Müslüm Yücel: Potansiyel, eylem ve yaratım 

Yazarlar

Devlet Bahçeli, Ekim ayının ilk günlerinde, meclis açılışında, “Yeni bir döneme giriyoruz” dedi. Ekledi, “kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım.” Bu güne kadar DEM partilileri ekşi bir yüz, soğuk bir yüz ifadesiyle karşılayan Bahçeli, aynı gün DEM Parti’lilerle tokalaştı. Bu tokalaşma kimilerine göre medyatikti, ilginçti; kimilerine göre de bu yeni bir döneme çağrı metniydi. Bahçeli kimi kritik dönemlerde ortaya çıkan biridir; idamın kaldırılmasında, Ahmet Türk’ün tutuksuz yargılanmasında kilit rol oynadı. Hatta AKP’yle bu kadar iyi olmadığı bir dönemde Erdoğan’ın Bahçeli’ye ip fırlatmışlığı bile vardı. Bahçeli, bir kişi değildir, Devlet’i temsil eder.  En son Öcalan’a çağrı yaptı: “Teröristbaşı buyursun terörün bittiğini, örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin” dedi. Bu, daha yeni olduğundan pek yorumlanmadı; nedeni, büyük ihtimal, doğrudan bir muhatap vardı; Öcalan, ona sesleniyordu… Öcalan bir yanıt verecek mi? Bunu zaman gösterecektir. Bu yüzden, görülen, belgelenen bir tarihçeden başlamak gerekiyor: Tokalaşmaktan. 

DEM’liler bu tokalaşmaya sıcak baktı. İlk karelerde çok şey görüldü. Kimilerinin bu karede görünme isteği dikkate şayandı. Böylesi zamanlarda kimi kareye girmek için can atar, kimi kareden uzaklaşarak dikkat çeker; her koşulda bir kendini gösterme vardır. Burada şu ana kadar dikkat çekilmeyen bir şey de var ki bu, eylemi meydana getiren şeydir, bu yaratımdır. Üzerinde cesaretle durulması gereken budur: Yaratımın sahibi.  

Gilles Deleuze’e göre, yaratı ve eylem arasında sıkı bir ilişki vardır ve bu ilişkiyi belirleyen tek şey direniştir. Felsefede, direniş, ölüme direniş olarak (Deleuze) yorumlanır ve buna göre kişi, direnerek, yaratma eylemine dâhil olur. Siyasal olarak, söz konusu karenin arka planında tek kişi vardır: Öcalan. Yaratının mimarı odur, 1993’ten beri sürekli ateşkesler yapıyor; 99 itibariyle de barış çağırıları yapıyor, çözüm önerileri sunuyor. Buna Tayyip Erdoğan’da eklenmiştir. Anlaşılan, yansıyan: İkisi içinde şu an görülen direniş, çözüme dönük olandır, amaç, barıştır. İkisi, icracı olarak belli ki yerlerini almak istiyorlar, ikisi de meseleyi kendi siyasetlerinin kutsalıyla değil, yaratı erkânı içersinde dile getirme telaşı içendeler. Erdoğan’ın anadil ve İsrail/ Filistin savaşı, barış söylemi bu telaşın belirtileridir. İkisi de barışa zaman ayırmıyor, kafa yoruyorlar ki mesele, zaman ayıranların değil, kafa yoranların meselesidir; ikisi için anlaşılan, barış, genel geçer bir mesele değildir. İkisi için diye başlayan pek çok cümle kurabilirim. Bu, Feuerbach’ın söylediği gibi, ikisinin de bir “geliştirebilme kapasitesi” olduğunun belgesidir ya da bu bir belge olarak okunabilir. 

Bu soruların tümü, “şimdi” ile ilgilidir: Şimdi intikam mı alınacak, şimdi hukuk bir intikam biçimi olarak mı gelişecek; şimdi, intikam bir yana mı bırakılacak, hukuk bir intikam biçimi olmaktan çıkacak mı, şimdi hak, adalet yerine getirilecek mi? Özetle, şimdi, intikamın yerini ikna mı alacak? Taraf denilen, tereddüt demektir, taraflar tereddüdü bir yana bırakacaklar mı ve dahası, her tereddüt hayaletlerini getirir, taraflar hayaletlerle baş edebilecek mi? Böyle bir şey olursa, bizi ne karşılar, bol söz, spekülasyon ve her türlü eylemin, yaratının, olarak kalma hali. 

Tereddüt, aralıklar sever ama tereddüt uzayınca, evet, bir süre kişi ya da kişiler her şeye döner, her şeydirler, çok geçmez bu, kararsızlık ve belirsizliğe demir atma zamanı da gelir; burada tıkanma… Tıkanmayı kaldıracak tek bir şey vardır, sahiden adım atma. 

 

MANZARA

 

Dipte sorular da yok değildir, vardır: Erdoğan, erken seçimle yeniden cumhurbaşkanı mı olmak istiyor, görev süresinin uzatılmasını mı istiyor? Yoksa İsrail- Filistin savaşıyla birlikte gerilen ipte Rusya, Suriye ve İran ittifak kurularak, şimdilik Kürt meselesine bir düğüm mü atılıyor? 

AKP’nin Kürt politikası sürekli bir değişkenlik gösterdi; içte, seçim zamanı hatırlanan ama birkaç gün sonra incitici terörist söylemi yeniden başladı; dış politikada Kürt meselesini hep dışta tuttu; Suriye, İran, Irak ve Rusya söz konusu olunca, ilk gözden çıkarılan Kürtler oldu. 

Burada Kürt milliyetçileri devreye giriyor. Kürt milliyetçileri şu ana kadar bir parti etrafında bir araya gelmiş değiller. Etkin oldukları bir kent yok, dağınıklar. Teknik imkânlarla siyaset yapıyorlar: Bilgisayar, cep telefonu. Sosyal medyada etkinler: Bazen değme tarihçi oluyorlar, bazen sokak kavgasını geride bırakan kavgalar çıkartıyorlar. Çoğu İsrail ve Filistin üzerinden dile gelen Rusya, Suriye, İran, Irak, Türkiye ittifakından uzak duruyorlar, başka bir çözüm öneriyorlar: Sınırlar çiziliyor, Amerika/ İsrail üzerinden Kürtlerin devlet olma imkânını dile getiriyorlar. 

Kürt milliyetçilerinin dinsel olarak Hıristiyan ve Yahudi ittifakına (ABD, İsrail) yakın durdukları açıktır. Tarihsel birikimleri var, diğerleri için, “bunlar” diyorlar “Kürtleri, dörde böldüler.” Kürt milliyetçilerine göre Amerika ve İsrail, Kürtlere devlet vaat ediyor; Güney Kürdistan’dan sonra Rojava’yı dile getiriyorlar; İran’da benzer şeylerin ayak seslerinin geldiğini söylüyorlar: İsrail ve Filistin savaşını, İsrail’in Şam ve Lübnan’ı vurmasını, İran’a füze atmasını, İran’ın sembolik olarak karşılık vermesini, Erdoğan’ın İsrail’le savaşı dile getirmesini ve bu vesileyle masanın/ çözümün konuşulmasına mesafeliler. PKK ve Öcalan’a da mesafeliler ama Mazlum Kobani’yi koruyorlar, seviyorlar. 

Kürt milliyetçileri belki daha çok şey söyleyebilirler ama ya yurtdışında ya evde bilgisayar başındalar. Böyle olunca pop art kültürün yansıması olmaktan ileri gitmiyorlar. Milliyetçiler çok sevimliler…        

Öte yandan, bir yanda el sıkışma, barıştan söz etme var ama Suriye ve Kandil’e operasyon var; Güney Kürdistan ve İran arasına sıkıştırılmış bir PKK var. DEM’e dönük operasyonlar var, barıştan söz eden barış annelerine (Silopi) plastik mermiyle saldırılar var. Mesajlar var, Öcalan’la görüştüğüne dair söylentiler var ama resmi bir açıklama yok, hem de iki taraftan… 

Direniş, görülen o ki kimden yana bakarsak bakalım, az ya da çok, fark etmiyor, içinde bir dış güç mefhumu barındırıyor. Yani, özü yaratım olan direnişi, manzaraya göre kimi baskı ve sürtünmeler tetikliyor, bu da kırışıklıklara neden oluyor. Dış güç olmazsa, deniliyor AKP ve MHP böyle çıkışlar yapmazlar. 

 

MUALLÂKTA KALMAK

 

Çözüm baskı ve sürtünmelere karşı direnmek, sahici bir barışa ulaşmak olarak okunabilir mi? Taraflar bunu kaldırabilecek güce sahipler mi? Ya da bunu yapma istenci taşıyorlar mı? 

Wittgenstein’in kaygısını burada anmam gerek: Bireyin dağılması ve parçalanması. Bunu Kürtler üzerinden okumam gerek; en azından kendim ve yakın arkadaşlarım üzerinden dile getirmem gerek. Heidegger’in dile getirdiği dünyaya fırlatılmışlık kavramına en fazla Kürtler dâhiller. Heidegger’e göre kaygı doğumla başlar- kaygı kendisinde vardır- Kürtler, yalnız kaygıyla doğmuyor, yalnız kaygıyı kendilerinde taşımıyorlar, ana karnında başlıyor, buna korku eşlik ediyor. Örneğin bizim kuşak, 90 kuşağı… 

Bizler. Birden daralan annelerin, askere, polise boyun eğince gelip karısını döven babaların, oğluna laf geçiremeyince bizden hırsını ağabeylerin kardeşleriyiz, iyi bildiğimiz tek bir şey vardır: Dünya anlamsızdır ve bizler tamamlanmamışlığın, düzenden kopmuşluğun, yoksun ve kimsesizliğin ta kendisiyiz. Bu yüzden midir bilinmez arkadaşlarımıza, inandığımız partiye en çok biz bağlıyız, oturur partiyi ve arkadaşlarımızı eleştiririz ama başka biri bir şey söyler ya da ima ederse birden ateş kesiliriz. Çünkü o zaman korkumuzun nesnesi ortaya çıkar, bunca ölüm, bunca ölümsüzlükten sonra, o neden olan güçten, canımız gidecek diye boyun eğmeyiz. Bunu siyasi ağabeylerimiz de bilir, bu yüzden bizi kırıp geçmekten, sağ olsunlar çekinmediler hiç. Demem şu kaygı, yalnızca doğuştan bize gelen bir şey değildir ve şimdi, kaygı, korkunun önüne geçmiştir. Korkunun nesneleri ve özneleri bilinir ama kaygının nesneleri bilinmiyor. Ama kaygının bize bir faydası vardır, Kürt olmakta burada başlıyor; sürekli gelecek diye bir derdimiz var, düşüncelerimiz var, iyi bir geleceğimiz olmadığından aklımızda sonrakilerin geleceği var. Bu anlamda Batı dünyasında korkulan kaygının, bizde ilerici bir yanı vardır, ileriyi, yani bugün ve yarını değil, yüz yıl sonrasını düşünürüz… Bu bir sorumlulukta verir, çünkü biz, tabutuna üç kişi arayan kimseleriz, süt dişleri çıktığında sevindiğimiz çocuklar, arkamızda ağlayacak ablalar, bizi sürdürecek torunlar yoktur. Herkesi kardeş edinmenin bir bedelidir, kaygısıdır bu, layıkıyla taşımakta ayrı bir onurdur. Yani çocuk doğurup anne baba olmak değildir, herkesin yavrusuna güvenli, korunaklı bir yurt bulma telaşıdır bizimkisi. Bir insan niye dağa taşa çıkar ki? 

Kaygı olumsuz bir şey değildir. Kişinin kaygıları arttıkça, bu tabana yayıldıkça, toplumda yüzeyselliğini bir yana bırakabilir, derinleşir. Koca cenneti bir yana bırakan Adem, yasak bilgiyi tadar, bu tat ona iki şey verir; ilki özgürlük, ikincisi, yasaktır. Kaygısıyla, yasağı, bilinciyle özgürlüğü baba söylemiştir ve babası, ona bu bilinci vermiştir, gelecek kaygısı…

Devletler sürtünürse, kişiler baskılanırsa, topluma tek şey kalır: Korku ve güvensizlik. İşte burada potansiyel devreye giriyor. Öcalan devreye giriyor, Erdoğan devreye giriyor ve daha potansiyel demeden hem batı hem doğu felsefesinin müthiş sorusu karşılıyor bizi: Muallâkta kalmak.

Muallâkta kalmak, askıda bırakmaktır. İslam felsefesinde bu peygamber üzerinden açıklanır; bir ya da birkaç râvinin ya da râvilerin anmadığı ama isnat edilen hadislerdir, dile getirmeye de “ta’lik” denir; ta’lik, dille ilgilidir, dile getirenle de ilgilidir… Meçhul yine buradan gelir. Burası riskli bir yerdir, nedeni senetleriyle birlikte verilmemişlerdir. Elbette kıymetsiz değiller ama cizm ya da temriz sigasıyla nakledilmişlerdir. Tehlike şudur, bunun bir süre sonra bir tür rivayete dönmesidir. 

Bize lazım olansa, sahici olandır; İşrak’tır. Güneşin doğuşu sırasında gelen, duyulan, yayılan sahici tan ağartısıdır. Öcalan’ı biliriz, o bir tan ağartısı, Sühreverdi’nin şakirdidir. Sühreverdi takipçileri şunu bilirler, bilgelerin babası Hermes, hikmetin reisi Platon, hikmetin yek sütunu Pisagor, tan ağartısının bilginleridir ama tek kusurları düşüncelerini rumuzla ifade etmeleridir. Bilgiye ulaşmanın nazarları vardır, ilki bahsetmektir, teellühtür, yani ahlakı elden bırakmadan çileyi göze almaktır. Böylece bilgi (ruhi arınma), eylem, sahici inanmayla ortaya çıkacaktır. 

Muallâkta kalmak, asılı kalmaktır, boşlukta kalmaktır. Bunu açığa çıkartan, yürürlüğe sokan potansiyeldir. Aristo, potansiyeli eylemin karşısına koyar ve ikisini birbiriyle ilişkilendirir; ona göre bir çocuğun mimar olabileceğini söylemek onu mimar yapmaz, onda bu ya da benzer eğilimin olduğunu görmemiz anlamına gelir. Mimar da bilgi sahibidir, inşa etme kapasitesine sahiptir ama bu işi yapmıyor, Agemben’in deyimiyle, artık eylem askıya alınmıştır. Politikada buna sıkça rastlarız. Elinden bir şey gelmiyor ayrı; gücü var, elinden geleni yapmıyor, bu apayrı bir şeydir. 

Deleuze meseleye açıklık getirir (gibidir). Potansiyeli, mantık üzerinden ele alır; mantıksal olarak mümkün üzerinde duruyor. Potansiyel, belirsiz mümkün olma özelliği taşır, yadsıma devreye girebilir, hatta, yadsıma öyle bir konuma gelir ki, potansiyel onun üzerinden karşılık bulur…  Sorunsa şu olsa gerektir, potansiyelin hareketin bütününü kapsaması, belirli değil, belirsiz bir toplam üzerinde yoğunlaşması; bu felakettir, ihtimaller dahi burada yok oluyor, varlık, sanallaşıyor, potansiyel, boş bir kavrama dönüyor… Çıkış, odağın tekleşmesiyle ilgili olsa gerek. Madem ki potansiyel açığa çıkmıştır, aktör halini almıştır, zorunluluklar bellidir, kötü olanın itici bir kuvvet olduğu ortaya çıkmıştır, o zaman özgür irade de ortaya çıkmalı ve çözüme el atmalıdır. İrade, hareket noktasıdır. İradenin hareket etmesi de itici olan kuvvetin, çözümü istemeyen failin ortadan kalkmasıyla mümkündür. Böylece benlikler diye bir şey kalmaz, kendiyle eşitlik, kendisiyle arz ve endam görünür ki, buradan sahici bir şeyler elde edilir. Bu da tek bir şeyle ortaya çıkar: Özgürlük.  

Özgürlük için evin, hapishanenin boşaltılması gerekir, bu mümkündür, bu olmadığı zaman, sanal, beyinleri esir alır, boş sözler, görüntüler dört bir yanı sarar ve hiçbir şey elde edilemez. Amaç elde etmekte değildir, bugüne kadar elde edilen kan ve gözyaşıdır, elde etmek kan ve gözyaşını ortadan kaldırmaktır. Gerisi pragmatizmdir: Ne işe yarar bu, nasıl bundan kurtulur. 

Potansiyel, muhayyel ve mutlakı içeriyor; var, ama işlemiyor. Saatimiz var, ama zamanı hiç göstermiyor. Deleuze, potansiyelin karşısına virtiüeli çıkartıyor, tuhaf ama bir o kadar da güç vericidir: Muhayyel ve muallâka karşı özgül, özgür ve muayyeni, daha bir gözle görünene, elle tutulana dikkat çekiyor. Böylece potansiyele imkân veriliyor; potansiyelin çünkü zamana karşı bir sınavı var; virtüel, şimdiye işaret ediyor, gerçek olana yöneliyor, şimdi biri yaralıysa, sargı bezi yoksa gömleğini yırtıp bez yapabiliyor, eğer tutsaksa, hapishaneyi yıkabiliyor ya da firarı sağlayabiliyor.

Kafka’nın bir kahramanı var, yüzmeyi bilmiyor, her zaman yüzme öğrenmek istiyor, hep aklında su var. Bu yapabilme potansiyeli ona şunu veriyor: Hayatın esaretinden kurtulma ve sahici bir doğa… Öcalan’la bitirebilirim artık; hep çözümden söz ediyor, barıştan, bunu yapabilme potansiyelini kendinde görüyor; sonuç, belki tekrar deneyecek, tekrar yenilecek ama şunu kimse unutamayacaktır; gireceği su yasaklansa da- bir suda iki kez yıkanmaz diyen kimselere karşı- o hep bu yüzme duygusu içinde olacak… 

İlginizi Çekebilir

Avrupa Birliği; Ukrayna, Orta Doğu ve göçü görüşmek için toplanacak
Biden, İsrail’e gönderilen balistik füze savunma sistemine ilişkin Kongreyi bilgilendirdi

Öne Çıkanlar