıştır. Daha önce, bu krallığa İrlanda’da dâhildi.
Evlilik, bir birlikteliktir; kadın ve erkek, şahitler huzurunda birlikte olmuşlardır. Ama bu birliktelik içinde eş kavramı itilir; biri karı, biri kocadır. Sıfatlar birlik için bir statü anlamı taşır. Ben beni, beyhude seveni seviyorum, ben beyhude seviyorum, yarım ve çalım akılla bir yere varamıyorum…
Bir siyasi parti gidecek, yerine onun benzeri gelecek, benim için hiçbir şey değişmeyecektir; yoksul Kürt çocukları dağlarda ölecek, zengin çocukları bedelli askerlik yapacak, Avrupa’da eğitim alacaktır. CHP’yi AKP’den ayıran bir şey lazım!
Nedir bu!
CHP, AKP’yi yıkıntı olarak görüyor. Bir ittifakları da var. Altılı masa kurmuşlar. Demokrat Parti’nin orda ne işi var, kimse sormuyor; bu parti Menderes’in partisi değildir. ANAP ve DYP’nin birleşimidir. Erkan Mumcu nasıl da diskalifiye edildi buradan. Bir sürü anket yapılıyor şimdi ve Kürtlerin oyunu almadıkları için AKP’nin gerisindeler; cumhurbaşkanı adaylarını da açıklamamışlar. CHP’de üç aday var: Kemal Kılıçdaroğlu, Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu… Bu üçü de ihtimal dahilindeler! Biri diğerine buyurun etmiyor; Yavaş, ağırdan alıyor; İmamoğlu’na, yan cebime! Kılıçdaroğlu, kesin gibi ama o da çok korkuyor açıklamaktan. 1938’den beri CHP’de bir liderlik krizi var. Yavaş ve İmamoğlu, hiç abartmaya gerek yok, belediyeciler. İkisi de zor bela belediyeyi aldılar, ikisinde de emanet oyların payı büyük; İmamoğlu’nu Kürtler destekledi; Yavaş’ı eski MHP’liler, hala da onu öne sürüyorlar. Kılıçdaroğlu, iki sözünden biri diğerini tutmuyor; Yozgat’ta ayrı, Diyarbakır’da apayrı bir şey söylüyor; memur aklın ötesine geçemiyor, Mürteza misali, “gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” diyor. Bir programı yok, her hangi bir sorunda kendini ortaya koymuyor. Bunlar adaylarımız! Karşı taraf, güçlü ve üçü de Tayip’in yenemeyeceği rakipler değil. Güçlü tek bir aday var; eğer, CHP, bileşenleriyle bu adayı desteklerse, bir demokrasi sınavı verir, kazanma ihtimali de artar: Bu aday, Osman Kavala’dır.
Kavala, AKP ve MHP dışında kalan partilerin büyük oranda destekleyecekleri tek adaydır. Yabancı dil bilen, uluslar arası kamuoyunda tanınan, Türkiye’de kültür sanat adına pek çok şey başarmış biri olarak dikkatleri üzerine çekecektir. CHP’nin üç adayında da bu vasıfların hiç biri yoktur. Hiç biri Türkçe dışında dil bilmiyor. Ayrıca Kavala, bir partiyi temsil etmiyor. Hakkındaki suçlar, yine kendisini içeriyor; sandalye, sargı bezi vermek, tost dağıtmak vs ve bunlarda, bir siyaset adına yapılmıyor. CHP’nin vekilleri, genel başkanı sahiden Kavala’dan yana bir tavırları varsa bunu, seçim rantına dönüştürmeden, “Osman Kavala cumhurbaşkanı adayımızdır” deyip çalışmaya başlamalıdırlar. Yoksa bu halleriyle, sahiciliklerini yitiriyor; garip bir tiyatro sahresinde kimi zaman cellat kimi zaman kurban maskesini takmaktan öteye gitmiyorlar.
Dahası, ant içmeleri, adalet arayışları, izlediğim, bildiğim Kavala’nın kültür sanat anlayışıyla da uyuşmuyorlar. Bu uyuşmazlık, sahici bir birliği de ortadan kaldırıyor. Örneğin ben, yarın seçim olursa Kılıçdaroğlu’na, İmamoğlu’na, Yavaş’a niçin oyumu vereceğimi hiç bilmiyorum. Kavala aday olursa, bir gerekçem olur: Saati bulan, zamanı ilk inceleyen Yusuf peygamberin makamı olan hapisten birini çıkartmış olacağım… Ant içen, hapislerle insanları tehdit eden kimselere de oy vermekten Allah beni alıkoymuş olacak.