Müslüm Yücel: Şeyhim

Yazarlar

Şeyhim şeyhim, üç aylardayız, dilek kapıları dualarla açılıyor ve bu ay yengeç burcunda seyahat ediyor; bu burcu alimler, kimsenin ulaşamadığı bir kadın olarak tasvir ediyorlardı; şeyhim şeyhim demek ki talihler açılıyor, demek ki benim talihim senin nefesinle daha bir gür olacak. Biliyorsun hepimiz Allah’ın sürülerindeniz ve Allah, istediği gibi güder bizi, ne içimizde olanı ne dışımızda olanı onun dışında kimse bilmez, yolun doğrusu- kas’dus sebili de Allah’a aittir. Şeyhim, senin kelamınla, tarihim, dimağım ışıyor. Senin dinin, demeye gerek yok, apoletleri sevmez. Senin dilin de karanlık olan geceleri ışıtır; kelimelerin yıldız yıldızdır; kelimelerin karşısında deniz kabarıyor, dağlar çiviye dönüyor; yer yarılıp döşenmiş Allah’ın ırmakları kelimelerinden boşalıyor: Gökte haberler, yerde ibret… 

Bana düşen, deliler gibi ellerimi açıp senin için Allah’a dua etmektir. Allah’ım demektir: 

Allah’ım, insanlar gidiyor ve bir daha geri dönmeyecekler. Öyle istedikleri için mi, yoksa uyusunlar diye mi bizi bırakıp gidiyor hepsi. Nerede baba, anne, ata; nerede oğul ve kızlar? Nerede şükürle karşılanmayan iyilik? Yadırganmayan zulüm… Bir an gözlerimi kapatsam gençliğimde gördüğüm kentler; o kentler, o kentlerde konuşulan diller, nefes alan dinler, şimdi hepsi doğumuna az kalmış kadın gibiler… Ve bu kadın karşısında ben ne bir kentte gidebiliyorum ne bir yere dönebiliyorum… 

Allah’ım senin önünde dünya, sinek kanadından hafiftir ve zaman zaman ona sahip olmak isteyen kişi sinek kanadından da küçüktür. Bilirim, şeyhim de biliyordur elbet, bunu söylüyor hep…  

Allah’ım senin adını anmadan hiç bir iş yapılmaz. Senin adın anılmadan yapılan iş korku verir. Acı çekmenin karşılığı, acıya son vermek değil, sabır ve sebat etmektir. Allah’ım, her şeyi senin merhametine bırakıyorum. Allah’ım, insanlar kimi acıları cehennemde değil, bu dünyada çekiyor. Cennet, mutluluk demektir. Allah’ım, acı çekenin acısına son vermek ne kişinin kendi elindedir ne başkasının, tek yetki senindir. Bir cana kıymak, bütün insanlığa kıymaktır: Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. 

Allah’ım şehit Şeyh Maşuk’un oğlu Murşid Haznevi’nin dilini, kalbi gibi derin, aklı gibi keskin eyle… Her işte yardım eden sensin ve din diye bir şey varsa ve bu bir borç (deyn) değil, bir yolsa, şeyhim, Murşid, bu dinin delilidir; Allah’ım delilimizi incitmesin kimse… 

Şeyhim, Şeyh Mürşid dirlik istiyor, senden gelen sağlığı ve varlığı istiyor. Başkasından gelen sağlığı, başkasından gelen varlığı kabul etmiyor. Şeyhim ölümü dilenenlerden değildir, Şeyhimin ayak bastığı yerde birileri ölüm dileniyor; biri, bizi yılan gibi görüyor, birilerine de haber gönderiyor, diyor “yılanın başının ezin…” Bunu söyleyen bir insan değildir, bu insan kılığında cehenneminin köpeğidir; Allah’ım sen bilirsin, sen tanırsın, o adam birilerinin de köpeğidir, Allah’ım onları sen af edesin; Allah’ım o birilerinin yaşları çok gençtir, akılları zayıftır, okudukları Kuran gırtlaklarından öteye geçmezdir. Kıldıkları namaz dizlerinin acı çekmesinden başka bir şey değildir ki bu da bir gösteriş içindir. Onlar ki Allah’ım her şeye tama ederler, tama ettikleri her bir şeye bağlanıp giderler, ne büyük bir eserin insanı ne eserlerinin içinde yaşadığı bu dünyayı bilmezler. Mürşid’i bu dillere, bu herkes önünde açılıp kapanan mendil tıynetli suretlere karşı koru Allah’ım… 

Allah’ım şeyhimin acısı büyüktür; ağrısı, geçmemiş bir acı vardır kalbinde; kalbi baba acısıyla yanan bir çocuktur şeyhim; Allah’ım, Mürşid, senin yetimlerindendir. Yetimlerin sahibi sensin, onları sen korursun. 

Dün gibi hatırlarız. Dün gibidir. Zaten, bir günün diğer bir günden farkının olmadığı bir zamanın içindeyizdir hep. Kamışlı’da bir futbol maçı var ve nasıl oluyorduysa birden bir tribünden Saddam Hüseyin posteri açılıyor. Kanıyla Kuran yazan Saddam’ın posterleri bize yalnızca katliamları hatırlatmıyor: Bir adamın elleri bağlanıyor, ağzına benzin boşaltılıyor ve sonra bu adamın karnına ateş açılıyor; şunu deniyorlar, acaba ağzından ateş fışkıracak mı? Saddam bu ateş açan adamdı… Sonra başka bir olay, birkaç kişi birbirine bağlanıyor ve ağır bir silahla ateş açılıyor, şu deneniyor; acaba mermi kaç kişiyi geçecek… Bu mermiyi deneyen Saddam’dı… İşte bu adamın posterleri açılıyor… Sonra sokaklara iniyorlar, Kürtlere ait ev ve iş yerleri yağmalanıyor. 

O günler zor da olsa geçiyor, o günlerden sonra bir sürek avı başlıyor. O sırada Şeyh Maşuk kaçırılıyor, ağır işkenceler ediliyor, öldürülüyor. Şeyh Maşuk’un sekiz çocuğu var, hepsi bir odada büyüyor; Maşuk’un iki derdi var: Özgürlük ve ilim. 

Maşuk’un cenazesine katılmak için o gün ölüler bile uyandı. Bir halkın ölülerinin uyanması ne demektir? Bir halkın dirilerine ölüler sahip çıkarsa… Tarih şöyle diyor: Eğer dirilere ölüler sahip çıkarsa, o halk yenilmeyecektir. Nedeni mi? Nedeni şu, yurt denilen yerin altında eğer huzurla uyumuş ölüleriniz yoksa o toprağın insanı değilsinizdir. 

Allah’ım şeyh Mürşid, ölülerimizin vasiyetidir. Ölülerimiz kendini Allah yerine koyanlara boyun eğmediler. Allah’ım senin adını zikreden ve zikri ezilenlerle birlikte gören, gösteren ve böylece Latin dünyasını özgürlüğe götüren Helder Camara ve diğerlerinin hikâyelerini en iyi biz biliriz… Camara, tıpkı Mürşid gibi direnişin sembolüydü. İkisi de diktaya karşı yalnızca hak aramıyorlar; halkın ihtiyaçlarını dile getiriyorlar, gideriyorlar… Din dediğin ev yıkmak değildir, toprağı işletmek, ev yapmaktır. Derler ki İsa marangozdu; İsa bugün yaşıyor olsa Kürtlerin yanında dururdu ve Şeyh Maşuk’un yakılan evinin bütün kapılarını tamir ederdi; Muhammed, şeyhin kırılan, yakılan ağaçlarının köklerini teriyle besler, elleriyle budardı; Musa olsa, dili açılır, tekrar ve tekrar söylerdi, öldürmeyeceksin…     

Şeyh Maşuk’u öldürülmekle kalmadılar. Maşuk’un evini de talan ettiler. Namaz kıldırdığı caminin minaresi yıkıldı, evinin bahçesinde, dedelerinden kalan ağaçlar kesildi, zarar verildi ve daha ileri gidildi, mezar taşları tahrip edildi, bütün bunlar, din adına yapıldı.  

Allah’ım ne mutlu ki bizlere Maşuk’un oğlu Mürşid geldi. Ayak bastığı her yerde babasının kokusu sardı. Kamışlı! Yeni bitmiş çimenlerin üstündeki çiğ, sanki yaşlı adamların yeşil cam üstendeki incilere benzeyen gözyaşları. Gözyaşları ışıldır ama şeyhimin gördüğü ışıltı içinde bir burukluk, çimenlerde ceylanların tırnak izlerinin yerinde potin yaraları… 

İzledim, genç bir gazeteciyle Şeyh Mürşid çocukluğunun sokaklarını geziyor. Evini geziyor; evi, ev olmaktan çıkmış, doğduğu oda, talan edilmiş; evlendiği, çocuklarının doğduğu oda yine öyle. Mezarlığa gidiyor, mezar taşları arasında otlar büyümüş, buraya, dünyanın dört bir yanından ziyaretçiler gelirmiş, mezarlık yıkılmış… 

Bir yerin yıkılması, yakılması ve sonra yakılan bir yerde insanın kendi tarihini bir turist gibi gezmesi acıdır. 

Kim buraları yaktı, yıktı? 

Haya vardır ve hayaya akıl ve iman eşlik eder. Peygambere Miraç’ta sorulur: Bu üçünden hangini seçersin? Peygamber, “akıl” dedi ilkin; iman gücendi; dedi, “beni akılla bir tut.” O zaman dile geldi utanma, dedi, “Ben imandan uzak kalamam ki…” 

Nasır-ı Hüsrev’e sordular, ey dediler, bu nedir?  Hüsrev, soruya soruyla yanıt verdi: “Akla aşina olan bir kimse nasıl utanmaz.” Devam etti, dedi, “Eğer sana iman lazımsa, utanmayı göz önünde tut. Çünkü utanma olmaksızın iman nasıl belli olur?”

Utanmayan kimselerin üstünde tek bir şey vardır: Allah’ın laneti… 

Evleri yıkan, ağaçları kesen, mezar taşlarını yağmalayan kimseleri sana havale ediyorum Allah’ım… 

Şeyh Mürşid, geri döndü. Yalnızca kendi evi ve yıkılmış mezar taşları arasında gezmedi. Camilerde hutbeler verdi. Misafirliklere gitti ki evi olmasa bile hangi kapıyı çalsa, orası onun eviydi. Hangi kapıyı çalsa, bir kederle karşılaştı ve bana büyük acı veren bir şey söyledi dedi, “Şehir ihtiyarlamış…”

Soru şudur: Bir şehir nasıl gençleşir?

Şeyhim, bunun için geldi, dedi, “artık burada bebeler ölmesin.”

İlginizi Çekebilir

Akdeniz Belediyesi: Kayyımın ilk icraatı Erdoğan’ın fotoğrafını asmak oldu
NATO Baltık Denizi’ne savaş gemileri gönderecek

Öne Çıkanlar