Müslüm Yücel: Vazgeçmek

Yazarlar

Vazgeçmediğimiz her şey, bizi kendine köle yapar.  Hayatsa vazgeçmek üzerine kuruludur. Büyük birleşmeler için, büyük ayrılıklar. Kavuşma olmayacaktır. Her kavuşma bir ayrılıktır. Bazen bir şey isteriz ve bunun için güç sarf ederiz. Elde ederiz. Sonra da manzaradan kaçarız. 

Elde ettiğimizin uşağı olmuşuzdur ve farkında olmadan gücümüz, güçsüzlüğümüz olmuştur: Nerde o kaybettiğimiz büyük güçsüzlük günleri? Hepsi geçmişlerdir.  Vazgeçmek, kendine ulaşmaktır ama kim kendisiyle yetinebilmiştir ki? Küçük çıkarlar, anlık hazlar, kapı önlerinde birikmiş ayakkabılar; giden kim, bilmiyoruz. 

Sakladığımız şeyler; nesneler, anılar. Hepsi, bir yalın içindir ama artık yalın diye bir şey de kalmamıştır. Yürürken biri yoksa yürüyüşümüzün anlamı yoktur ama tek başımıza yürürken, birlikte yürüdüğümüz, o hissettiklerimiz nerdedir şimdi? 

Onlar şimdi, kim bilir kimi vaaz ediyorlar. Dört bir yanımız sarılmıştır. Kuşatılmışız. Ateş evcilleştirilmiş, hava yekten bozulmuş, su kirletilmiş, toprak gübrelenmiş ve bu yüzden, dört bir yan sarılmış; evcil hale getirdiğimiz her şey bize benzediği için kendi öz varlığından çıkarılmış ve bunun sonucunda kalbimiz ve beynimiz bozulmuştur. İçimiz bir şüphe denizi, kim bize ne söylerse, garip anlam arayışlarımız; biraz daha ilerisi, bir düşman yaratışımız… 

Düşman, bizde olan bir şeydir, onu boşuna başka yerde ararız, bize sadece bir beyhudelik verir ve onunla, didiniriz. Düşmana niçin ihtiyaç duyarız? Düşman bize ne veriyor? Düşman büyüklük ölçümüz, küstahlık değerimiz, ta ki ona benzeyene kadar sürüp giden iç/ dış savaşımız. 

Düşmanla yaşıyoruz, o yarattığımız; onunla kavga edemeyiz, onunla oturup şöyle bir dertleşemeyiz; düşman, kaçış nedenimiz. Her şey, kaybetmek için miydi? Kaybettiğimize ne olacak? Esir mi olacak bizim gibi? Tut ki esir olduk, bizi esir eden esir değil mi zaten? 

Acıya katlanamıyoruz, üzerinden konuşuyoruz. Yansıtma. Yansıtma bir gerçekle uzlaşma zeminidir ama daha acının tadına varmadan, yarı yolda, acıyı aç, susuz bırakıyoruz, istiyoruz ki hemen dinsin, bunun için, bir başkasına atıyoruz, yoksa da başkasını yaratıyoruz, hemen paylaşıyor ve dağılmasını sağlıyoruz. 

İnsanı seviyor muyuz yoksa bizi kabul ettikleri müddetçe bir kabul mü ediyoruz? Okul kitaplarında okuduğumuz hümanizm- salt okul kitaplarında kalmıştır. Kendimizden başka hiç kimsenin özgürlüğüne tahammülümüz yok. Kimin özgür olup olmadığına karar verdiğimiz ve bir karar merci olduğumuz sürece her şeye ve herkese katlanıyoruz. Bir, eşit olduğumuz fikri, bir fikir bile değildir; zayıf bir olasılıktır.  

Eşitlik, özgürlük yaratır ve bunun zemini adalettir. Ama eşitlik ağır gelir, çünkü yaşarken duyumsadığımız bir şey değildir, okulda öğretilmiştir. Eşitlik, ne bireysel ölçekte vardır ne de siyasal ve toplumsal zeminde. Niçin eşit olamıyoruz ki? Yasalar! Aile vs. Ancak bu yetmiyor. 

Vazgeçmek gerekiyor. Neden vazgeçemiyoruz ki? Nedir bu değerli olan? Hayat mı? Beş para etmez. Öteki tarafın olduğunu bilsem yarından tezi yok, kendimi yok ederim diyecek milyonlarca insan vardır. Cennetin yalan olduğu fikri, insanın sahtekârlığına dayanır. Şüphe bile etmiyoruz. Şüphe, bize yol gösterir, hatta o kadar ileri gider ki, yolun kendisi olur. 

Descartes, her şeyden şüphe duyar; buna kılık kıyafet ve yazım yanlışları da dâhildir. Çünkü şüphe, gerçeğe ulaştırır bizi ama şimdi ve her zaman ulaşmak istediğimiz bir gerçek var mı? Büyük siyasal idealarımız bile, bizi sergilemekten başka bir şeye yaramıyor. 

En değme milliyetçiler, kılık kıyafetleri ve konuşmalarıyla bir gerçeği değil de bir kendini sergilemenin mahsulleri değil mi? Millet demek zaten kendini sergilemek değil mi? O kadar çok oyunsuz kalmışız ki, her fırsatta kendimize bir oyun alanı açıyoruz. En masum duygular bile, bu oyunda oyuncağa dönüyor.  Yazık mı? Değil. Gerekli mi? Hayır… 

İslami ütopya İbrahim Ethem mitiyle adam toplar. Değer mi? Asla! Çünkü Budha’nın yeniden yorumu, bize bir argüman vermiyor. Tahtı bırakıp tarikata geçmek, onu erdemli de yapmıyor. Onu yapabildiğini yapmayan biri yapıyor. Vazgeçen biri değildir o, çünkü vazgeçmiyor, Budha gibi dönüşmüyor da, daha fazlasını istiyor; öteki taraf. 

Ethem, sırasında dini ve düşüncesi için tahtı bırakan bir hükümdar mitiyle Arap devletçiklerinin propagandasıdır ve hatta zoraki bir ulus yaratma biçimi olarak da işliyor. Kentler sadece asker ve polis gücüyle korunmuyor. 

Sadece içine senin dilini konuşanları doldurmakla bir kent oluşmuyor. Bugün hangi kentte gidersek gidelim, ziyarete açık mezarlar vardır; bu mezarların kimisinin içinde şahıs yoktur ama kent kurulurken, manevi bir ordu da gereklidir; şehitler ve veliler bunun içindir, bunlar ordunun temel taşlarıdır. 

Eyüp Ensari’nin mezarı bu anlamda manidardır, açıktır. Bir rüya üzerine bulunmuş, bir rüya üzerine kurgulanmıştır ve ona, görkemli bir vazgeçiş miti yüklenmiştir, altında görkemli bir fetih vardır. Açıktır, din üzerinden vazgeçişler, bir hırka, bir lokma dahil, hepsi fetih düşüncesidir, hepsi bir ve bütün olanı arzuluyor. 

Oysa insan tektir ve bu tekliğini bırakmaktır vazgeçmek. Maddi olandan tek kalemde vazgeçmekse erdemdir. Diyojen burada kalıcı bir sürektir artık; onu izlemenin sırası ve yeridir: Diyojen’nin mal varlığı yemek yediği tahta bir maşrapadan ibarettir ama günün birinde avuçlarıyla su içen birini görünce kendinden geçer, kendine şunu söyler: Diyojen, şimdi senden güçlüsünü buldun işte

İlk yaptığı iş de maşrapasını atmak olur, böylece hiçbir gereği olmayan ağırlıktan kurtulur. Artık hafiftir, insandır. Vazgeçme, büyük oranda budur. Değilse bile, bu olmalıdır. Erdem nedir ki? “Bataklıkta sessiz oturmaktır.” Bir ek yapmak da gerekli belki, ölüler burada bizi sessizce dinler. Onlardır, hiçbir şey saklamadan açık yürekle her bir şeyimizi söylediğimiz kimseler. 

Ama ağırdır ölüler ve sessizlikleriyle bizi korkuturlar. Sevgiliye benzer halleri vardır. Bize boyuna şüphe yüklerler. Ölüler ve artık görüşmediğimiz kimseler, hayatımızın tanıklarıdırlar. Onlara sözler vererek çıkan gür sesimiz, sadece boş kulaklar içindir; sesimizin gür çıkması da gevezeliği örtmekten başka bir şey değildir. 

Kendi adıma ve kendim için gördüğüm tek şey, yozlaşmadır; nedir ki faşizm, seni kendine benzeterek yozlaştırır ve yozluğuna sürekli destek sunar, böyle ayakta kalır, çünkü gerçeğin baştan çıkarıcılığına dayanamaz. Senden hiçbir şey istemiyorum demek o kadar acı veriyor ki ona! Hiç kimseden hiçbir şey istemiyorum. Bana ben bile fazlayım, ben bile kendime bir azayım… Geride bir şeyin olmaması, bırakılmaması ne güzeldir. 

İlginizi Çekebilir

Hakan Tahmaz: ABD seçimlerinin muhalefete öğretecekleri
Temel Demirer: ‘Med Cezir’li ‘Çetin’ Kalem

Öne Çıkanlar