Naif Bezwan: Kürdistan meselesi dinamik bir jeopolitik kırılma döneminden geçiyor

GündemSöyleşi

*Günümüzde tüm Kürt siyasi coğrafyasını kapsayan Kürdistan meselesi, ulusal, uluslararası ve bölgesel boyutlarıyla derin ve dinamik bir jeopolitik kırılma döneminden geçiyor. Bu nedenle, meseleye dair herhangi bir süreci yalnızca taraflardan birinin niyetleri, çıkar hesapları ya da oyun planlarıyla açıklamak yetersiz kalır.

*Siyasi konjonktür, hem içerde hem de dışarıda çözüm için elverişli imkânlar sunmasına rağmen, iktidar bloku tam aksi yönde politikalar uyguluyor. Örneğin, Rojava ve Suriye’deki durum süreç için hayati önem taşıyor. Suriye’de tüm bileşenleri kapsayan demokratik ve adem-i merkeziyetçi bir yeniden kuruluş sürecine destek vermek mümkünken, iktidar HTŞ ve bağlı güçlerin taşıyıcı kolonlarını oluşturduğu bağımlı bir dikta rejimi inşasında ısrar ediyor. Bu yapılırken, Kürtlerin etkisizleştirilmesi ya da marjinalleştirilmesi hedefleniyor.

 Viyana Üniversitesi’nden Siyaset Bilimci Prof. Dr. Naif Bezwan, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta yaptığı ‘Barış Ve Demokratik Toplum’ çağrısını Yeni Özgür Politika’dan Barış Balseçer’e değerlendirdi.

Siyaset bilimci, akademisyen Naif Bezwan, bu çağrının PKK’nin yarım yüzyılı aşan mücadele birikimini siyasi ve hukuki bir zemine yöneltme önerisi sunduğuna dikkat çekiyor.

Bezwan ile yapılan röportaj şöyle:

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “PKK’nin kendini feshetmesi ve silahların bırakılması” çağrısı tam olarak ne anlama geliyor? Bu çağrı, PKK için nasıl bir dönüşüm öneriyor?

Öcalan’ın çağrısı, başta Kürdistan ve Türkiye’de olmak üzere uluslararası sahada büyük yankı uyandırdı. Bu durum, değişik yorum ve tartışmalara neden oldu ve olmaya da devam edecek. Öncelikle, PKK’nin direniş ve müzakere tarihinde belki de en kritik dönüm noktasını oluşturan bu önemli çağrıya dair farklı yorum ve değerlendirmeler mümkün, hatta gerekli olduğunu belirterek başlamak isterim. Bu çağrı, esasen Kürdistan’ın merkez üslerinden biri olduğu bölgesel jeopolitik konjonktürden kaynaklanıyor. Dolayısıyla, amaçlanan sonuçları ve istenmeyen etkileri göz önünde bulundurarak tarihsel, bütünlüklü ve dinamik bir yaklaşımla ele alınması daha isabetli olur.

Günümüzde tüm Kürt siyasi coğrafyasını kapsayan Kürdistan meselesi, ulusal, uluslararası ve bölgesel boyutlarıyla derin ve dinamik bir jeopolitik kırılma döneminden geçiyor. Bu nedenle, meseleye dair herhangi bir süreci yalnızca taraflardan birinin niyetleri, çıkar hesapları ya da oyun planlarıyla açıklamak yetersiz kalır.

Fesih konusuna gelince, şunu belirtelim: Söz konusu olan bir şirketin değil, 50 yıllık mücadele geleneğine sahip, askeri ve siyasi gücü bulunan, ülke içinde ve diasporada örgütlü devasa bir hareketin feshidir. Hangi nedenlerden kaynaklanırsa kaynaklansın, bu durum feshin hukuki ve politik bir süreç olmasını gerektirir. Kuşkusuz, fesih çağrısı siyasi kuvvet ilişkileri ile şartların zorlayıcı gücünden kaynaklanabilir. Ayrıca, uygulanagelen yol ve yöntemlerin giderek işlevsizleşmesi gibi somut pratik nedenlere ya da daha iyi sonuçlara farklı yöntemlerle ulaşmayı amaçlayan stratejik saiklere de dayanabilir. Bu değerlendirmeler ışığında, Öcalan’ın kurucu önderi olduğu PKK’ye mücadelenin yöntem ve araçlarına dair iki temel noktada hukuki ve siyasi bir form değişikliği önerdiği söylenebilir. Birincisi, PKK’nin silahlı mücadeleyi önceleyen ve onun gereklerine göre tanımlanmış kurucu örgütsel kodunu değiştirmesidir. İkincisi ise, PKK’nin değişen şartlar ışığında kendini siyasi ve hukuki zeminde yeniden inşa etmesidir.

 Bu çağrı bir “rejim değişikliği” önerisi olarak tanımlanıyor. Türk devletinin mevcut yapısında ne tür bir köklü değişikliği işaret ediyor?

Öcalan’ın çağrısı, birinci dereceden muhatapları ve ihtilafın doğrudan tarafları arasında birbirine tezat oluşturan iki tür yoruma yol açtı. PKK eksenli Kürt siyasi aktörleri, çağrının barış ve demokratik topluma dair referanslarını öne çıkararak bir demokratik dönüşüm paradigmasından söz ederken; devletin yönetimini elinde bulunduran iktidar bloku çağrıyı mevcut rejimin hem içeride hem de dışarıda korunması ve konsolide edilmesi yönünde değerlendirdi. Buraya kadar şaşırtıcı bir durum olmadığı söylenebilir. Bununla birlikte, çağrıda demokrasi ve barış vurgusu ekseninde bir dönüşüm tahayyülü öne çıkarken, Kürtleri devletin ortağı kılabilecek herhangi bir statü tanımlamasına doğrudan bir atıf bulunmamaktadır.

PKK gibi köklü bir yapının “feshi” pratikte nasıl gerçekleşebilir? Bunun için hangi adımlar atılmalı?

Burada bir şirketin feshi değil, tüm Kürdistan sathında ve diasporada geniş ve yaygın örgütsel ağlara sahip, çok katmanlı bir siyasi hareketin feshi söz konusu. Bir şirket bile feshedilirken, ilgili yasada öngörülen esas ve usuller çerçevesinde genel kurul toplantısı yapılması ve gerekli adımların karara bağlanması gerekir. Tartışma konumuz bağlamında ise feshin gerçekleştirilmesi için atılacak siyasi ve hukuki adımların başında, PKK’nin kendi kongresini toplayabilmesi geliyor. Kongrede yapılacak tartışma ve müzakereler sonucunda feshin karara bağlanması mümkün hale gelebilir.

Ancak, Kürt muhataplar tarafından haklı olarak vurgulandığı üzere iki temel mesele öne çıkıyor. Birincisi, kongrenin güvenli bir ortamda yapılması için gerekli koşulların sağlanmasıdır. İkincisi ise, Öcalan’ın kurucu önder sıfatıyla kongreye bizzat dahil ve müdahil olması için gerekli imkân ve araçların yaratılmasıdır. Her tür içerik tartışmasından ve kongrede alınacak muhtemel kararlardan bağımsız olarak, bu iki noktada gerekli ortam sağlanmadan fesih akdinin hukuken gerçekleştirilmesi mümkün görünmüyor. Eğer iktidar ortaklarının arzuladığı “korsan” bir fesih değilse ve feshin kendisi siyasi bir çözümün ana unsuru olarak görülecekse, bunun gerektirdiği hukuki ve siyasi çerçevenin gecikmeden ortaya konulması kritik bir samimiyet testi olarak karşımızda duruyor.

Sizce çağrıda yer alan “Aşırı milliyetçi savruluş” ile federasyon ve özerklik gibi çözümlerin reddedilmesi arasında ne yönlü bir ilişki var? Bu reddediş, Kürt sorununun çözümünü nasıl etkiliyor?

“Federasyon”, “özerklik” ve “kültürel hakların tanınması”, ihtilaf çözümleri literatüründe “etno-politik” ya da “milli meseleler” olarak kodlanan çözümlerin en önde gelen yolları arasında yer alır. Bu nedenle, çatışma sonrası barış içinde birlikte yaşamanın temel formları olarak öne çıkar. Başka bir deyişle, dünyada hiçbir çatışma çözümü yoktur ki bu formlardan birini ya da bir bileşimini içermesin. Ancak, federasyon ve özerklik gibi aynı siyasi birlik içinde kalmayı gerektiren çözüm yollarını gereksiz kılan iki istisna bulunuyor. Bunlar, seperasyon (ayrılma) ve eliminasyondur (yok etme). Seperasyon, çatışmanın kaynağını oluşturan siyasi birlikten kopmayı içerir ve ayrı bir devlet kurulduğunda federal ya da özerk çözümlerin gereği kalmaz. Eliminasyon ise, çatışmanın taraflarından birinin ortadan kaldırılması, yani kolektif hak taleplerinin taşıyıcı öznesinin tasfiye edilmesi anlamına gelir.

Özetle, “federasyon”, “idari özerklik” ve “kültürel hakların tanınması” gibi çözümler, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi birliği ve toprak bütünlüğü çerçevesinde statü tanımlamalarını ifade eder. Ayrılıkçı olmayan ve aynı siyasi birlik içinde yaşamayı temel alan bu makul, meşru ve yaygın çözüm önerilerinin reddedilmesi, Kürt meselesinin demokratik ve siyasi yollarla çözümünü zorlaştırıyor. Bu durum, temelde Kürtlerin kolektif varlığının yok sayılmasına ve yok edilmesine dayanan devlet politikalarından kaynaklanıyor.

Sizce bu çağrının Türkiye’nin mevcut siyasi konjonktüründe karşılık bulma şansı nedir? İktidar ve muhalefet bu çağrıya nasıl yaklaşıyor?

Siyasi konjonktür, hem içerde hem de dışarıda çözüm için elverişli imkânlar sunmasına rağmen, iktidar bloku tam aksi yönde politikalar uyguluyor. Örneğin, Rojava ve Suriye’deki durum süreç için hayati önem taşıyor. Suriye’de tüm bileşenleri kapsayan demokratik ve adem-i merkeziyetçi bir yeniden kuruluş sürecine destek vermek mümkünken, iktidar HTŞ ve bağlı güçlerin taşıyıcı kolonlarını oluşturduğu bağımlı bir dikta rejimi inşasında ısrar ediyor. Bu yapılırken, Kürtlerin etkisizleştirilmesi ya da marjinalleştirilmesi hedefleniyor. Aynı şekilde içeride, ana muhalefetin dahil olduğu geniş bir siyasi çözüm mutabakatı inşa etme imkânı varken, CHP’ye karşı yargı operasyonları sürdürülüyor ve kapsamlı tasfiye planları devreye konuluyor. İçerde rejim giderek radikalleşiyor. Dışarıda ise jeopolitikleşen bir rejim gerçeğiyle karşı karşıyayız. Hükümet, içerde otoriterleşirken, bölgesel düzeyde askeri güce dayalı çatışma, pazarlık ve rekabet siyasetine başvuruyor. Bu, hem ülke içinde hem de sınır ötesinde ortaya çıkan olumlu siyasi konjonktürü çözümsüzlüğe ve çatışmaya sürükleme tehlikesi taşıyor.

İktidar ve muhalefetin tutumuna gelince, mevcut siyasi sürecin barış ve çözüm sürecine evrilmesi gerekiyor. Bunun en geniş toplumsal kesimlerce böyle algılanması için, iktidar blokunun şiddeti ve baskıyı ‘terörsüz Türkiye’ olarak lanse etmekten vazgeçmesi şart. Ayrıca, süreci demokratik muhalefeti böl-yönet stratejisinin aracına dönüştürmekten vazgeçmesi de elzem. Muhalefetin ise Kürtleri nesneleştiren tutumunu geride bırakması gerekiyor. Süreci sadece iktidarın çıkar hesaplarına indirgeyen yaklaşımını terk ederek daha sorumlu, ön alan ve alternatif siyaset üreten bir konuma geçmesi önem taşıyor.

 Çağrı sonrasında ana muhalefetin Kürt sorununun çözümüne dair adımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? İBB Başkanı İmamoğlu’nun tutuklanmasının Sayın Öcalan’ın çağrısıyla bir bağlamı var mı?

Ana muhalefet partisi CHP, süreç boyunca sembolik ve söylemsel düzeyde önemli adımlar attı. Ancak, iki nedenle Kürt meselesinde ön alıcı ve etkin bir çözüm siyaseti ortaya koyamadı. Birincisi, CHP yönetiminin süreci hükümetin çıkar hesapları ve oyun planları üzerinden okuması ve meseleyi iktidarın hedeflerine indirgemesidir. İkincisi, CHP’nin, Cumhuriyetin inkar, asimilasyon ve eliminasyon politikalarını savunan ulusalcı cenahın etkisini tam olarak aşamamasıdır. Bu, CHP’nin Kürt meselesinde aktif ve sorumlu bir siyaset geliştirmesini engelledi. Sonuç olarak, iktidar bloku muhalefet üzerinde siyasi mühendislik yapma ve manevra alanını güçlendirme fırsatı buldu.

İBB Başkanı İmamoğlu’na karşı yürütülen yargı ve algı operasyonları bu bağlama oturuyor. İmamoğlu şahsında, Mart 2024 yerel seçimlerinde “kent uzlaşısı” adı altında yürütülen muhalefetin geniş koalisyonlar oluşturma hakkına yönelik çok yönlü bir saldırı söz konusu. “Kent uzlaşısı”, sembolik adımları somut bir siyasal pratiğe dönüştürerek ülke çapında bir iktidar modeline emsal teşkil edebilirdi. Ancak iktidar, bu ihtimali siyasi baskı ve yargı eliyle kriminalize ederek engellemeye çalışıyor. İBB’yi hedef alan baskı politikaları, süreci zorlaştıran yeni bir etken olarak tehlikeli bir tırmanışa işaret ediyor. Bu, çözüm için uygun iç siyasi konjonktürün iktidar tarafından nasıl berhava edildiğini ortaya koyan somut bir gelişme.

Kürt meselesinde çatışma ve müzakere ikileminde bizi ne bekliyor? Daha doğrusu neler yapılabilir?

Kürt ulusal hareketleri yüzyıldır Türkiye, İran, Irak ve Suriye hükümetleriyle sayısız müzakere gerçekleştirdi ve bazı antlaşmalar imzaladı. Ancak bunların hiçbiri kalıcı bir barışla sonuçlanmadı; aksine her defasında daha büyük saldırılar ve kapsamlı şiddet uygulamalarıyla karşılaşıldı. İlgili devletler, Kürtlerle yürütülen görüşmeleri herhangi bir anlaşmaya ulaşmayı engellemek amacıyla kurguladı. Bunun nedeni, Kürdistan’ı yöneten rejimlerin Kürtlere kitlesel şiddet ve pasifikasyon yoluyla “sulh” dayatması ve kendini inkar üzerine bir dönüşüm empoze etmesiydi.

PKK’nin uzun ve zorlu mücadele tarihi de bu örüntüden farklı değil. PKK, 1990’lı yıllardan bu yana müzakere yoluyla siyasi çözüm imkânlarına açık bir pozisyon aldı ve bu imkânın belirdiği her anda gereken yatırımı yaptı. Ancak devlet, siyasi çözüm girişimlerini tasfiye amaçlı kullandığında, PKK çareyi yeniden silaha başvurmakta buldu. Bu kısır döngü sürekli devam etti. Ne yazık ki bugün de böyle bir kısır döngü riskiyle karşı karşıyayız. Bundan kastım, devletin dayattığı esaslar ve usullerle şekillenen bir “çözüm” ile silahlı mücadele arasında bir tercihe zorlamanın yarattığı kemirici ikilemdir. Ancak, son yarım asrın çatışma ve müzakere süreçlerinde elde edilen deneyimler, birikimler, ortaya çıkan ulusal bilinç, örgütlülük ve güçle bu tarihsel açmazı aşmak mümkün. Bu, yeni bir kolektif iyilik ve özgürleşme tahayyülü ortaya koymaktan, kalıcı ve kapsayıcı bir demokratik kurumsallaşmaya yönelmekten, kitlesel sivil mücadele ve direniş pratiklerini yaygınlaştırmaktan geçiyor. Bu eksende, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı on yıllardır sürdürülen silahlı direnişin gelinen aşamada ne bir anlamı ne de bir karşılığı kaldığı görülecektir.

İlginizi Çekebilir

Hamas ve İsrail arasında 45 günlük yeni bir ateşkes görüşülüyor
Diyarbakır Barosu hasta tutsaklara dair önerileri bakanlığa ve Meclis’e sundu

Öne Çıkanlar