Tecrit, ayırma, taraf tutma, soyutlama, izolasyon gibi anlamlara geliyor. Bu tanımların çoğu sınırlandırılmış mekânla ifade ediliyor. Mekân, mülkiyet, iktidar ve aidiyet ilişkileri anlamına geliyor. Mekân, bir varoluş biçimidir, onun dışına çıkıp bakmamız mümkün değildir, çünkü Tanrı’nın bakışına sahip değiliz. Mekân, bir ilişki meselesidir, bir mekânı diğer bir mekânla ilişkilendirerek/ konumlandırarak ancak anlamlandırabiliriz; mekân, insanla vardır, nesneyle vardır. Mekânla, insan birbirini üretir, dönüştürür, anlam verir; hatta mekân ve kimlik sıkça birbirini üretir de… Bu üretim öyle bir hızla gelişir, öyle bir büyüleyicidir ki, ürettiğine âşık olanlar bile vardır; Pygmailon’ın yaptığı heykele aşık olması, Rodin’in heykelini kırbaçlayıp “konuş benimle” demesi ilk aklıma gelen örneklerdir. Sinemada da benzer örnekler vardır; Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı (1965) filminde Halil, badana yaptığı evde bir fotoğrafla karşılaşır ve fotoğrafa (surete) âşık olur; kadın gelir ama Halil, ona değil, fotoğrafa âşıktır, filmin bir repliğinde şöyle bir ricada da bulunur: “Benimle resmin arasına girme.” Elbette her üretim, böylesine romantik sahneler vermez; bazen üretilen can sıkıcı da olur: Nerelisiniz, hangi dine mensupsunuz gibi sorular sorulur, buradan garip bir ötekilik egemen olur: Meta coğrafya, meta din, meta ideoloji, meta aşk/evlilik… Bunlar iktidarlar tarafından üretilmiş, Türkiye gibi ülkelerde de bu abartılmıştır; yedi bölge diye bir şey uydurulmuş ve bu mite göre gard alınmıştır.
Sanatta tecrit
Tecrit imaj, imge/ sembol olarak çığlık, kurban, hayvanat bahçesi, kemer, küp, kare, kafes, çit, sınır, mahrem olarak da kullanılıyor. Semih Çınar’ın “Çağdaş Sanatta Tecrit İmgesi” (2023) üzerinden yorumladığı Alfredo Jaar’ın “İyiliğin ve Kötülüğün Bahçesi” adlı (2017) performansta tecrit, “kafes” ve “su” imgeleri dikkat çekiyor. Yorkshire Heykel Parkı’nda ağaçlar arasına heykeller yerleştiriliyor, kafesler de yarısı göle batmış biçimdedir. Claire Lilley’e göre böylece biz, “birinin su altında bir hücrede olduğu gibi en korkunç hissine” kapılıyoruz.
İyinin ve kötünün bahçesi, iyinin ve kötünün ötesinden Nietzsche’ye bakmamızı öneriyor; burası Nietzsche’nin sorunlu alanıdır; burada kişi kendini alt edemez, alt etmeye çalışır hep. Bundan en fazla etkilenen kişi de Hannah Arent oldu. İkisi de şiddeti ve köleliği bir yerde onaylıyorlar; ikisine göre de toplumun kurulması şiddete ve kötülüğe bağlıdır, ikisi için de gerçek özgürlük, kamusal arenanın görkemli bağlamında gerçekleşen özgürlüktür ve bu özgürlük, karşılığını eylemde bulur, “büyük ve yaratıcı eylem” diyor buna Nietzsche, kural ve normlara uymaz; Buddha, Sokrates, Muhammed ve İsa kurallara uymamışlardır.
Dinde tecrit
Kuran’da doğrudan tecritle ilgili bir ayet yoktur. Sufizm üzerinden tecrit yorumlanırken şu tanım sürekli karşımıza çıkar: Tecrit bir mertebedir. Bu mertebeye ulaşmış iki kişinin adı zikrediliyor: Cüneyd-i Bağdadi ve Sühreverdi. Bağdadi, hakka itirazdan korkuyor, kendini tecrit ediyor; Sühreverdi, gördüğü, duyduğu her şeyde hakkı görüyor; tecride, vecdle ulaşıyor. Buna göre tecrit, kendinin ve “bir şeyin kabuklarını soyarak özüne ulaşmaktır.” Bunu yapan kişiye de “mücerred” deniliyor, bu dünya ve ahret kaygısını bir yana bırakan, Allah’a gönül vermiş kimse anlamına geliyor. Ayrıca tecrit, bekârlık anlamına da geliyor. Hiç evlenmeyen, kendini Allah’a adayan kişi anlamına geliyor.
Biyo-iktidar ve öteki
Sınırlandırılmış alan bir amaç içerir ve bu amaç hiçbir zaman insani değildir; burada sınır, ayrı tutmak, mülkiyetine almak gibi anlamlar taşır. Mülkiyet, bir aidiyet bildirgesidir, birini diğerinden ayırmak gibi bir amacı vardır. Sınırları çizilmiş demek, yalıtım demektir, kişi bir şeylerden yalıtılır ve kişinin bütün hakları ihlal edilir. Bütün bunlar sosyal ve sınıfsal olarak sıkça karşımıza çıkar. Özellikle kent yaşamında bu statüler belirgindir; birileri gökdelenler kurar ve bunun güvenliği için gecekondular icat edilir. Biri diğerine sınır çizmiştir, biri diğerini aşağıda ya da yukarı da görür. Sınırlı alanla insan terbiye edilir. Burada bir tek şey vardır; burada, akla veda edilir; burada kişi yalıtılır, geriye çığlık kalır. Marx’ın gördüğü ama dikkat çekmediği, Foucault tarafından bildiğimiz bir şey burada gündeme gelir: Marjinallik.
Marjinallik, bir cezalandırma biçimidir; iktidar burada yasak ve engelleme adı altında kişiyi ıslah etmeye çalışır; amaç, kendine uyan, uysal bir beden yaratmaktır, böylece disiplin terbiye etme aracına, biyo-iktidara dönüşür. Buradan yarar ekonomisi doğar, buradan beden işe yarar bir kaynaktır artık, yazılı olmayan normlar yasa diye ortaya konur, böylece siyasal anlamda da bu, söz konusu da Kürtler olunca, zaten öteki olan, ötekinin ötekisi olur. Bu anlamda Öcalan, yalnızca tecride maruz kalan kişi olmaktan çıkar, sahteleri üretilerek, sözün dışına çıkartılır; bu, sadece dışarıdan gelmez, içerden de desteklenir; tecrit, doğu formuyla teşbih, Foucault’un deyimiyle toplumsal ortopedi olur: Gözetlemediğini söyleyerek büyük bir gözetlemeye tabii tutmadır bu.
Biyo-iktidar, bir güvenlik teknolojisidir, denetleme, değiştirme ve düzenleme dışında bir amacı yoktur. Neyi düzenliyor; iktidarı için beni düzenliyor, kendisi için beni bir güvenlik sorunu olarak görüyor. Bu, öldürme gücünü de yaşatma gücünü de elde tutmak anlamına geliyor. Öldürme gücü, gücü yettiğini öldürme (Foucault’un deyimiyle) ırkçılıktır ve iktidar, öldürme gücünü, ırkçılık üzerinden işliyor ve bu giderek bir mekanizmaya dönüyor.
Öldürme gücü/ yetisi, tüketme hazzıyla yakından iniltilidir. Bu anlamda Remrandt’ın Kesilmiş Öküz (1606- 1609) ) tablosu bize çok şeyler söylüyor: Yeni kesilmiş bir öküz çarmıha geriliyor! Bolluk ve bereket değildir. Çarmıha gerilmiş olması aklımıza İsa’yı getirmiyor, et tüketimi ve Aşai Rabbani ayiniyle de bir ilişki söz konusu değil; çünkü öküz, gönüllü bir kurban değildir, kanı Tanrı’ya adanmamıştır, kasabın eliyle kesilmiştir. Richard Leppert’in ifadesiyle Remrandt, burada karanlığı ifşa ediyor: Medeniyetten nasibini almamış iktidarın kürklü, tüylü tezahürlerine itiraz ediyor; kasabın henüz parçaladığı, hatta semiren eti resmederek, içimizdeki yeme hazzıyla da sınırlı bırakmıyor bizi, hazzın nelere mal olduğunu gösteriyor.
Kurban ve ölümden duyulan haz üzerinden bir edebiyatta işler, kahramanlık, erdem, iyilik, güzel ahlak sadece iktidara ve iktidarın sahip olduğu millete ait duygular olarak gelişir, geliştirilir; ben de bu sırada alt ırk, alt millet, alt insan olurum, tanımlanırım: Silik, talihsiz, hatta rezilimdir. Oysa şöyle bir gerçek vardır: Bana yüklenen anlamlar, iktidarın pençeleri sayesinde olmuştur!
Bundan böyle tecrit edilen kişi ne dese kimse duymaz, sesi de sınırlandırılmış alanın dışına çıkmaz, çığlığı, baskıyı artırır. Edvard Munch’ün Çığlık (1893) tablosu burada ayrı bir anlam kazanıyor. Bu tablo, Fredric Jameson’un deyimiyle yabancılaşmayı, anomiyi, ıssızlığı, sosyal parçalanmışlığı ve tecridin kanonlaşmış bir hali olarak karşımızda duruyor; kaygı çağı denen dönemin görsel olarak programlanmış bir amblemi. Burada aç bir feryat, içerden gelen bir acı dışa yansıyor. Açık bir sınır ihlali var. Çığlık atan kişi dışarıdadır ama görürüz, burada beynin koridorları açılmıştır, bilmediği, belki bilincinde yarattığı pek çok şey; hayaletler, onu sanki bir gece toplantısına davet ediyorlardır; soğuk kalabalıklar, kemer gibi sarmıştır etrafını, bir sınır vardır: Aklına, mühürlü ve sessiz bir zar içinde büyüyen, tanrının korkunçluğunu bir an içinde gördüğünde kendi çığlığıyla zarı parçalayan (Lautreamond’un) Maldoror geliyor belki, kanı beynini alt üst ediyor, görülmez bir el, başına demirle vuruyor. Sınırda duruyordur. İhlal edilmiş sınırları…
Sınır, bir çıkış yolu olmadığını söylüyor, vaadi dip üzerinedir; bu dipte kişiyi, karamsarlık ve tedirginlik bekliyor. Buradan doğan şey klostrofidir; kişi kapalı alanda kalır ve yoğun bir korku hissi yaşar; bu tecrit altına alınan kişi için geçerlidir; diğer nokta, bir kişi kapalı bir alana konulur, tecrit edilir ve herkese, bu klostrofobi aşılanır. Şimdi, şu an, hepimiz bu hastalığın içindeyiz. Öcalan’a dayatılan bir klostrofobi vardır ve biz de bu korkuyla tehdit altına alınmış durumdayız; çoğumuz kapalı kalırız duygusuyla asansörden korkarız, uzunca tünellerden korkarız, koridorlardan korkarız, uçaktan, gemiden, sınırlı alanlardan korkarız. Bu korkular bildik değil, tecrübe edilmiş değil, bunlar, iktidarın bize öğrettiği korkulardır. Biz dediğimiz o büyük kitle de en fazla panik ataklar olur, en fazla göğüs sıkışmaları, baş dönmeleri, baş ağrıları, sersemlik halleri, kalp çarpıntısı, sürekli olarak bir ağlama nöbeti ve öfke hissi… Nedeni, ölme korkusu. “Hepimiz öleceğiz.” Bu doğrudur ama bunun ötesinde olan bir gerçek var: Ölümüne de sahip olamama hissi; kaçırılma, uzak bir yerde, kimseden habersiz, tek başına bırakılma. Bütün bunları dayatan iktidarın amacı ne? Her mahkûmiyetin siyasi nedeni vardır ama iktidar bununla yetinmiyor, bizim, doğuşumuz siyasidir, yaşamımız siyasidir; işte bunu güvence altına almak için kendi için bir hâkimiyet alanı seçiyor, bizi burada terbiye ediyor; terbiye, tarih ve kültürümüzden gelmiyor, terbiye, onun hâkimiyetinin imgesi oluyor.
Duvar onarımı
Hâkimiyeti politik olarak anlamamız kolaydır; egemenlik deyip çıkabiliriz işin içinden ya da bunu seçimlerde gittiğimiz ve oy kullandığımız sandıklarla açıklayabiliriz, iç dünyamız içinse bunu anlamamız güçtür, kim bize hâkim, kim benim yerime konuşuyor, kim benim nefes alıp verişime karar veriyor. Ben buna razıyım diyelim, ama bu karşı tarafa da bu bir şey vermiyor. Sadece (kendi) Tek Boyutlu İnsan’ına mutlu bir bilinç vaat ediyor. Bu mutlu bilinç içerisinde kişiler özgür değildir, vicdanları kaybolmuştur, toplumun ve iktidarın kusurlarını görmeyen gözlere, duymayan kulaklara sahip bir kalabalık olmuşlardır. Bu kalabalık bir süre duvarlarını korur. Doğu Almanya’da kimi ustalar Berlin Duvarı yapılırken, “sahici çimento kullandık” diye övünüyorlardı ama bu duvar yıkıldı ve duvarın taşları “Soğuk Savaş’ı bitirdi” diye Bush’a hediye edildi. Şimdi bu taş, Texas’taki Bush Kütüphanesi’nde duruyor.
Robert Frost’un ünlü şiiri Duvar Onarımı için sorduğu kimi sorular bu anlamda yardımcı olabilir mi? Örneğin neler duvarı sevmez? İri kayalar duvarları sevmezler, çünkü duvarlar, iki kişinin yan yana geçebileceği boşlukları doldurur. Tavşanlar duvarları sevmezler, duvarlar, fak demektir, bunlar avcıların marifetini bildirirler, kimi köpek cinsleri için bu güzeldir ama tavşanlar sinirlenirler, yurtlarından edilecekler. İnsanlar duvarları severler, duvarları yıkmak isteyenlere diş bilerler, tepelerin ardını merak etmezler. Hele komşular, sınırlarını iyi bilirler; bahçede adım atarken sessizdirler, hatta her komşu, sınırı yüzünden kayaya döner, konuşmaz, sınırını korumak için nöbet tutar, oysa nöbet tutmak, zaten duvara dönmektir, duvarın olduğu yerde duvara ne gerek var ama ille de kavga gereklidir, bir bahçedeki ağaçların bile duvarı geçmesine izin vermezler, çitler isterler; “iyi çitler, onlara göre iyi komşular yaratırlar.” Oysa iyi çit, komşunun tecridi, doğanın tahribidir, metalaştırma da buradan başlar, buradan çıkar ürküten binalar. Tecrit eden bize şunu verir: Depresyon.
O/nlar depresyondadır, teşhir olma korkusu içindedirler, herkes onları aldatıyordur, herkes onlara karşıdır, tek bir dostları vardır ki o da kendileridir, böylece tecrit altına almak isterken tecrittirler, hiç de farkında değiller; borç alacakları, güvenecekleri kimseler yoktur, akrabaları arasında husumet vardır, dinden ve ahlaktan söz ederler ama en çok din ve ahlakı sömürürler, öyle bir savaşlar çıkartırlar ki, tek bir iyi komşuları yoktur ve şimdi öyle bir hale gelmişlerdir ki, kim ne derse, o olacak haldedirler. Birlikte yaşamaktan, sınırsız ve sınıfsız bir dünyadan haz etmezler. Korkulan şey, hafızadır. Bir tarihleri vardır, bin yıldır da birlikteyizdir, hatta öyle bir birlikteliğimiz vardır ki, kardeşimizle bile bazen düşman kesilmişiz, birlikteliğimiz her koşulda kıymetlidir ancak tarih yetmiyor, tarihin tarih olması için arkeoloji de gerekiyor. Bu yüzden bir kompleks, bu yüzden hafızanın sınırlandırılması, bu yüzden tecrit, bu yüzden unutma, yok sayma. Bir toplumu toplum yapan, bir kişiyi kişi yapan kendi hafızasını kendi ereklerine göre kullanmasıdır, bunun için izin almak bile gereksizdir. Aristo’dan beridir de bu böyledir: Teorik sakinlik ve kendi ereği olma.
Mistik tecrit
Tecridin olumsuz, yaralayan imgeleri dışında Kürt, Fars, Arap ve Türk dünyasında apayrı bir yeri vardır. Bu imgeler, anlamlar bizi daraltmaz. Bu anlamda Baki kadar önemli Hayali Bey’in birkaç mısrası bize yardımcı olabilir belki. Hayali Bey 16’ıncı yüzyıl şairlerindendir. Şairlerin Sultanı namıyla bilinir. “O mâhîler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler” mısrasıyla ünlüdür ama tecritle ilgili iki mısrası can alıcıdır: “Yeridir deyü yerinde yeri terk eyler isen/ Gökler el üzre tutarlar seni mânend-i semâ” (Eğer sen zamanında makamını terk edersen, gökler seni el üstünde tutar).
Burada dikkatimizi çeken bir terk kavramı vardır: Terk-i, dünya, dünyayı terk etmektir; terk-i ukbâ, cehennem korkusuyla ibadet etmektir; terk-i hestî, varlığını terk etmektir; terk-i terk, terk bile terk ettim demektir. Hayali’nin seslendiği kimse, iktidar sahibi, devlet adamı formundaki kimselerdir ve istediği tek şey vardır: Makam ve mevkii terk etmesi, kendini tecrit etmesidir. Fuzuli’de bunu söyler: “Mülk-i tecrîddir ferâgat evi Fuzûlî’nin” (feragat etmeden, kimse amacına ulaşamaz).
Ancak Hayali’nin tecridinde terk, daha geniş anlamlar içerir. Tecridi başaran gökyüzü kadar engin, ulaşılması imkansız makamlara ulaşacaktır. Bu, “feleklerden bir felek” olmaktır; hem bu dünyada, hem öteki dünyada el üstünde tutulmaktır. Sema da tecridi tamamlayan bir unsur olarak konumlanır; sema, salt gökyüzü değildir, dinlemek, işitmektir. Sema dönmekte buradan gelir, burada kişi, kendini tecrit eder, ilahi bir sese kavuşur, bu sesle, döner, hakla bütünleşir.