İnsanın en yüce amaçlarından biri mutluluktur. Retorik’in bir yerinde Aristo, mutluluk için en yüksek iyi diyor; bu iyinin, ölçütü de, güzel davranışta karşılığını buluyor: Erdemli Yaşam. Bunun içinde Aristo bir yol öneriyor: Altın orta, orta yol… Sokrates ve Platon için mutluluk bilmekti. Schopenhauer, bağlamı uyku üzerinden kuruyor; ona göre mutluluk insanın uykuya daldığı sıra yakaladığı bir şeydir, mutsuzluk, uyandığımız andır.
Türkler, halk olarak üzüldüğüm kimselerdir, çok mutsuzlar. Bunun nedeni hep uyanıklar. Sürekli sızlanma hali içindeler. Bütün dünya onların haklarını yiyormuş duygusu veriyorlar. Hatta sızlanma ulusal bir özellik halini bile almış; şiirde sızlanma, şarkı da sızlanma, filmde sızlanma…
Mutsuzluk peşinde olduğum/ aradığım bir şey değildir. Hatta mutsuzluk, bana acı bir bilgi verir, buradan bir şeyler üretmeye çalışırım. Mutluluğu da yavan bulurum… Ama işin içine halk girdi mi, bütün hakların mutlu olmasını isterim… Mutsuzluktan ve hatta bunu bir yazgı gibi kabul etmiş yazarları da kendime yakın bulurum… Sahte mutsuzlukları sevmem; bunlar, genelde beşinci sınıf şairler olurlar; ısmarlama acılarla yaşarlar, başkasının acısını da öyle bir sömürürler ki, kimse yanlarında acıdan söz edemez bile… Kolay ezberlenen şiirlerin, akılda kalan romanlar bunların eseridir…
Ancak halk olarak Türkler, mutsuzluktan bir şeyler üretememişler. Bunun belki arkeolojisi yapılmalıdır. Türk resmi, Türk müziği, Türk şiiri insanlığın, mutsuz bilincinden gelmemiştir. Yapay bir melankoli vardır: Mattır, saydamlığı da istiare düzeyindedir, içtenliği de demeye gerek yok, taklittir. Üretmek, ötekileşmektir. Türkler bunu göze alamamışlardır. Türkçülük bile ısmarlamadır. İlk Türkçü Ahmet Rıza’ydı, Comte’den alıntılar yapar, sırf bu alıntılardan dolayı onu pozitivist yapanlar vardır, bugün bile onun bir fikrini açıklayacak ya da sohbet konusu edecek bir kişi yoktur; sadece pozitivist deniliyor. Gerçekten bir pozitivist miydi? Öyleyse bu yazıya muhalefet edecek olanlar, bir kâğıda pozitivizm yazmalıdırlar, sonra ilk aklına gelen beş Türk pozitivistini saymalıdırlar. Prens Sabahattin’de var; Frederic Le Play’ı taklit eder. İkisi Abdullah Cevdet’in merkezi meşrutiyet fikrinde (yerli burjuvazi yaratma) birleşirler ama bunun da üstesinden gelemezler: Bu sağ ve sol demekti, bu fikriyattan halk partisi doğdu: Tek vatan, tek bayrak, tek millet, tek dil. Bu kadar, bu da az bir şey değildi belki. Yere göğe sığdırılamayan Yusuf Akçura, yine Rusya’dan gelen giadidizmle siyasetini/ fikrini geliştirdi! Türkler, fikir sevmez; ordu severler. Yetmişli yıllarda Doğan Avcıoğlu, sol örgütlerin isimlerinde Ordu’yu görmek ister. Türk ordudur.
Edebiyatta bu kuşağa denk gelen Halit Ziya Uşaklıgil; Mai ve Siyah’ta ve Aşkı Memnu’da tek bir konuyu işler: Kadınlar tehlikelidir. Halit Ziya kendinden kaçtı. Sonrası Reşat Nuri! Onun iki kitabı var: Yeşil Gece ve Çalıkuşu; ikisi de sipariştir. Türkler, bir görev olarak edebiyata ve siyasete bakarlar.
Sait Faik, Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk’a kadar kimsenin ciddiye aldığı tek bir edebiyatçı maalesef olmamıştır. Bunlar, insandır; ruhları vardır…
Bütün bunların nedeni Türklerin kurusıkı sarıldığı devlet fikriyatıdır. Voltaire’a bu anlamda katılmamak elde değildir; ona göre halk cahildir ve devlet asla halkı medenileştiremez; kral, sultan, padişah, cumhur, lider; bunlar, cehaletin koruyucularıdır ve bugün ki modern tarih, devlet için ikinci el tanrı arayışıdır. Türkler devletlerine din gibi bakar, bu bende bir kedere neden olmuştur. Hiçbir devlet kutsal değildir. Hiçbir devlet başkanı yüce değildir. Yüce olan insandır. Dinin üç özelliği vardır: İmge, ayin ve anlatı. Türkler bunu aşamamıştır. Beğenileri sıradandır; beğeni, toplumda bir ahengi geçmez; meclisler, törenler, yeminler, safsatayı asla geçmez. Türklerin çoğunluğu namaz kılar, dua okur ama kimse bu duaların anlamını bilmez. Kuran dinler, ağlar, mealliyle ilgilenmez. Çocuklar okula gider, bir şeyler öğrenmek diye bir dert yoktur; çocuklar birbiriyle yarışır, amaç şudur: Kendini kurtarsın.
Kendini kurtarmak birini batırmaktır. Bugün bir kişi tokum diyorsa, en azından on kişiyi aç bırakmıştır.
Sahici milliyetçiler ediptiler, bunları toprak meseleleri ilgilendirmez; onlar milletin ruhuyla ilgilenirler, milletin ruhu dediğim yer, kendi ruhlarıdır. Milliyetçiler misafir severler, tek şey isterler, bu ev benimdir, ruhumdur, ona dokunma, işte o zaman istediğin kadar kalabilirsin.
20’inci yüzyılda Marksizm’in dine, milliyetçiliğinde bağımsızlık üzerinden var olması bize yalnızca şunu getirmiştir: Faşizm.
Türkiye’de komünizm ya da sosyalizm hedefi olmamıştır. Marksizm, Ermeni ve Rumların ilgi alanıydı; sonra Kürtler. İlk yayınları, ilk örgütlenmeleri Ermeniler yaptılar. 1924’te Orak Çekiç Dergisi’ni çıkartan Türkiye Komünist Partisi, Şeyh Said’i kapak yapar. Alt yazısı da şudur: Yılanın başı küçükken ezilmeli. Doğan Avcıoğlu’nun “Devrim”in de “Barzani” aynı şekilde işlenir… Dersim soykırımında da işlevleri aynıdır: Şakiler, cahiller!
En büyük bilgi nedir?
Geoge Eliot (Adem Bade) yanıt veriyor: “Duygu, bilgidir.”
Türklerin duyguları yoktur.
Düşüş nedir?
Kutlu hata…
Türkler, kutlu hata yapamazlar, düşmekten korkarlar. Korkmak güzel bir şeydir ama Türkün korkusu, ayaklarının altındaki zemindir; zemini, miras diye bırakmadan düşmeyi göze almaz. Oysa düşmek güzeldir… Ayaklarının altında açılan kanatlarla yürümek güzeldir. Kaybetmek güzeldir. Türkler, büyük kaybedemezler. Küçük çıkarları vardır… Bu çıkarlara gebe bir hayat sürerler. Böyle değildiler, bu hale geldiler. Yoksa onlar da Rumlar kadar engin, Ermeniler kadar erdemli, Kürtler kadar alim, Süryaniler kadar maharetliydiler. Bütün bu özellikleri alıp sahiplerini yok edince, Türkler, yüzeyselleştiler. 21’inci yüzyılda, bizden birilerini yanlarına alarak, yüzeyselliği politika diye sunuyorlar. Yazıktır insanlara, halklara…
Yüzeysellik yüzünden Türkler halk olma özelliklerini kaybettiler. Halk olmak sınıfsal bir şeydir. Komünist Manifestonun ezberimizde olan, “Toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” ifadesi elbette ki Türkleri de kapsardı ama Türkler, giderek gericileştiler; maddi ve manevi çıkarları her şeyin üstünde geçti. Bu gericilik, yalnızca dinsel değildi; bu gericilik, laiklik vs ilklere kadar sinmiştir.
Suç, halk olarak Türklerin değildir. Türkler, erkle barışıktır. Türkiye’de birincinin tartışması bile yapılmadan, ikinci ve üçüncü cumhuriyet tartışmaları yapıldı. Birinci bize ne verdi, ne aldı; ikinci bize ne getirdi, üçüncü bize ne vaat ediyor.
Türkler, yüz yıldır egemenlik alanlarının dışına çıkartıldılar ve burada ya yabancılaşmış ya da sapana taş olarak varlıklarını sürdürdüler. Bir arada olmaları tesadüfî olmayan, ortak bir kültürle hareket eden halklarla da Türkler, yol ayrımına girdiler. Bir korku halesi oldular. Dil ve kültürlerini yücelttiler. Başkasının kültürüne saygı duymadılar. Şimdi onlarla ilgili anılarını anlatıyorlar… Bergamalılar, öldürdükleri düşmanların heykellerini yapar, mezar taşlarına sahip çıkarlardı. Halk olmak ölüye ve diriye saygıdır. Ölülere saygı duymayanlar, hayatı öldürmekten ibaret sanırlar: Yaşamak için öldürmek… Sen halksın, kasap değilsin…
Ne yaptılar?
Komşularını öldürdüler.
Yazdığım bir kitaptan dolayı epey not tutmuştum. Özetle, kadın şunu anlatıyordu. Diyordu, “Isparta’dan halı almıştık, komşumuz onu görünce sevindi, fiyatını sordu, elini sürdü, bize ucuza gelmişti, dedik, size de getirtiriz… Valla mı dedi, sevindi. Sonra vergi çıktı. Evimizde mezat kuruldu, komşumuz, halımızı aldı… Halımız yabancıya gitmedi.”
Halk olma özelliklerini kaybetmek bundan başka neyle açıklanabilir?
Türkiye’nin 1940’larda iki büyük yayınevi vardı. Atlaslar, tarih kitapları, şiirler, romanlar basıyorlardı. Biri İlyas Bayar’dı; 1937’de Paris’e gitti, Fuarda Türkiye’yi temsil etti. Bu adam Reşit Efendi Han’da sahaftı. Kanaat yayınevini kurdu. Namık Kemal’in kitaplarını el altından sattı. Varlık Vergisi yüzünden, neyi varsa sattı. Kalbi, tekledi, öldü. Bir diğer önemli yayıncı Semih Lütfü idi; Suhulet yayınlarını kurdu. Varlık Vergisi, onu da sefil bıraktı. Karısı Aznif Hanım, seksenlere kadar küçük bir kitapçıydı.
Bir komşu, bir komşunun halısına, kilimine göz diker mi? Bir halk, kendisi için kitap basan adamın dükkanını soyar mı?
Hani komşuyduk, küle muhtaçlık…
Sorun ne?
Devlet karar alıyor, halk yapıyor ve bunu yaparak, halk özelliğini kaybediyor. Ermenileri yok ederek ve Ermeniler de yüz yıldır varlıklarını ispat ederek Türkler halk mı oldular…
Acı olan bu, Türkler halk olmaktan çıktılar, güzelim halk yok oldu.
Halk, her şeyden önce sınıftır ve Türkler, sınıf özelliklerini kaybettiler; kimi zaman dinle (millet), kimi zaman da parayla (ulus) birlikte anılan, değer alan, değer veren bir yığına döndüler. Evet, Türklerin bir devletleri var; evet, bir dil konuşuyorlar ama ne ruhsal ne de fiziksel olarak bir varlıkları söz konusu değildir. Dünyanın her halde tek bir dil bilen parti başkanları Türkiye’dedir. Son yüzyılda Rumlara, Ermenilere ve Kürtlere yapılanlar bile Türklerin bir sınıf olarak bütün karakterlerini kaybettiklerinin belgeleridirler. Ermenice, Rumca, Kürtçe bilen Türk yok denecek kadar azdır. Hatta Türkler için bu dilleri bilmek bir komplekstir. Katliam, sadece öldürmek değildir, halk olmaktan çıkmaktır; bir halk, katletmez ve katledenlerle aynı yönetimi paylaşmaz, onları hoş görmez; onlar için verilen fetvaya amin, kanuna evet demez. Amin ve evet, insanlıktan çıkmaktır, halk olmaktan çıkmaktır, yığın olmaktır; Türkler, haksızlık eden, haksızlığı taşıyan, adaletsiz bir yığına dönmüşlerdir.
Yığın!
Türkiye, 1929’dan bu yana bir mafya/ çete cavelangahına dönmüştür; hepsi de devleti vaaz etmektedir, hepsi de vatanseverdir, Türk halkı da onları alkışlamaktadır. Can simidi olarak görmektedir. Acıdır.
Devlet ve devletin siyaset felsefesi, bu yığını koordine eden bir güç haline gelmişse halk, iç savaş naralarıyla davet edilen bir güruha döner. İyi niyetin, sevginin, aşkın, adaletin, sadece doxa’sı (görünüşü) vardır artık: Doxa ve demos iki şeyle ayakta kalır: Haz ve acı!
Yığın! Öldürmekten haz alır, öldürmediği zaman acı çeker, ötekine asla ve asla tahammül etmez. Bütün sevilmez, bütün çokluktur, çokluğa düşmandır. Onlara göre, kendilerinden olmayan, daha azdır; çokluğunu, silahla, silah kadar ağır ve güçlü olan ekonomiyle elde tutar… Uzlaşma nedir bilmez; uzlaşı yerini alkışa bırakır. Öyle bir alkışlardır ki bunlar, her çırpıntı bir zafer söyler.
Türkler, sınıf özelliklerini kaybettiklerinden folklorları da kalmamıştır, şiir düzeyinde bir edebiyatları yoktur; altı yüz yıl boyunca peygambere, padişaha divanlar yazılmış, son yüzyılda da edep ve devlet iki kaşık gibi içi içe girmiştir. Parlatılan kimselere mutlaka devletin eli değmiştir. Edipler ruhların değil, devletin kapıkulu olmuştur; devlet sanatçılığı, devletin radyo ve TV’leri, devlet destekli dergilerin ve gazetelerin ödülleri birer yalakalık kurumlarına dönmüştür. Ruhunu kurban etmek yoktur, bedenin hazları için birilerini kurban etmek vardır. Büyük ötekine düşense, o büyük kurbanın ne kadar büyük bir cellada dönüştüğünü görmektir belki.
Türklerin iyi iradesiyle bir kötü, kötü iradesiyle bir iyi de doğmamıştır. Türkler için “iyi” de “kötü” de işlerine yaradığı kadardır, bundan ötesi, onun için, devlet fikriyatı için de safsatayla eş değerdir. Türkler ötekini tanımıyor. Hatta tanımak için bir çaba bile sarf etmiyor; onun dili ve kültürü sadece komik geliyor. Türk olmayan herkes, Türkler için komiktir.
Türkleri, devlet fikri, Türk devleti, şimdi de Türki Cumhuriyetler ruhu, Türklüğünden etti. Azeri- Ermeni savaşı boyunca, Türkiye’nin bütün kalemleri, ya sustular ya Azerileri tuttular.
Niye?
Azeriler, akrabamızdı…
Ermeniler, akrabamız değil miydi? Azerbaycan Devlet başkanın el kol hareketleri bile ne kadar utanç vericiydi.
Türklük dine dönüştü, bu dinin dışında olan kimseler kafir oluverdi; bir ve aynı olduğumuz fikri, yok oldu. Bu neye devrildi? Bu, nihilizmdi! Her Türk bir nihilisttir şimdi. Türkiye diye bugün bilinen mor topraklar/ melez renkler, birden, tek renge boyandı; ahlaki bir nihilizm de değildir bu! Çıkarların peşine düşmek, hakikati yiyip bitirmektir. Tek bir hakikat vardır, ki bu da aştır? Türkler, aşkı kaybetmişlerdir! Arap ve Fars edebiyatlarından çarpılmış aşkların ve aşk hikayelerinin yerini sahte kahramanlık hikayeleri almıştır. Thales’in şu sözü: Aşıkların gözü sadece birbirini görür. Türklerin, gözü kendindedir ve aşk denilince bile akıllarına bir tek ihanet gelir: “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm” sözü bile kulaklarından silinmiştir. Ne ayrılığın içindeki kavuşma, ne yoksulluğun içindeki tokluk ne de ölümün içindeki çekirdeğin meyvesi kalmıştır hayatlarında. Öyle bir çıkara gömülmüşlerdir ki ruhları, hayat ve hikâyeleri ancak meta-psikolojiyle açıklanacaktır: Oidipus, dünyada bilinçaltındaki bireysel ve ruhsal karmaşalar olarak tanımlanmışken, Türkiye’de bu, toplum, devlet ve ailenin örgütleyicisi konumuna gelmiştir: Türkiye’de Oidipus, ensestle bir ve eşittir. Öyle bir ruh hali almıştır ki insanlar, kıskançlıklarından sevdikleri nesneleri kırar, insanı öldürmeyi merhamet sayarlar. Sevgi kalplerinden silinmiştir. Şükran duyguları yoktur. İş için ya da ruhları için bir süre işe yarayan kimseler vardır hayatlarında. Sevmek bir yetenek işidir; kullanmak ise akıl! Türkler, akıllarını kullanıyorlardır.
Bütün bunları birer iftira olarak okuyabilenler olabilir… Ama bütün bunlar, şu örnekle iyi anlaşılabilir belki…
Geçen sene büyük bir yangın oldu. Ormanlarımız yandı. Ormanlar yanarken birden on beş yirmi bin olan yangın eldivenleri fiyatları tavan yaptı. Hani ormanlar bizim ciğerimizdi, hani ormanlardan buzdan ırmaklar geçiyordu, ağaç beşikti, tabuttu, hani! Halk olan, elini eldivene çevirir o yangına koşardı ama yangın, birileri için paraydı; siyasiler içinse bir eleştiri alanı…
Bu sene, deprem oldu; üç kadim kent yerle bir oldu ve toplam on yerleşim yeri yaşanmaz hale geldi. İnsanlar marketlere daldı. Elektrik, suyun olmadığı yerde, bir kişi sırtına TV alıp kaçıyordu. Kimdi bu? Bulunmadı. Depremde hırsızlıklar aldı başını yürüdü. İlginçtir hırsızlar birden çete halinde örgütlenmeye bile başlandı.
Türkiye’de siyasilerin konuşmalarını şöyle bir konuşmalarını bir dinleyelim. Mafya ağzı, biri diğerinin sürekli ağzının payını veriyor. Kelimeyi, ekmek gibi pay etmek diye bir şey yok.
Türkler niye halk olma özelliklerini kaybettiler. Çoğunluktular daha doğrusu engin bir nüfus mühendisliğiyle çoğunluk oldular; az ilerisi, kılıçla, sonraları silahla, siyasetle çoğunluklarını kabul ettirdiler.
Nedir çoğunluk?
Çoğunluk, azınlığın haklarını ihlal etmektir. Çoğunluk için despotizm, zulüm, baskı beka için kötü değildir, hatta, çoğunluğun çıkarları varsa karşı bir yargıda bile kimse bulunamaz. İnsan onu, insan hakları gibi bir cümle dahi kurulamaz. Çoğunluk, akıldır ve herkes bu akla uymak zorundadır. Çoğunluğun sanatı da bu yüzden hazindir; amacı, erke hizmettir, meta sanattır… Yayınevlerinin bir kitabı sunuşları trajiktir: Türk romanı, Türk şiiri, Türk filmi… Yok ya! Bunlar her şeyden önce romandır, şiirdir, filmdir. Patent ise, Türklüktür, Türk’tür. Hatta biraz daha ileri gitmek de mümkündür. Soru da edebiyatseverler için şu olmalıdır; dünyanın en iyi şairlerinden biri olan John Milton, neden çok fazla seyahat ediyordu, üstelik bu adam kördü! İlk eşine aşık olma nedeni sesiydi, ikinci eşini sevme nedeni kokusuydu, bu kuru meyve ve anne, kardeş kokusuydu. İnsan sevdiği kadında bu kokuyu duyar. İşte Milton, başka ülkeleri gezerek, görerek kendi ülkesinin kusurlarını/ eksiklerini buluyordu.
Kültür yanlış tanımlanmıştır. Almanya ve Japonya, ürettiklerine kültür demişlerdir; maddi ve manevi diye de bunu ayırmışlar… Asıl kültür ruhtur, Milton’un ruhu… Bu yüzden Milton hangi dile çevrilirse o dilindir…
Türk ruhu, yüz yılık tarih: Cumhuriyetin astıkları ve bunların rövanşları.
Not: Bazıları kızıyor, Kürtlüğüme vurgu yapıyor. Ben bir şey olmamaya çalışıyorum. Kürt olarak, Türkleri yazmaya kalkmıyorum.