Müslüm Yücel: Veba geceleri

Yazarlar

Eskiden Hitay’lar, çürümüş cesetlerden doğan ve hastalık yayan keskin bir rüzgardan söz ederlerdi… Artık her yerde, bu rüzgar vardı ve o gün bu rüzgar esti… 

O günen gecesinde durgun suların sayısı arttı; gömülemeyen çürümüş cesetler arttı, kayan yıldızlar göğü garip bir oyuna sürüklüyordu sanki ve yer yer gök taşları düşüyordu; şiddetli ve insanın yüzünü yalayan sıcak rüzgarlarla birlikte nem de arttı, toprak giderek bozuldu, hava bozuldu, su bozuldu, rüzgar bozuldu.

Bütün bu bozulmalarla insan bozuldu; insanlar bu bozulmaya biraz daha yardımcı oldu; savaşlarla, toprağa çiğ insan eti yedirdi; artık, her yer miyazmaydı, nefes alan ölüyordu. 

Ve o günün sabahından başlayarak sarı bir bulut göründü ve bu bulut, uzun bir zaman “şehrin” göğünde kaldı. 

Nerden geldi? 

Kimi kuzey, kimi güney, kimi batı, kimi doğu dedi.

Birkaç gün içinde toprak sallandı, sonra yarıldı. Toprağın altında saklı duran kayalardan sesler geldi; bu sesler, bir insanın ağzındaki dişleri gıcırdamasıydı sanki ve açılan uçurumlar, toprağın diliydi, bir haber verilyordu bu dil; sonra insanların çok güvendikleri duvarlar çöküyordu, surlar, saraylar çöküyordu. İşte o zaman birbirini suçlamaya başladı insanlar; bir dil, diğer bir dili; bir din, diğer bir dini kabul etmedi. Savaşlar çıktı ve hiç kimsenin kulağı toprağın çıkardığı sesi duymadı. 

Ne kadar büyük ve sağlam olursa olsun büyük yapılar; saraylar, surlar ve bunların yapıcıları toprağın sesini anlamadıkları an yıkılarlardı. Toprak, benimle yetinin derdi; evlerinizi taştan yapın, kerpiçten yapın; taşa ve kerpice ateş bir şey yapmaz, hatta, ateş sarar onları, güçlendirir derdi… 

Ve su! 

Su, zamanın iki öğesinden biriydi, ikincisi güneşti. Babil, güneşe bakmıştı; Mısır, suya. Tek dertleri zamandı. Güneş doğunca uyanır, batıncaya kadar işler yürütülürdü; gökte ay ve yıldız oynaşmaya başladıkları an da uyunurdu. 

Hayatın suya bağlı olduğu doğruydu. Nehirler vardı sonra, uçsuz bucaksız nehirler. Onlar, gökten akmışlardır. Sabahtan akşama dek adalet dağıtırlar ve toprağın sussuz kalan her zerresine ulaşmak için yorulmak nedir bilmeden çalışırlar. Ama insan nehirlerin alçalıp yükselmesine aldırış etmez. Bazan toprak kurur, verimli olan yer birden çöl kesilir; işte o zaman, geldikleri an insan hayatını alt üst eden çekirgeler gelir; pirince benzer yumurtalarını tek tek dizerler ve yumurtaları bir kese halinde toprağa bırakırlar…

Kefenlenmiş, ölüler ne ise, yumurtalar da odur, ona benzerler ve derken, nehrin suyunu kesenler, bir de bakarlar ki, bir yağmur yağdı; işte o zaman çekirgeler kefenlerinden çıkan ruhlar gibi insan kıyameti biçiminde uyanırlar; nereye gidecekleri bilinmez; durmadan sesler çıkartılar ve kendi sesleri dışında bir ses duydukları an uzun arka bacakları üzerinde doğrularak yaylanırlar, kırlara doğru gelirler. Kimileri onlar için “Allah’ın orduları” der; çünkü hızlarına güç yetmez, bir kıtadan bir kıtaya hızla yayılırlar. Geceleyin dururlar, kısa yollar katederler. Derler ki Allah’ı unutanlara Allah’ı hatırlatan birer memurdurlar. 

İnsanlar çoğaltır onları; nehrin akışına göre bir hayat vardır ve insanlar bu akışı düşünemez, onları bela zannederler. Herkes nehir üzerinde bir hakimiyet kurar, kendi toprağı yeşersin diye başkasının su yolunu değiştirir. Yeşil, berekettir ve bu yeşil birden sarıya döner ve toprak her şeyi alır içine, kusar… Böylece çekirgeler, çölden yeşile sevkedilir, boyunca besin tüketirler.

İnsanın ve evcil hayvanların besinleri tükenir ve böyle bir günde, çekirge süreleri Peygamber bedualarına mazhar olurlar…  Bilge kimseler yok derler, onlar felaket değiller, onlar balığın hapşırığıdırlar… Yoksa dalgalar nerden gelir, tatlı sular nerelerden yol bulup denize gelirler.

Kuruyan her toprak parçası keskin rüzgarlar çağırır; acımasız rüzgarlardır bunlar; çekirgeleri uzun yollara vururlar; çekirgeler gündüzleri nefes almadan yer değiştirirler, geceleyin korku içinde sürüler halinde hareket ederler. Deprem değillerdir, yangın değillerdir ama bunlar kadar etkilidirler. Bazen o özene bezene yapılmış evlere gelirler, yıkıp, yeniden yapmak bile yetmez ama insanlar onları düşünmeden o evleri yaptığı için suçu onlarda bulurlar.

Halep’te kıtlığa neden oldular. Çünkü herkes haramla ve yalanla zehirlenmişti. Temiz ve güzel olsun diye kendi evleri ve yurtları, birilerinin evleri ve yurtlarını kirlenmişti; yıllarca kıtlık yaşandı; insanlar evlerini terk ettiler; sefalet kışın arttı, sokaklar ceset doldu, kimseler toplayamadı, toprak koktu; tifüs ve dizanteri arttı…

Açlık işte o gün, vebayı davet etti. İnsan bedenleri güçsüzleşti gıdasızlıktan. Kasık ve koltuk altlarında hıyarcıklar çıktı. Beden kabarcıklarla doldu. Vebadan kurtuluş gıda olduğu kadar, kenti terk etmekti. Dağa çıkan kurtuldu. Kalan, boğuldu. Temiz hava bedeni dinç tutar, mikrobu atardı. Ve aşağıda kalanlar! Gördü: Çocuklar, sıcaktan solukları kesilerek öldü. Koyu kırmızı Ermeni kili yakı yapıldı, yaralara sirke ve mersine batırılmış pamuklar sürüldü ama hiç biri sonuç vermedi. Kimi alimler “bize bu perdeyi cinler çekti” dedi; yaralar da cinlerin iğneleriydi!    

Sonra birgün, bir sabah vakti yüzyıllarca insanın aklında kalan ve bir feleket olacağını bildiren sarı bulut bir başka kent üzerinde dörde bölünerek dağıldı; bulutun bir parçası kuzeye, bir parçası güneye, bir parçcası doğuya, bir parçası batıya yayıldı, gittiği her kentin üstünü gök gibi kapladı; şehir ne gece ne de gündüzdü. 

Ve bu bulut, İstanbul’a geldiğinde gökten aylarca silinmedi; uykular karıştı ve nerden geldiği bilinmeyen bir sürü pire kentte dolaşmaya başladı. Temizlik imandandır denildi ve bunun bir hamam yapılmasına karar verildi. Hamamın yeride bir sütun vardı. Emredildi ve sütun yıkıldı. Bu yıkımla birlikte, göğe pireler tül gibi çekildi. İnsanlar adım attıklarında pireden başlarında haleler örüldü. Çarşılar pire kolonisiydi. Giysilerini değiştiremeyenler yanıyordu, derileri ısırıklarla doluyordu.

Hamam iyi gelirdi ama, aynı giysi, bu iyiyi ortadan kaldıramıyordu. Hali vakti yerinde olanlar Rusya ve Polonya’dan kürkler getiriyordu; içi sincap kürklü, Ankara tiftiğinden giysiler azdı. Tavşan, çakal, kuzu ne olursa tabakalanıyor ama bu da yetişmiyordu. Kimileri Büyükdere’ye, Tarabya ve Bogaz köylerine sığındı. Sultan ve bütün yaverleri olup biteni anlamak için eski rasat işleriyle uğraşan kimselere ulaşmaya çalıştı ama hiçbiri kalbinden geçeni söyleyemedi; bunun nedeni açıktı, son ve en iyi rasathane, Şeyhülislam Ahmet Şemsettin’in verdiği bir fetva üzerinde Kaptanı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından gür bir top ateşiyle yakılmış, yıkılmıştı. 

Sarı bulut gökte durduğu süre içinde İstanbul yeşilinden soyuldu; yabani otlar daha filiz haline bile gelmeden ya kurudu, ya da hemen yendi, bitirildi. Günlerden Pazartesi’ydi ve o gün, sarı ineğin memesinden siyah süt geldi. Aynı günün gecesinde güneşin bile yüzlerini göremediği kızların bedenleri toprağa düştü; sokaklarda insan bedenleri üzerinde otlar bitti, kimse de dokunamadı.

Sonra sokaklarda çürümüş hayvan cesetlerinin sayısı arttı ve kimi hayvanlar, bu çürümüş etler üzerinde birbirini yedi, yaraladı. Sayısı artan tek şey pireydi; mezarlardan sürüler halinde fareler çıkmaya başladı sonra. Kimi din bilginleri seneler önce öldürüldüğüne inandıkları Şahmeran’a dualar etti, çık dedi, bizi kurtar; seni öldürdüğümüz gün, bu lanetler başladı, tövbe…

Hiç biri fayda etmedi. Pireler yuvalarında, toprak altında ve üzerinde sıvılaştı; toprak, basil bağladı; basil, yuvaları sardı. Halıda yatanlar, sabahleyin baş ağrısıyla kalktı; kustular. İran halıları, Mısır zenginleriyle buluşunca, pireler bayram etti; halı, minder, yastık pire yuvası oldu.  Hekimler, yasak denilmesine rağmen, Veba dediler… Veba sudaki halkalar gibi yayıldı… Harman yerleri kemirgenlerin mezatına döndü, tahıllar tükendi. Ocaklar söndü, pencereler karanlığa gömüldü.

Ölümler arttı. Dindar ve cenazelerine düşkün kimseler yıkıldı; küskünlerin bile bir araya geldiği cenaze törenleri, aile şerefiyle birlikte ortada kaldı. Ölen, öldüğüyle kalmadı; ölenin eşyası da ölüm getirdi. Halk yoksuldu, ahşap evlerde yaşıyordu; kışın mangal ya da odun yakacak gücü yoktu. Kendilerine yeni giysiler alamazlardı. Ölen kimselerin mezata çıkmış elbiselerine sığınan kimseler, bir gün sonra öldü. Ölüye saygı unutuldu. İnsanlar, sevdiklerini toprağa veremedi. Kimileri cesetlerine dua okusun diye imamlara hayvanlarını verdi ama birkaç gün içinde imam öldü, sonra çocukları… 

Kimi din adamları diyorlardı, bu hastalık bize Allah’tandır ve bu hastalık cennetin yıkılan üç yüz altmış kapısından biridir; bu kapıdan birini onarmak için acele etmeliyiz. Bizi, ancak kader kurtarır diyorlardı, karantinayı ret ediyorlardı. Daha da diyorlardı, bu azrailin kanat çırpmasıdır. Bunu söylüyorlardı ve hiddetlerinden gözlerinden kıvılcımlar saçıyordu…

Sonra Müslümanlar ölülerini yıkamaya başladılar ve yıkadıkları her ölünün cennetin bir kapısını açıldığına inandılar ve bir hafta geçmeden ölülerini yıkayanlar da öldü. 

Birileri dediler, veba dışarıdan geldi. 

 

İlginizi Çekebilir

Temel Demirer: Tarım(ın) Hal(ler)i
Oktay Candemir: Paranın ve Korona’nın kimde olduğu belli olmaz

Öne Çıkanlar