Müslüm Yücel: Sessiz salgın; Tecrit

Yazarlar

Tecrit, izolasyon, hiçleştirme, soyutlama olarak tanımlanıyor. Buna göre kişi kendi haline bırakılıyor, ilişkide olduğu topluluktan çıkartılıyor, sosyal ve kültürel olarak yalnızlığa terk ediliyor. Kişi bunlara kendi başına karar verirse, buna inziva deniliyor. Kişiye tecrit bir kişi ya da kurum tarafından veriliyorsa, bunun bir süresi oluyor, süre dolduğunda tecrit kalkıyor ama Türkiye’de cezaevleri, hukukun karşılık bulduğu yerler olmadığından tecritte, daha çok ressentiment (hınç kavramı) işliyor.

Görünürde, kâğıt üzerinde tutuklu ya da hükümlü olan kimseler cezaevinde disiplini bozan hareketlerde bulunduklarında tedbir amaçlı (inzibati) ve on beş günü geçmeyen cezalara çarptırılabiliyorlar, bu “hücre” cezasıdır. Bu, suçu işleyen kişiye, avukatlarına bildiriliyor.

Tecritte, iki şey amaçlanıyor: Psikolojik ve fiziki tahribat. Mahkûm diğer mahkûmlardan, görüşmecilerden, cezaevindeki personelden soyutlanıyor. Fiziki işkence yapılmadan azap çektiriliyor. Kişi, kişi olmaktan çıkartılıyor. Kişi zamanı, mekânı ve gündelik reflekslerini kaybediyor. Yeme içmesi de sınırlanıyor; zaman, mekân ve refleks kaybından dolayı vücut kimyasını kaybediyor, kan dolaşımı değişiyor, mide ve bağırsak sistemi çöküyor. Kişinin hayal dünyasına el konuluyor; halüsinasyonlar, kramplar, hezeyanlar, kişiyi ele geçiriyor. Amaç, kimlik ve kişilik kaybına ulaşmaktır.

Duygular, düşünceler ve bunların yerleşkesi olan beden, tecrit altına alınıyor, metafizik bir söylemle ruha da müdahale ediliyor, böylece bir ceza durumu bile artık söz konusu olmuyor; burada, ne hukuk kuralları söz konusudur ne toplumsal olaylar, burada iktidarın özgürlüğü kendi elinde bir koz haline getirmesi, sözde bir cezayla kendi siyasal etkinliğini bir taktik olarak sürdürmesi dışında bir şey kalmıyor.

Öcalan’dan yıllardır haber alınamıyor. Uygulanan tecrit, ressentimenti de, hukuk kurallarını da aşıyor, açık bir garez duygusu veriyor ve bu garez, nefret, intikam gibi duygular içeriyor; tecrit uygulanan kişi değersizleştiriliyor, onun bir eşi, dostu, ailesi, seveni, fikri yok sayılıyor. Gılles Deluze’un Kritik ve Klinik’te ifade ettiği gibi bu hal, bize şunu veriyor: “Yargı, her yeni varoluş kipinin gelişimini” engelliyor.

Ressentiment 19’uncu yüzyıldan itibaren uygulanan bir konsepttir; tarih, felsefe, psikoloji, sosyoloji alanında dikkat çeker ve buradan baktığımızda tecrit daha bir dokunaklı hale gelir. Kierkegard, felsefe üzerinden Ressentiment’i değerlendirirken bireyin eksikliklerinden dem vurur; birey, yetersizlikleriyle yüzleşemez ve hıncını başkasına çevirir. Nietzsche, hasetten yola çıkar, ona göre, hınç sahibi kişi, kendisi gibi olmayan/ düşünmeyen herkesin ağzına mühür vurma derdindedir. Bu kişilerin amacı paydaş olmak değildir, sürü sahibi olmaktır. Nietzsche’ye göre ressentiment, güçsüzlerin ahlakıdır. Soylu kimseler bile, sırf bu yüzden kötü kimseler olur, ahlaki şanslarını kaybederler. İki bağlamda da dikkat edilirse, güçsüzlerin ahlakı söz konusudur ve onlar düşünceyle baş edemediklerinde, düşünenle baş etmeye çalışır, tecritti meşru görürler: Tecrit uygulanır ve hatta kamuoyu, iktidar ve muhalefet tecritte razı hale getirilir.

Öcalan’a, ailesine, yakınlarına açıkça bir şerh düşülmektedir ve yıllara yayıldıkça bu şerh artık bir disiplin cezasıyla açıklanacak gibi değildir; bu, aleni bir iktidar tekniğine dönmüştür. Amaç, görüştürme ya da görüştürmeme değildir; amaç, beden üzerinden etkinlik sağlamaktır ki bunun adı, yasasız öfkedir, taraflar görüşme için çabalarken, tecritle, iktidar, tecridi binlere bölmektedir: Örneğin Öcalan’la aynı hücrede olmazsa da bir süre aynı cezaevinde kalan kimi tutuklularda Öcalan’a uygulanan tecride maruz kalmışlardır; Nasrullah Kuran ve Çetin Arkaş başka cezaevlerine gönderilmelerine, cezaları bitmesine rağmen hala cezaevindedirler. Bunun nedeni, Öcalan’la ilgili gözlemlerin bile aktarılmasına engel olmaktır. Bu nüfusu en az yirmi milyon bulan Kürt halkına uygulanan bir tecrittir; fikirleri tecrittir, ruhları tecrittir, bedenleri tecrittir. Böylece ağır bir acı sanatı işlemektedir. Öcalan, soyutlanmaktadır. Yalnız Öcalan’da değil, ailesi, yakın akrabaları, dava arkadaşları da suç işlemiş, soyutlanmışlardır. Öcalan’a uygulanan tecridin kalkması için başlayan, şimdi yakınlarıyla görüşemeyen cezaevlerindeki diğer tutuklarda soyutlanmışlardır.

Doğasıyla tecritle, birileri ruhsal ve bedensel olarak acı çekerken iktidar, cezalandırmayı ibarete dönüştürmektedir.
Burada artık hak diye bir şey söz konusu değildir; hak, ortadan kalkmıştır. Hak sahibi tek kişi/ kurum iktidarın kendisidir. Oysa hak, herkesi ve her kesimi kapsar ve herkes hukukun öznesidir ve hiçbir yasa, hiç kimseyi, kendi özel alanı ve iktidarı için nesne konumuna düşüremez. Eğer yasalar varsa, bu yasalara göre kişi hak ve hürriyetleri tanımlanmışsa; kişi, vatandaş olarak güvence altına alınmış, suçları karşılığında mahkum edilmişse ve buna rağmen kendisiyle birlikte yakınları da tecritte maruz kalıyorsa burada artık bir keyfilik bile söz konusu değildir, tam bir dikotomi vardır; dikotomilerde, biri diğerini, kabuğuna hapseder, onunla değer ve güç kazanır. İktidar da ve artık söylemeye gerek yok muhalefet de Kürtleri kendi kabuklarına hapsetme telaşı içindedir; tek bir amaçları var, Kürtleri savunmasız, bağlı/ bağımlı bir varlık haline getirmek, böylece savunmasız, bütün insani ilişkilerden kopuk bir yığın oluşturmaktır. Burası, dışlamanın, hor görmenin dip noktasıdır; ne akla izin verilir, ne iradeye, dahası kendisine ait olmayan akıl ve irade burada dışlanır; kişi bağlarından koparılır, içsel bütünlüğü yok edilir. Böylece yasa alanı fabla döner: Güçlü olan haklıdır. Güçlü olan takip edilmelidir, güçlü olan yasanın üstündedir. Güçlü olana cebrin meşruiyeti verilmiştir, bu haktır! Bir tek onun, güçlünün hakları vardır.

Tarihten bir örnek, Roza Park’ı hatırlayalım, siyahilere ayrılan yerin dışında oturmuştu. Şimdi, aynı hukuk söz konusudur, herkes, insan olma vasfını bile ancak, güçlü olana yakın ya da güçlü olanla bir olduğu zaman kazanacaktır. Park’ın devleti yoktu ve siyahiydi ve bir yere oturma hakkı da olamazdı…
Burada tecrit daha bir can yakıcı hale gelmektedir: Bayramlar (kurban, şeker), özel günler (yılbaşı, newroz) ve acı günlerde (cenaze) bile Öcalan yakınlarını görme, gömme şansına sahip değildir.

Türkiye yasalarına göre yasal olmayan pek çok örgüt ve cemaat vardır ve bu örgütler yasalara göre bölücü ve yıkıcıdırlar. Ancak özel günlerde bu örgütlerin kadrolarına görüş hakkı verilir, hatta cenazelere katılmalarına izin verilir. Ancak söz konusu Öcalan olunca, özel bir hukuk uygulanmaktadır.

Tecridin yarattığı ağır bir hasar vardır. Bu yalnızca Kürtleri kapsamıyor. Toplumsal olarak herkes tecritten nasibini alıyor. Ekonomik, siyasal ve sosyal buhranın en büyük nedeni Kürt sorunudur ve biz bunu dile getirmeye bile korkuyoruz. Her şeyi bastırıyoruz, bilinçaltımız çok kararmış, bilinçten de her gün biraz uzaklaşıyoruz; hayatımız, kaygılarla dolu, bir şeyleri unutmak için can atıyoruz, sorunların kaynağı yerine, sorularla sorunları başka yönlere çekip durma telaşındayız, bahaneler buluyoruz, yalanlarımıza senaryolar uyduruyoruz, suçlu hep bir başkası, hata hep karşımızdaki; inkar, en büyük silahımız, bir şeyler var, örneğin her gün Antep’te onlarca genç uyuşturucu tuzağına düşüyor, her gün bir başka yerde birileri intihar ediyor, cinnet artık, üçüncü sayfa haberi bile değil ama her şeye, yokmuş gibi davranıyoruz; patronundan azar işiten adam, eve gelince eşini, çocuğunu dövüyor, bir şey söyleme gücümüz yok, tepkiler, isyana dönüyor, eleştiriler, çatışmaya, hızla çarpıtma telaşı içindeyiz, hızla, katılmadığımız kimseyi yok sayarak kendimizi kurtarıyoruz, farkında değiliz belki ama tecrit altındayız, sessiz bir salgın bu, yayılıyor.

/Yücel’in bu yazısı Yeni Yaşam gazetesinden alınmıştır/

İlginizi Çekebilir

Amerika, Devrim Muhafızları’nı terör örgütü ilan edecek ülkelere yardım edecek
Ali Engin Yurtsever: Savaşın İki Yüzü

Öne Çıkanlar