Urfa’da spor belki de dünyanın hiçbir yerine benzemez. Bütün spor kolları vardır ama hiç birinde büyük bir başarı söz konusu değildir.
Benim sporla ilgim Mehmet abim, Sabri ve Halil amcamla sınırlıdır. Onların dünyasında sporun ayrı bir önemi vardı ve bu önem hala çeker beni. Sabri amcam profesyoneldi, Halil amcam aşağıda anacağım şekliyle bir mahalle takımı kurdu; Mehmet abim sporu bırakmadı; Almanya’da olmasına rağmen bütün memleketin amatör takımlarına kadar bilir. Avrupa’da kaç takım var bilir, yetmişlerden beri bütün Dünya Kupası maçlarının sonuçları, yıldızlarıyla birlikte aklında taşır. Ama hepimizin idolü Sabri amcamdır.
Sabri amcamla ilgili spor hatıralarının hiç birini tanık olmadım, bildiklerim amcamla yaşıt akrabalarımız ve hayatın bir yerinde karşılaştığım, amcamın arkadaşı olduğunu söyleyen kimselerin anlattıklarıyla sınırlıdır. Bu anlamda Sabri amcam aile içinde bir efsanedir. Günün birinde canım sıkıldı ve onun özelliklerini anlatan uzunca bir liste yaptım. Sonra bu listeyi ressam arkadaşım Nihal Şahin Göl’e verdim ve o da buradan yola çıkarak amcamın devasa bir portresini yaptı (96X106); bu portreyle amcam biraz daha ortaya çıktı, nereye bakarsan bak, sana bakan, seni gören bir adam çıktı ortaya. Doğrusu buydu.
Sabri, 1946 doğumlu ve ailemizin ikinci kuşak okuyan kesimindendir. Bizim köy, tümden amcaoğludur. Okuyan ilk kuşak askerlikten sonra lise dengi okullar okumuşlardır. Urfa’nın ilk tekel müdürü adaşım Müslüm Yücel bunlardan biriydi. İlginç bir adamdı Müslüm amca, lengeri fötr şapka giyer, koltuk altında Cumhuriyet gazetesi eksik olmazdı. Köyde dedemler için Demokrat Partili, şehirde Halk Partiliydi ve bu adamın hem Türkçesi, hem de Kürtçesi çok düzgündü. Dilekçe gibi konuşurdu. Tek kusuru meslek disipliniydi. Herkesten daha aşağı fiyata üzümlerimizi alırdı.
Sorsan, “akraba kayırmam” derdi. Orhan Kemal’in meşhur Bekçi Mürtaza’sının atasıdır desem yerindedir. Müslüm, sanırım Ali amcayla birlikte ailenin ilk kentte gelenlerindendir. Ali amca da ilginçti, hal pazarında toptancıydı, sonra Urfa’nın ilk sayılabilecek bir sürü apartmanını o yaptı, bildiğimiz Stadyum’a bakan Stat Apartmanını o yapmıştı. Bunlar, 40’lı yıllarda Urfa’ya gelmişlerdi. Bir de tabii bu kuşağa Mehmet amcayı da eklemem gerektir; çok akıllıydı, askerde Türkçe okuma yazmayı öğrenmiş, ilk başta köy öğretmenliği yapmış, üstüne bir de trahom memuru olmuştu ve dahası eski yazıyı da bilirdi, çok düzgün bir adam olduğu için doğum yapamayan kadınların beline onun okuduğu ip bağlanır, öyle kolay doğum yaparlarmış. Bir de fıkraları vardır; bunlar, hoca Nasrettin gibi herkesin kulağındadır.
Bunlar bizim ilk pantolon giyen büyüklerimizdir, şehir görmüş kimselerdir. Bir de köyde kalan yaşlılarımız vardı. Az biraz hatırladıklarım dedem, İbrahim ve Nehsan amcalardı. İbrahim amca ilginç bir adamdı; köyde bir ziyaret vardı, onu beklerdi, ziyarette kim yatıyor, hiç bilmezdik, derlerdi orda kara bir yılan var, korkardık. Birde tarlası ziyarete yakındı, çok iyi kavun karpuz yetiştirirdi; ilk bamya ve domatesler onun tarlasının kıyısında biterdi.
Köyde ilginç kadınlar da vardı sonra; Bahar ve İslim, bu ikisinin sigara içmesine bayılırdım. Sürekli ağızlarında sigara vardı. Sigara söner, dudaklarına yapışırdı. Muhtar çakmağı ellerinin bir parçasıydı. Bir de eşi erken ölen Meta Xece vardı, kadının öyle bir sesi vardı ki, ölü yerinde yaktığı ağıtlar hala kulağımdadır, ne biçim bir aurası vardı, hala aklım ermez. Bu kadınların köfileri de benim için bir yazı konusudur; kaftan ve krasları, sonra gülmeleri, sonra ağlamaları.
Köy demişken, birde cipleri anmam gerek. Köyümüzün iki cipi vardı; biri Salih diğeri Emin amcanındı… Yeşil ciplerdi; bu cipler köyün kentle tek bağlantısıydı; Suruç, Bozova, Halfeti, Birecik ve Nizip’e gidip gelirlerdi. Bazen komşu köylerden müşteriler Emin amcaların evine gelir, kalır, sabah da giderlerdi. Çok şey var ama, köyle ilgili bu kadarı yeterlidir.
Ailede spor diye bir şey var mı? Ata binmek sporsa, ilk kuşağın tümü at hastasılar. Hatta dedem Urfa’da yarışlara bile geliyor. At yarışları da yapılıyor ama bunları ben görmedim. Sonra dişle un çuvalını kaldırmak diye bir şeylerden söz ediliyor. Bunun yanında buğday dövme var.
İşte burada Sabri amcam sahneye çıkıyor. O zamanlar kadınlar erkeklerin kolları gevşemesin diye zılgıt çalıyorlar ama güç bu tükeniyor, zılgıt da para etmiyor. Babayiğit adamlar amcama karşı kuvvetten düşüyor, bana mısın demiyor. Sonra köyde taş atılıyor, kim uzağa atarsa o birinci geliyor; Sabri amcam, herkesin iki misli ve daha ağır taşlar atıyor.
Sabri amca…
Tarla işlerinde yine Sabri en önde… Tarla dışında, kışa hazırlanırken büyük bir loğla toprak damın sıkıştırılması var. Sabri amca, herkesin bir destek vasıtasıyla kullandığı loğu, bir spor aletine dönüştürüyor. Onu halter gibi kaldırıp indiriyor. İşte bu adam kentte geliyor.
Sabri amcamla birlikte o zaman kente gelen iki kişi daha var: Mahmut ve Mehmet amcalar. Mahmut amca, emekli ama Urfa’da namını duymayan yoktur. İyi bir doktordur. Gazetecilik yaptığım yıllarda köylere giderdim, kimin ayağı kesilmişse bana kızardı. Özellikle kadınlar ağızlarına geleni söylerdi. Erkekler sessiz olurdu, dudak altından gülerdi, anlardım, Mahmut amca ya para almamış ya da iye bakmış onlara. Mehmet’i ise iyi tanıyamadım, yayıncılık yaptığım sıra Diyarbakır’da biri bizim standa geldi. O zaman Eyüp Kıran’ın Dewreşe Ewdi kitabını yayımlamıştım.
Meğer Eyüp ağabeyle ikisi iyi arkadaşmışlar, bir sürü anıları var. O zaman tanıdım, elini öptüm. Mahmut ve Mehmet köyümüzün ilk Marksistleridir de, hatta ilk Kürtçüleriydiler. Herkes onların kırmızı kaplı kitaplarından söz ederdi. Hatta günün birinde biri Mahmut amcaya kızıyor ama gözü kesmiyor, adam doktor ama kavga dövüş işlerinden de hiç kaçmıyor, bir şey yapması da lazım, başlıyor Stalin’in (Sterlin) küfretmeye. Mahmut amca, Ferit Uzun’u sever, Abdullah abiyle de İstanbul’da bir süre arkadaşlık yaptığını da biliyorum. Yetmişli yıllarda Antep’te seyyar ülkücüler tarafından kurşunlandığını da hayal meyal hatırlıyorum. İşte bu üçü köyün ikinci kuşak okuyanlarıdır. 50’li yıllardan sonra da ailemiz yavaş yavaş kentte geliyor.
Sabri amcam okulu bitirdikten sonra öğretmen oluyor. Ama sporla bağlantısı hiç kopmuyor. Urfa’da Su Topu takımını kuruyor, kendisi de kaptan oluyor. Yüzmesi nerden geliyor? Pek çok efsane var. Birileri diyorlar ki bir çocuk kuyuya düştü, Sabri güm diye kendini kuyuya atıyor, çocuğu kurtarıyor. 19 Mayıs’ta ateşin içinden atlıyor, sonra el üstünde yürüyor, ters ve düz takla atıyor. Sonra bir gün sporla ciddi ciddi ilgilenenler geliyor, diyorlar ki “gülle at.” Sabri gülleyi eline alıyor, çok uzağa atıyor. Herkes hayret ediyor. Ankara’dan gelen “gülle uzmanı” bunun tekniği bu değil” diyor, çene altından tutup atacaksın. Amca, aynı şekilde, bu sefer daha uzağa atıyor. İnanılmaz bir cesareti var.
Mahmut amca anlatıyor, bir keresinde eliyle topu yakalamak isterken, parmağı kırılıyor. Ne yapsınlar, hemen Eliye İmem diye bilinen yılların çıkıkçısına götürüyorlar Sabri amcayı, o da yumurta, sabun karışımı bir şey yapıyor, tabii iyileşmiyor, eli şişiyor, bu sefer jiletle eli çizmeye başlıyorlar. Halk hekimliğinin tavan yaptığı zamanlar. Sabri amca buna rağmen yerinde durmuyor, bu elin ağrısı diner dinmez bu sefer atletizme dalıyor. Antep’e gidip koşuyor, birinci oluyor. Uzun atlama da yine birinci geliyor.
Sabri amcamın hala anlatılan kavgaları ve önemli bir düsturu da var. Örneğin bir kişiyle kavga etmiyor. Karşıdaki bıçak çekmeyene kadar tokat atmıyor. Birini kötü dövmüşse, ta iyi olana kadar onu hasımlarından koruyor, diş biliyor. Arkadaşları Spartakis’i oynayan İtalyan oyuncu Dan Vadis’e benzetiyorlar Sabri’yi. Güzel bir yerel kahraman; sapanla taş atmayı, ata binmeyi, çift sürmeyi, buğday dövmeyi kentli sporlarla karıştırıyor. Bir keresinde İsa amcam Sabri’yle güreş tutuyor. İsa amcamda, taş gördü mü dünyayı görmez, pehlivan gibiydi. İşte, tam Sabri amcamı iki eliyle sıkıca tutarken, birden Sabri ters takla atıp İsa amcamı önüne düşürüyor; tabii bu arada anamın burnu kanıyor, küp kırılıyor… İki amcam, annemin derdine düşüyor. Babam gelse ne diyecekler?
Sabri amcam demeye gerek yok, çok da yakışıklıydı. Evimiz Yakubiye Mahallesi’ndeyken Fatma halamın ve annemin anlatımıyla, kimi kızlar eve kadar geliyorlarmış. Kimi kadınlar evlenmek istiyor, kimi görmek istiyor. Nenem herkesi kovuyor; oğlumun aklını çelmeyin, okuyacak diyor. İşte bu adam, bu çocukluğumuzun tanrısı, bu masal bir de baktık, kanser oldu. Ailede gördüğüm en büyük taziyeydi. Hala, bir yerlerde onun arkadaşları karşıma çıkar. Büyük bir gururla ondan söz ederler. Çok hikayesi var. Hangisini anlatsam, orda bir acı da boy verir.
Amcam sporla ilgilenirken sanırım birkaç kişiyi etkiledi. Hatta bir ara bizim ailenin gençleri Bayrak Maçları etrafında, yetmişlerde Baziki / Yücel Spor adıyla bir takım kuruyorlar. Takım sanırım Süleyman abimin hap atıp Suruç’ta sahaya çıkması ve bir iki kişiyle kavga etmesiyle spora veda ediyor. Tam takımlar; formaları, ayakkabıları var. Bunlar arasında sanırım dört kişi futbol üzerinden spora devam ediyor. En küçük amcam Halil, Mehmet abim ve Meme diye sevdiğimiz amcaoğlu Ahmet… Bunları iyice hatırlıyorum.
O zamanlar Halepli Bahçe Mahallesi’ndeydik. Mahallede bir biz vardık, bir de Mersavi’ler. Mahalle silme fıstık bahçeleri ve nar ağaçlarıydı. Yakubiye’yle Halepli Bahçe arasında bir tek Yakup Kalfa İlkokulu vardı. Burası eski bir kiliseydi. Burada okudum. Derlerdi, burada bir aziz kendini asmış, ruhu halen yaşıyor. Aşağıda ise büyük bir spor sahası vardı. Burası da çamurdan geçilmezdi. Zamanla fıstık ve nar ağaçları söküldü. Şimdi burası Urfa Müzesi’nin olduğu yerdir. Kıyamet kadar tarihi eser çıktı. Karşı taraftaki Kızılkoyun da ise sayılmayacak kadar çok mağara. Bu üç mahalle de Balıklı Göl’de birleşirdi. Geceleri biz dışarı çıkamazdık. Fıstık ve nar ağaçları altında bir sürü genç oturur, sohbet ederdi. O zamanlar sporcular vardı, bir de solcular.
Gençler haberlere bakacağız diye kahveye gider, sonra bu ağaçların altında otururlardı. Halil amcam o sırada mahallenin fırıncı, bakkal, artık kim varsa herkesi topladı. Ablam şort dikti. Halil amcam takım kurmuş. Bayrak maçlarına katılacak. Amatörde oynayan Mehmet abim destek oluyor. Dava çok büyük. Mahalle temsil edilecek. Az bir şey değil hani. Bizde maçları kale arkasından top taşıyarak izliyoruz. Halil amca oynamıyor ama inanılmaz taktikler veriyor. Antrenör. Bin takım gelse, yenilmez Haleplibahçe. Slogan bu. Sonuç, finale kaldılar.
Tabii ben ve Halil amcam, Mehmet abimi izliyoruz. Mehmet abim lise atletizm takımında ve Birlik Yıldırım Spor’da oynuyor. Biri abime küfretse, amcam kavga ediyor. Bir maçta YSE ve Yıldırım Spor karşı karşıya… Büyük kavga çıktı. Toprak saha toz duman içinde. Sporcular kavga ediyor. Öte yandan sporcuları Şükrü adındaki bir adam tribünlerden tahrik ediyor. Epey maç var belliğimde. Biri Mehmet abimi vursa diye korkuyorum. Bereket bir şey olmadı. Mehmet abim Sabri amcamın kavga bilmez versiyonu. Abim o zamanlar solcu, arkadaşları ona Deniz diyor. İnanılmaz iyi ve güzel arkadaşları var.
Sadullah diye biri vardı, Urfa Spor’da oynuyordu. Kornerden gol atan tek adamdı. Sadullah’a “Sado” diyorlardı, abimlerle top oynuyordu. Bir kavga çıksa ilk o atılıyordu. Kürtçe küfür ediyordu. Çivi gibi yürürdü, çakıla çıkıla. Sonra Mehmet Hakoğlu vardı; YSE’de oynuyordu, güzel bir adamdı. Abimin ilk okuldan beri en iyi arkadaşıydı. Bunlar demin de söz ettiğim mahalledeki toprak sahanın yıldızlarıydı. Mahmut Tuncer’de vardı, çok zayıftı, maç sonrasında sahanın bir köşesinde Ferdi Tayfur’un Istırap Çemberi şarkısını söylüyor, istek üzerine de, Uzun uzun kamışlar diyerek minik konserlerini bitiriyordu. O zamanlar İbrahim Tatlıses almış başını gitmişti, Urfa’da ses denilince bir Kepekçi Avde vardı; hem Türkçe hem Kürtçe söylüyordu. Kepekçi, maçların izliyordu. Arada nar ağaçları altında da türkü söylüyordu arkadaşlarına.
Tuncer’in bu sesler arasında yer alması zordu ama başardı. Futbol da ise Tuncer fena değildi, top çeviremiyordu, yedi numara oynuyordu, bütünpaslar ona gidiyordu ama iş koşuya gelince varlık gösteremiyordu. Ama iyi kafa golleri atıyordu. Buna en çok “kirli” lakaplı Kirli Mehe seviniyordu, o dokuz numaraydı; o gol atınca seviniyordum. Kirli Mihe’yi çok seviyordum, aramızda boy farkı yoktu! Kısaydı. Arada birilerini bıçaklardı. Üç ay yatıp çıkardı. Sayısız yaralaması vardı. Sahada delikanlı idi. Kirli, çok da terbiyeliydi. Narlıkta bazen onları içki içerken görürdük, onlar bizi görünce, rakıyı saklarlardı. Çocuğuz ya, anlamayacağız!
Birlik Yıldırım Spor: En uzun boylu olan Kürt Ahme, yanındaki abim, kaleci Zoof Xele, onun yanındakini çıkartamadım, bir sonraki Mahmut Tuncer ve Yadigar Yusuf. Oturanlar: Faruk, Boze, Mehmet, en baştaki, ellerini açmış olanda Kirli…
Abimin üç arkadaşı daha vardı; birinin adı Küçük Recep’ti, uzun boyluydu ama küçük diyorlardı, yıllar sonra Antep Spor’da gördüm; biri Bozan’dı, Boze diyorlardı, o ve Kirli gibi, çok çalım atıyorlardı. Çalım atarken, başını eğiyordu, biz trübinde bağırıyorduk, “Boze, kafayı kaldır.” Tabi birde Türkçesi zayıf Kürt Ahme vardı. Urfa sporda oynadı. Bir de Yıldırım Spor’un efsane kalecisini anmam gerek; adı Halil’di ama, ne anlama geldiğini bilmediğim Zoof Xele diyorlardı. Takımın emektarı Yadigar Yusuf’tu, taksi şoförüydü.
Abim sporda azimliydi. Hatta o azmi film bile yapılır. Saatlerce iyi koşmak için sürülmüş tarlalarda kış kıyamet nedir bilmez, koşardı. Anlamazdım tabii; meğer ayağı ağırlaşıyor, düz yola çıkınca daha iyi koşuyor. Ağaçlara çıkardı, fıstık mı silkeliyor yoksa maça mı çıkacak belli değildi. Çok hızlı koşuyordu. Evde onun kaç birkaç kupası vardı. Kimse atmamışsa, hepsi duruyordur belki.
Abim, sıkça gazetelere çıkardı. Ben ve Halil amcam, gazeteleri alırdık ama gazeteleri babamdan saklardık. Babam abimin top oynamasını sevmedi. Abim gazetelerde çıkınca gururlanıyordu belki ama bunu pek hissettirmiyordu. Abimin tırnakları atardı. Elbiseleri kirlenirdi. O zamanlar makine yok. Ablam, annem elle yıkıyorlar. Sonra arkadaşları çağırdı mı durmazdı, haberlere bakıp geleceğim derdi. Babam kızardı.
Babam ve İsa amcam, pehlivanlık ve taş işlerini severlerdi. İkisinin de hayalini sanırım İsa amcamın oğlu Hanif yerine getirdi. Babam köyde onu severken bile, gel güreşelim derdi.
Sonra Mehmet abim sınavlara girdi, o zaman Urfa’da üniversite sınavları yapılmıyordu. Abim Diyarbakır’da sınava girdi. O sene, şaibe var diye sonuçlar iptal edildi. Abimin önünde iki yol vardı ya seneye sınavlara girecek ya Urfa Spor’a gidip sporla yaşamını sürdürecekti. İkisi de olmadı. O zaman Urfa’da her gün onlarca insan öldürülüyordu. Abim Almanya’ya gitti. Bu sefer orda top oynadı, bırakmadı, şimdi hala oynuyor. Urfa’daki maç sonuçlarını bile sanki Urfa’daymış gibi takip ediyor. Geçen sene Duisburg’da kendisine spora katkılarından dolayı ödül verildi. Abimin kızları Leyla ve Derya tepeden tırnağa sporcular. At biniyorlar, atletizm yapıyorlar, daha bir sürü etkinlik. Hatta Leyla bu at merakından baytar oldu, tezi de atlar üstüne.
Abimin arkadaşlarının çoğu 12 Eylül’de hapse girdiler. O kalem gibi adamlar ağır işkence gördüler. Abimin en iyi arkadaşı Mehmet Hakoğlu’nu cezaevinden çıktıktan sonra gördüm, incelmişti ama yakışıklıydı yine. Diyarbakır Cezaevi’nde halamın oğlu Mehmet’le birlikte kalmışlardı. Hapiste şiirler yazmıştı. Tuncer, ünlü bir şarkıcı oldu, kasetlerini dinlemedim ama TV’lere sıkça çıkıyor. Bu yazıyı yazarken dinlemek istedim, baktım bildiğim, gözümün önündeki Tuncer değil, bayağı kilo almış, yaşlanmış.
Ama dili değişmemiş hiç. Sado da uzun yıllar hapis yattı, sonra öldü. Öyle bir adam nasıl ölür, hala aklım ermiyor. Kirli, o da ölmüş. Abimden hep Almanya’ya gittikten sonra ibello marka çakmak isterdi. Abim de getirirdi. Abimin arkadaşları hem sporda hem de siyasette, mert adamlardı. Hala birbirlerini hayırla anarlar. Abimin bir arkadaşı vardı, Faruk oğluna abimden dolayı Yücel adını verdi. Hala bu kuşak isimlerle birbirlerini kollar.
Abimin Almanya’ya gitmesiyle ailenin spor ayağa kısaldı. Ben bir süre atletizm takımında yer aldım. Mahalle asfaltında epey top oynamışlığım var. Ama hiçbir zaman bir tekniğe sahip olmadım. Futbol topuna, evin bacalarına vs yerlere serxabun saklamaktan oynamaya zaman da olmadı. Bir ara İstanbul’da halı saha maçları yaptık. O da uzun sürmedi. En son Exeter’de futbol oynamaya karar verdim. Geceleyin oynuyorduk, gözüm seçmiyordu. Hakem olayım dedim, onu da beceremedim, hatır için gol vermişliğim bile oldu, kimseyi kıramıyordum.
Kaç sene önce şiirlerim hakkımda yazılan bir tez için birkaç soru soruldu. Konu, beslenme kaynaklarımdı. Yanıtlar epey uzun. Bir tanesi sporla ilgiliydi. Dedim, seneler önce bizim evin iki yeşil küpü vardı; bunlar kiremittendi, birine yaprak basardık, birine pekmez konurdu. Kışın bunları yerdik. Evimizin geniş bir bahçesi vardı; bahçede büyük bir dut ağacı, bir servi ve büyük bir incir ağacı vardı. Bir gün abim, ağaçlar arasından futbol topuyla iki küp arasına nişan aldı, küp kırıldı, işte zaman şiirim başladı. O kış, pekmez yerine, misafir geldiğinde, pis germencik zeytini yedik.
Sabri amcamla başlayan spor merakımız Mehmet abimle sürdü. Derler, Sabri’yle Saray önünde yürüyen birine bir daha kimse yan gözle bakmazdı ama Mehmet abimin böyle bir namı yoktu. Mehmet abim sporcu yanıyla Sabri amcama çekti, hatta ondan etkilendi ama amcamın gücü kuvveti onda yoktu, vardıysa da biz görmedik, abim kimseyle kavga etmedi, annem bile en iyi ona güç yettirirdi, döverdi. Bu arada, ailede Mehmet ve babam dışında beni de herkes dövdü. Hatta canı sıkılan döverdi.
Sabri amcamın adını alan yeğenim bir ara sporla ilgilendi. Buna sevindik. Sonra bıraktı. Mehmet abimi ve Sabri amcamı sürdüren Halil amcamın oğlu Hasan sürekli top oynadı. Hasan doktor oldu, küçük bir takımla her hafta maç yapmayı ihmal etmedi. Hasan, koyu bir Galatasaray’lı olarak hayatını sürdürdü. Önemli maçlar sırasında çocuklarına sarı kırmızılı formayı giydirip TV karşısına geçti. Hala maç izleyenler arasında yerini alır, görürüm hep. Galatasaray’a kızsam bile bazen, Hasan için desteklerim… Ne de olsa onun çocukları da Galatasaraylı. Ne yapalım, kanımızda var.