Müslüm Yücel : Şeref Gürbüz’ün intiharı

Yazarlar

 

Kimi insanlar sessizce yaşar ve içlerindeki kalabalıktan kimsenin haberi olmaz. Günün birinde yine sessizce aramızdan çekip giderler, o zaman, biz kalabalıkta olanlar, tek tek bir yana döner, onu hatırlarız… İntihar, beni sarsar ve o zaman isterim ki, herkes hayatına kendi imzasını atsın. Ama bir o kadar da intihar beni korkutur, derim ki, bir kenarda, herkes seni uyudu sanırken, ölüp gideyim; kıyametim, kendi içimde olsun.

Kimi insanlar ölümü bekler, ölümün gelip onların gözlerine bakmasını isterler, son suları akınca, bedenlerine bir sıcaklık gelsin, bir yeniden deme şansı. Ama olmaz, ölüm gelir, gözleri gözlerin olur, yutar seni… 

Genç ölümler hep içimi yaktı. Ama genç ölmek de istedim. Derlerdi, genç ölenler günahsızdır. Yaşlandım, artık her tarafım günah dolu, kulaklarım yalan dolu, iki sözümden biri diğerini tutmuyor. Ne kadar yalnızım, ne kadar kalabalığım bilmiyorum…

Bir an önce ölmek istiyorum ama, yarın yapacak işlerim, ev kiram, kitaplarıma neler olacak derdiyle, ölümü de erteliyorum, hatta yaşamı da…

Bir zamanlar bir gazetede çalışıyordum, tam on iki yıl; haftada bir gün izin günümdü, o izin günümde de gidip hafta içi okumadığım gazeteleri okurdum, sanırdım ki ben gitmesem gazete çıkmayacak…

Sonra bir gün, herkesin maaşları verilmeye başlandı, bir ay, iki ay, üç ay, altı ay. Bir benim maaşım verilmedi, anladım, ben olmasam da gazete çıkacak, çıktı da. Seneler sonra arşivde yazılarımı aradığım zaman, bir de baktım, yaptığım yazı dizileri bir jiletle kesilmiştiler. ,

Kimi arkadaşlarım vardı, sanırdım ben olmasam onların konuşacakları, dertleşecekleri kimse olmayacak… Baktım, ilk yangında ilk onlar beni terk ettiler… Ailem de vardı, öleceğim zaman bana belki mezar taşı yapacak diye bağrıma bastıklarım… Baktım, onlar da büyümüşler. Kızdım mı? Hayır. Hayatı anlamanın yoluydu bu. Kader değildi, kesin bir hat, ötesini geçemezdim zaten. 

Bütün bunları niye düşündüm. Oysa ki herşey yolundaydı. Herşey güzeldi.  Geceleyin, sabah üçe kadar çalışmıştım. Sabah uyandığım zaman yine çalışmış, sonra dışarı çıkmıştım. Satılmış’la tavla oynamıştım, tanıdık birilerine selam vermiştim. Çay ısmarlamıştım. Yemek yemiştim. Sevdiğim arkadaşlarımla zaman geçirmiştim. Akşama doğru bir haber aldım. Biri intihar etmişti. Şöyle ünlü biri değildi. Şöyle dokunsan, dağın dile geleceği biri değildi ama herkesin bir biçimde değdiği biriydi ve hatta, bana kalırsa, içindeki dünyada çok ünlü, dağları bile yerinden oynatan biriydi ve bu adam, bir yıl boyunca, en az haftada iki gün bana çay vermişti, hem de Paris gibi kimsenin çay demlemediği bir yerde…

Yıl kaçtı, bilmiyorum, hatırlamıyorum. Bildiğim o sene Clemence bir yanda tez yazıyor diğer yandan Doğu Dilleri Enstitüsü’nde bir yıllığına ders veriyordu. Paris’e gitmiştik, ben de bir kursa gidiyordum ve bunun yanında Türk Sinemasında Kürtler kitabı için film izliyor, kitap karıştırıyordum…

Chris Kutschera evde oturmamı istemiyordu, evde Türkçe kitap okumakla dil öğrenilmez diyordu. Bir adamdan söz ediyordu, bu adam geze geze, her yerde otura otura Fransızca’yı sökmüştü… Ben de gezmeliydim, hiç utanmadan konuşmalıydım.  Belville’de oturuyorduk. Her yere yürüyerek gidiyordum. Oturduğumuz mahalle Cezayir’lilerle doluydu. Gittiğim üç yer vardı. Biri Paris Kürt Enstitüsü, biri Dalida’nın evi ve heykelenin bulunduğu yer ve biri Baudlaire’ın mezarı…

Mezarlığın karşısında bir mezarlık levazımçısı vardı. Uzun uzun o dükkana bakardım, mermer işi yapardı. Onu izlemek hoşuma giderdi. Paris Kürt Enstitüsü’nün de hoş bir kütüphanesi vardı; çok kitap yoktu ama çalışmak için iyi bir yerdi. Yılmaz Güney ve Cigerxwin’in fotoğraflarını görmek bile beni mutlu ediyordu. Orda Kendal Nezan’la tanıştım, sinemayla ilgili bir kitap yazdığımı ve Kürt filmlerini de izlemek istediğimi söyledim. Kendal, buna sevindi, Şeref’le tanıştırdı… 

Şeref, Kürtçe ve Fransızca dışında bir dil konuşmuyordu. Ben bazen şaşırıp Türkçe konuşsam o Kürtçe yanıt veriyordu. Dersimliydi ama bugüne kadar tanıdığım Dersimlilere benzemiyordu. Jest ve mimikleriyle, sıkı Aleviliğiyle, evet, Dersim’liydi ama siyaset babında, KDP’liydi. KDP ve onun kurucusu Mustafa Barzani’ye inanılmaz bir aşkı vardı. Onun sözlerini aktarırken ağır bir heyecan duygusu sarıyordu, hele uzun yürüyüş faslında, kendinden geçiyordu…

Mesut Barzani için de aynı şeyleri duyuyordu. Barzani liderden çok, o konuşurken, sanki yakın bir akrabasıydı. Onunla doluydu. Onun dışındaki siyasi partileri zayıf buluyordu. Hatta, onu dinleselerdi diye başlayan ama sonu gelmez tahliller yapıyordu. 

Enstitü’ye gelen bütün Kürt büyüklerini büyük bir saygıyla anıyordu. Herkesle fotoğrafları vardı. Yılmaz Güney’le çektirdiği fotoğrafı belki de hayatının en büyük servetiydi. Tabii bir de Qasemlo vardı. Onu da tanımıştı. Onu tanımaktan mutluydu. Onu anlatırken bir huzur vardı ve huzur yüzüne de yansırdı. Qasemlo’nun öldürülmesine de bir o kadar üzülürdü, onu öldürenlere karşı da hınç duyardı. Qasemlo’nun her şeyini bilirdi; eşini, çocuklarını ve daha bir çok şeyi…

Ahmet Kaya içinde heyfe- yazık diyordu, foto arşivinde onunla çektiği fotoğrafın ayrı bir yeri vardı. Kürtleri sevmenin erdemini, sanki fotoğraflara taşımıştı ve onları severek, içindeki gurbete sanki aşıyordu. 

İşte biz bu adamla, bir yıl boyunca film izledik. Film izlerken Güney Kürdistanlı yönetmenlerin çektiği filmlerde kimi sözleri anlamıyordum, ilk başlarda hemen benim dilimin zayıflığından dert yanıyordu, sonra kimi sözcüklerin söyleyişinin Arapça etkisinde söylendiğini ifade ettiğimde, az da olsa hak veriyor, bana bizim Kürtçemizdeki karşılığını söylüyordu. Bütün bunları yaparken ekrsik olmayan tek şey çaydı ve benim, çaysız çalışamadığımı anladığı zaman, artık tam bir Kürt olduğuma da karar vermişti… 

Bugün intihar ettiğini öğrendim işte bu adamın. Kuşkusuz gözlemlerimle Şeref anlatılamaz, kuşkusuz onu daha iyi tanıyanların yanında benim yazdıklarım vasatın altındadır ama, ben böyle tanıdım, böyle gördüm… Ölüm nedenini de bugün öğrendim, kulak çınlaması… 

İstedim, Şeref’e birkaç satır yazayım, ey insan dedim içimden, içindeki ırmak da taşar bir gün, senden başka kimse duymaz seni. Kimbilir neler yaşadı içinde, kim bilir, ne boğdu onu, bilemem. Bildiğim, büyük bir kayıp, hoş bir insandı. 

 

İlginizi Çekebilir

Hakan Tahmaz : ABD-Türkiye anlaşması ve Öcalan
Umur Hozatlı : Her ölümün içinde bir kırmızı var

Öne Çıkanlar