Nuri Fırat: 100. Yılında Lozan Anlaşması; Bir Büyük Yalanın Hikâyesi

Yazarlar

Tarih 23 Ekim 1971’i gösterdiğinde Dışişleri Bakanlığı tarafından Türkiye’nin Londra Büyükelçiliğine gönderilen 152 sayılı talimatta “Kürtlerin Etnik Kökeni Hakkında” bir araştırma emri verilmişti. Daha doğrusu, bu talimatın gereğini yerine getirmek üzere doğrudan görevlendirildiğini belirten ve yaptığı araştırmayı bu talimattan iki ay sonra bir rapor halinde Ankara’ya gönderen Bilal. N. Şimşir’in doğrudan ifadeleriyle aktaracak olursam, tam olarak talimatın konusu şöyleydi:

“Sir Henry Creswicke Rawlinson’un, Encyclopedia Britannica’da, Kürtlerin Turanî ırktan geldikleri yolundaki görüşünü hangi kaynaklara dayanarak ileri sürmüş olabileceği hakkında” bir araştırma isteniyordu. (Şimşir, 2007: 517)

Dışişleri bakanlığından, bizzat bakanın imzasıyla gönderilen talimat bu şekildeydi. Burada bir durup, öncelikle birkaç hususa özellikle dikkat çekmeliyim.

Birincisi, burada sözü edilen Rawlinson ve ansiklopediye kısaca değinmek lazım.

Bu konuyu araştırmakla görevlendirilen kişi, bahsettiğim gibi Bilal Şimşir. Kendisi o zamanlar Türkiye’nin Londra Büyükelçiliğinde “birinci sınıf konsolos” sıfatıyla görevlidir ve yıllar sonra yazdığı kitaplardan da anlaşıldığı gibi hariciyenin cevval bir üyesi olarak Kürtlerle ilgili epey mesaisi olmuş. Haliyle Dışişleri Bakanlığının Kürtlerin kökenine dair talimatı için görevlendirilmiş olması şaşırtıcı olmuyor.

Şimşir’in araştırmakla görevlendirildiği kişi ise Sir H. C. Rawlinson adlı eski bir İngiliz diplomat, sömürge görevlisi ve özellikle Asur tarihi hakkında bilgisi olan bir şarkiyatçı. Doğrusu Rawlinson ilk kez Türk devlet yetkilileri tarafından keşfedilmiyordu; örneğin, daha sonra değineceğim üzere, İsmet İnönü zaten kendisini 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’nın ayları bulan görüşmeleri sırasında keşfetmişti ve önemli bir yalan için referans da göstermişti. Aradan yaklaşık 50 yıl geçtikten sonra Türk devleti tam da İnönü’nün referans verdiği gerekçeden dolayı yeniden Rawlinson’u ve onun Kürtler hakkındaki görüşlerini merak etmiş ve araştırılmasını istemişti.

Rawlinson’un Kürtlerle ilgili bu kadar merak edilen görüşleri ise, Encyclopedia Britannica’nın 1875-1889 yılları arasındaki dokuzuncu edisyonunda yer verilen “Kürdistan” maddesi idi. 1895’te ölen Rawlinson’un yazdığı Kürdistan maddesi, 1910-1911 yıllarındaki on birinci edisyona kadar korunmuş ve daha sonra bu madde değiştirilmişti. Zira o dönem itibarıyla Kürtler hakkında çok daha yetkin görüşler, araştırmalar ve veriler söz konusuydu ve Rawlinson’un epey üstünkörü iddialara dayanan görüşleri artık dikkate değer bulunmuyordu. Elbette Kürtlerin varlığını inkâr edip onları Turanî ilan eden Türk devleti hariç, onlar için Rawlinson her zaman çok kıymetliydi.

İkinci husus şu:

1971’de gönderilen talimata bakıldığında, İsmet İnönü’nün Lozan’da referans aldığı kaynakta tam olarak neler yazıldığı veya İnönü’nün neden bu kaynağı referans verdiği aslında İnönü’nün yolunda gidenler tarafından bilinmediği ortaya çıkıyor. Ki, Türkçülük faaliyetlerinin önemli merkezlerinden olan Türk Ocakları Kürtlerle ilgili pek çok yayının yanı sıra daha 1920’li yılların ortalarında Encyclopedia Britannica’daki Rawlinson’un yazdığı Kürdistan maddesinin çevirisini yapıp, gizli mahreciyle devlet yetkililerinin faydalanması için ilgili yerlere ulaştırmıştı (Beşikçi, 1970: 323; Ayrıca 7 Mayıs 1926 tarihli “Maarif Vekâleti Celilesi’ne” üst yazısıyla kaleme alınan “Hülasa: Kürtlere Dair” başlıklı resmi rapor için bkz. Yıldırım (der) 2011: 47-48). Belki de kimse okumamış ya da 50 yıl sonra unutulmuştu bu çeviri! Bilemiyoruz elbette… Kısacası Lozan’daki görüşmelerden yaklaşık 50 yıl sonra bile, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tez olarak ileri sürdüğü “Kürtlerin Türk olduğu ya da Turanî ırktan geldiği” yönündeki iddia hakkında, Kürtlerin ikna edilmesini bir yana bırakın, bu tezi canhıraş savunanların bile aslında hiçbir bir bilgilerinin olmadığı ve bunu bir ezber olarak savunageldikleri anlaşılıyor. Bu da Kürtlerle ilgili resmi söylemin rezilliğini bir başka biçimde ortaya koyuyor.

Üçüncü bir hususa gelince…

Söz konusu talimatın gönderildiği dönem önemlidir. 1960’tan itibaren Türkiye’deki Kürt muhalefeti yeniden canlanmaya başlamış; 1970’lere gelindiğinde ise çok daha görünür bir hale gelmişti. Ancak devlet her zamanki gibi bildiğini yapmış ve askeri darbelerle, her türlü zulüm ve baskıyla Kürt muhalefetini bir kez daha bastırmaya çalışmıştı. Elbette bugünden geriye bakıldığında, Kürt muhalefetini bastıramadığını da görüyoruz. Ancak Kürtlere yönelik zulmü bakiydi; nitekim 1970’lerde devlet yüzlerce kişiyi hapse koymuş, haklarında davalar açmış ve cezalandırmıştı. Bu dönemin sembol vakalarından biri de örneğin Devrimci Doğu Kültür Ocakları davasıdır, ki bu dernek Kürt gençlerinin veya muhaliflerin buluştuğu bir adrestir (Bkz. Temel 2015; Arslan 2020). Aynı dönemlerde hakeza İsmail Beşikçi hakkında davalar açılmış ve tutuklanmıştı (Bkz. Beşikçi 1992). Bütün bu davalar için hazırlanan iddianamelerde ise devletin resmi tezleri ileri sürülüyordu, Kürtlerin Türk oldukları bildik ezberle tekrarlanıyordu ve trajik olan ise, bu saçmalıklar dayanak yapılarak Kürtlere ağır cezaların verilmesiydi. Demek istediğim, devletin yeniden Rawlinson’u hatırlaması ve onun hakkında araştırma istemesi söz konusu dönemdeki Kürt muhalefetinin etkisiyle de ilgiliydi.

Dördüncü bir husus…

Aslında Kürtlerin inkârına dair resmi görüşün sözüm ona daha sağlam verilere dayandırılması amacıyla bir tek 12 Mart darbecileri yurtdışı temsilciliklerine talimat göndermemişti. Bilindiği kadarıyla bu ikinci talimattı. Bu talimattan sadece üç yıl önce, bu kez de 27 Mayıs darbecilerinin murat ettiği şekliyle bir başka talimat daha yollanmıştı.

27 Mayıs 1960 darbecileri bir “Doğu Raporu” hazırlamış ve bu raporda geçtiği üzere “kendini Kürt sananların” yeniden Türkleştirilmesi için pek çok tedbir sıralanmıştı. Bir bakıma 1925’teki Şark Islahat Raporu ve sonrasında yayımlanan onlarca devlet raporunun bir tekrarı söz konusuydu (Bkz. Bayrak 2009; Yayman 2011). Detaylarına burada girmeyeceğim darbecilerin Doğu Raporu’nda “Kendilerini Kürt sananların, menşelerinin Turanî kavimlere dayandığı hakkında, çeşitli yönlerden arayışlar yapılmaya ve neticeleri, türlü neşir vasıtalarıyla yayınlanmaya devam olunmalıdır” deniliyordu (Yayman, 2011: 185). Hakikaten de Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü adında bir kurum kuruldu ve bu kurum bünyesinde yıllarca onlarca kitap, broşür ve dergi yayımlandı (Anuk, 2015). Bu yayınların çoğunu inceledim ve hepsinin birbirini tekrar ettiğini belirtmem lazım; bu “yerli” ve çoğunlukla asker kökenli kişiler tarafından yazılmış yayınların hiçbir orijinal tarafı olmadığı gibi, yıllar boyu tekrarlanan savsataları barındırıyordu. Bu savsatalar da bırakın Kürtleri, sahiplerini bile ikna etmekten bir hayli uzaktı. Bu yüzden olacak ki, 27 Mayıs darbecileri ve onları takip eden 12 Mart darbecileri, devletin Kürt inkârı için ileri sürdüğü argümanların sözüm ona daha bilimsel ve özellikle uluslararası alanda daha inandırıcı olabilmesi için yeni arayışlara girmek zorunda kalıyordu. O kadar aciz durumdalardı ki, örneğin Kürdolog Vladimir Minorsky’nin İslam Ansiklopedisi’nde yer alan Kürtlerle ilgili makalesi bile tek başına resmi tezin yerle bir olmasına yetiyordu. Bu nedenle 27 Mayıs darbecilerinin Doğu Raporu’nda şöyle bir madde yer alıyordu:

“İslam Ansiklopedisi, Rus alim ve politikacı Minovski’nin [adını bile yanlış yazmışlardı, gerçekte Minorsky] tarafgirane bir surette, kendini Kürt sananların kökeninin İranî olduğunu iddia eden yazısını alarak, kendilerini Kürt sananlar kısmında neşretmekle, Lozan’da delegelere kabul ettirilen, kendilerini Kürt sananların dağlı Türkler olduğu ve kökenlerinin Turanî olduğu tezi ile de tezada düşülmüştür. Doğulu münevverler arasında münakaşayı mucip olan ve ayrılık taraftarlarına tutamak veren bu hata, derhal tashih edilmelidir.” (Yayman 2011:185) (Bu arada Kürtlere dair her türlü yayının yasak olduğu dönemlerde Minorsky’nin bu makalesi ansiklopedinin Türkçe edisyonunda şerh konularak da olsa yayımlanmıştı.)

Darbecilerin bu muradını yerine getirmek için Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki hükümetin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, 1968’de dış temsilciliklere bir talimat göndermiş, Kürtçülük faaliyetleri hakkında bilgi toplanmasını ve Türkiye’nin resmi görüşünün savunulmasını emretmişti. Kürtlerle ilgili nerede kim varsa, ne yapılmışsa veya yazılmışsa pek çok istihbarat bilgisi toplanmış ve Ankara’ya yollanmıştı (Bkz. Şimşir, 2007-2009). Ancak Minorsky’nin Kürtler hakkındaki görüşlerini tashih etmek mümkün olmamıştı. Bu nedenle bu kez 12 Mart Darbecileri bu işe el atmışlardı ve en başta sözünü ettiğim Ekim 1971 tarihli talimatı göndermişlerdi.

Belirttiğim gibi, 12 Mart sonrasında Ankara’dan Londra’ya gönderilen talimatın gereğini yerine getirmek üzere görevlendirilen kişi diplomat Bilal N. Şimşir’dir. Aslen Bulgar göçmeni olan Şimşir, daha 1950’lerin sonlarından itibaren Kürt meselesiyle ilgili olmaya başlamış, bugün bile pek çok Kürt araştırmacının ulaşmakta epey zorlandığı Kürtlerle ilgili sayısız değerli Batılı kaynağı devletin imtiyazlarıyla elde etmiş ve fakat bütün bunları devletin resmi görüşlerini savunmak adına heba etmiş biridir. Şimşir için de gerçekte Kürt diye bir kavim ya da millet yoktur, Kürtler hakkındaki tüm görüşler veya yayınlar da Batılı dış güçlerin Türkiye’yi zayıflatmak ve bölmek amacıyla ortaya attığı kötü bir emel olan Kürtçülük ile ilgilidir. Bu bakış açısına sahip Şimşir, misyoner titizliğiyle zaman kaybetmeksizin Ankara’dan gelen talimatın gereğini yerine getirmek için araştırmaya koyulmuş ve iki ay sonra da elde ettiği sonuçları bir rapor halinde Ankara’ya göndermişti. Ayrıca 2007’de yazdığı kitapta da bu bulgularına yer vermişti.

Şimşir ilk olarak Sir Henry C. Rawlinson’un Encyclopedia Britannica’daki Kürdistan makalesini inceliyor. (Bu arada bir not olarak belirteyim: Rawlinson’un söz konusu Kürdistan makalesi, Kürt milliyetçilerinin 1918’deki Jîn Dergisinin 10., 11. ve 12. sayılarında da yayımlanmıştı.)

Öncelikle Şimşir’in de dikkat çektiği gibi, Rawlinson, Kürtçenin Kurmanci lehçesi ile diğer lehçeleri hakkında farklı görüşler bildiriyordu. Buna göre, Rawlinson, Kürtlerin dili olarak Kurmanci lehçesini kabul ediyor ve bu lehçenin bir eski İrani dil Patois’sı olduğunu yazıyordu; Kürtçenin İranî bir dil olduğundan emindi. Bununla birlikte Şimşir’in esas olarak ilgilendiği üzere, Rawlinson, Kurmanci lehçesinin içine “kuzeyde Keldanca sözcüklerle, güneyde de Babiller döneminden kalmış olması muhtemel bir takım Turanî öğelerin” karışmış olabileceğini ileri sürüyordu. Zazaca lehçesinin İranî kökten, Aryan stock’tan geldiğini belirten Rawlinson, Guran lehçesini ise daha çok Farsçaya yakın buluyordu. Nihayetinde ise Rawlinson, “Asıl Kürtçenin mensup olduğu Aryen dil grubundan geldiği konusunda kuşkuya yer yoktur” demekte ve ayrıca Şimşir’in de kitabında aktardığı üzere şunları da yazmaktadır:

“Kürtlerin ‘Türklere dil bakımından, İranlılara da mezhep anlaşmazlığı yüzünden yabancı kaldıklarından, her tarafta kendilerine güvensizlik duyulur ve adeta müzmin bir savaş durumunda imişler gibi yaşarlar.” (Şimşir, 2007: 519-520)

Kürt diline dair Rawlinson’un ileri sürdüğü görüşler, Turanî kısmı hariç elbette, neredeyse tamamen Claudius James Rich’in (2018) varsayımlarıyla aynıdır (Bkz. Fırat 2015). Ancak bu görüşler Şimşir’in çok da işine yaramıyor, en azından devletin Kürtlerin Turanî kökeni hakkında kendisinden istediği araştırma için gerekli olan veriler bu konuda yok. Başka bir deyişle, her ne kadar Şimşir, “soy kökü Turanî olduğu kabul edilen bir kavmin dilinin de aslen Turanî olması ve bugünkü İran dilinin ise sonradan kabul veya empoze edilmiş bulunması akla yakındır” (2007:521) diyerek, “aslında dağ Türkleri olan Kürtlerin İranilerle etkileşime girdikleri ve böylece dillerinde bozulma olduğu” savsatasını yayan pek çok Türkçüyü tekrarlıyorsa da, en nihayetinde şu gerçeğin de farkında ve bu yüzden Şimşir şöyle yazıyor:

“Kürtçenin incelenip öğretildiği bazı ihtisas okullarında, bu arada Paris’teki Ecole Nationale des Langues Orientales Vivantes’ta (Yaşayan Doğu Dilleri Ulusal Okulu’nda), Kürtçe, İranî diller grubunda yer almaktadır. Kürtçe ile ilgili yayınlar, İranî diller içinde tasnif edilmiş ve ihtisaslaşmış kataloglara da o şekilde girmiş bulunmaktadır. ‘Kürdoloji’ denen ilmî-siyasî araştırma dalının oldukça gelişmiş bulunduğu bugünkü devirde, çağdaş Kürtçenin İranî değil de Turanî bir dil olduğunu ileri sürmek ve kabul ettirebilmek çok güçtür, denilebilir” (2007: 520).

Anlaşılacağı üzere Kürt diliyle ilgili, her ne kadar Kurmanci lehçesinin içine “Babiller döneminden gelmiş olması muhtemel bir takım Turanî öğelerin” karışmış olabileceğini ileri sürmüşse de, Rawlinson, bu konuda Şimşir’in ilgisini çekmiyordu. Dolayısıyla Kürt diliyle ilgili Rawlinson’dan umduğunu bulamayan, günümüz gerçeklerinin de farkında olan Şimşir esas olarak Rawlinson’un Kürtlerin kökeni hakkındaki görüşleriyle ilgileniyor.

Rawlinson, Kürdistan makalesinde, “daha önceleri Kürtlerin kökeni incelenirken” örneğin Anabassis’in Onbinlerin Dönüşü kitabında geçen “Karduşi’lerden (Carduchi) söz etmenin yeterli” sayıldığını, ancak “son zamanlarda meydana çıkan tarihsel gerçekler”in “Kürtleri Yunan döneminden daha uzak dönemlere götürdüğünü” belirtiyordu. Devamla “tarihin başlangıcında Asuristan’daki dağlara Goto (Gutu) adı verilen ve ‘savaşçı’, ‘cengaver’ anlamına gelen bir halk[ın] egemen” olduğunu ve bu adın Asurcada “Qardu” (Gardu, Kardu) ile eş anlama geldiğini yazan Rawlinson, sonrasında ise İsmet İnönü’yü ve Şimşir’i ilgilendiren bir paragraflık bölümde şunları yazıyordu:

“Gotolar Turan soyundan bir kabile idiler. Güçlü ve zorlu oluşlarının ölçüsünü takdir edebilmek için, eski çivi yazısı ile yazılmış olayları içeren yazıtlarda bunların Batı Asya’nın Suriyeliler (Susians) ile Hititler (Elamites) ve Babil’in (Akkadians) milletleri arasında belirtilmiş olduklarını söylemek yeterlidir. Bu milletin, tüm Asur saltanatı döneminde siyasal bağımsızlığını az-çok korumuş olduğu anlaşılıyor. Nineva’nın düşüşünden sonra Medyalılara karışarak, küçük Asya’nın yüksek ovalarında oturan Ermeni ve Fars kavimleri gibi, giderek Arîleştiler. Çünkü tarihin bu döneminde büyük ölçüde kabile göçü meydana gelmişti ve bu kabileler, nereden gelmiş olurlarsa olsunlar, herhalde Arîler topluluğundandırlar.” (2007: 521)

Rawlinson’un Şimşir’i ilgilendiren Kürtlerin kökenine dair bir paragraflık iddiasını bu şekilde İngilizceden Türkçeye çevirmek mümkün. Türkçeye bu şekilde çevirdim, çünkü Şimşir kitabında paragrafın orijinal İngilizcesini aktarıyor. Bunun için de bir iki kelam etmek lazım.

Bir yandan Kürtlerle ilgili bütün Batılı kaynakları Kürtçülük komplosu çerçevesinde ele alıp değersizleştirmeye çalışan Şimşir, öbür yandan kendi savsatalarını ilgilendiren bir metni ise olduğu gibi İngilizce aktarıyor, böylece savsatasının ne kadar “bilimsel” olduğunu da yine bir Batılı dille ispatlamaya çalışıyor. Belki de sadece dil bilgisini kanıtlamaya çalışıyordur!

Rawlinson’un Şimşir’i ilgilendiren bu görüşlerinden hareketle, bir hususu ele alalım ve böylece başından beri anlatmaya çalıştığım absürtlüğü anlamış olalım: Rawlinson’un kaynakları ve Şimşir’in kaynak seçimi…

Doğrusu bu konuda çok şey belirtmeye gerek yok. Nitekim Kürtlerin Türklüğüne dair ciddi bir iddia olarak Rawlinson’un bu görüşlerini ele alıp değerlendirmesine rağmen, Şimşir’in öbür yandan Rawlinson’un esas aldığı kaynaklar konusunda ise gayet dürüst davrandığı söylenebilir. Daha doğrusu Rawlinson’un hiçbir kaynağa başvurmaksızın bu varsayımsal görüşleri ileri sürdüğünü Şimşir de tespit ediyor.

Ancak bunu tespit ederken, Şimşir bir yanıyla da aslında kendi vaziyetini de ortaya koymuş oluyor. Çünkü Şimşir bir yandan Rawlinson’u “Kürtlerin soy kökenini derinlemesine araştırmış olan uzmanlardan biri” veya “Kürtleri araştıran görevli gezginler, konsoloslar arasından – sayıları pek az da olsa – bilimsel tarafları ağır basanlar”dan biri olarak tanıtıyor (2007:20). Ancak öbür yandan sadece kaynağı belirsiz ve nerede oldukları da belli olmayan çivi yazılarından bahseden Rawlinson’un “karanlıkta bıraktığı noktalardan” dolayı ise Şimşir şöyle dert yanıyor: “Gerek bu yazıtların, gerek çok daha önceki devirlere ait olduğu anlaşılan ilk çivi yazısı belgelerin (early cuneiform records) kesinlikle nerede bulundukları veya bunların kitaplar halinde yayımlanıp yayımlanmadıkları hakkında Rawlinson hiçbir bilgi vermemektedir. Kürtlerin Turan soyundan geldiklerini açık seçik belirten böyle belgeler varsa bunlar halen nerededir? Kimler tarafından çözülüp okunmuştur? Yalnız Kürtlerin menşeinden söz ederken yazar [Rawlinson], “modern research” (modern araştırmalar) ve “we now find that” (bugün şunu buluyoruz ki) ifadelerini kullanmaktadır. Fakat bunlarla kendisinin şahsi araştırmalarını mı yoksa yazının kaleme alındığı devirlerde ilim adamlarının yeni araştırma ve buluşlarını mı kastetmektedir, belli değildir” (2007: 522).

Anlaşılacağı üzere, bir yanıyla Rawlinson’u göklere çıkaran Şimşir, öbür yandan Rawlinson cevaplarını karanlıkta bıraktığı için de bu soruları soruyor.

“Karanlıkta bırakılan bu noktalar” Şimşir’i Rawlinson’un “hayatını ve eserlerini araştırmaya” götürüyor. Şimşir, pes etmiyor; ille de Rawlinson’un dayanaksız iddialarını doğrulamaya çalışıyor. Çünkü Şimşir’e göre, “Rawlinson, Kürtlerin Turanî ırktan geldikleri yolundaki tezine dayanak olarak, eski çivi yazısı belgeleri ve çivi yazısıyla yazılmış yazıtları anmaktadır. Kendisi çivi yazısı uzmanı olduğuna göre, bu alanda yetkiyle konuşabilecek durumdadır” (2007: 524).

Şimşir böyle düşünüyor, ancak nerede bu yazıtlar, bu kanıtlar? Aslında Şimşir de aynı soruları şöyle soruyor:

“Bu yazıtlar bugün hâlâ yerli yerinde durmakta mıdır, yoksa British Museum’a taşınmışlar mıdır? Bizim uzmanlarımız bunları inceleyebilmişler midir ya da ne kadar inceleyebilmişlerdir? Sorular, sorular, insanın zihnini kurcalıyor” (2007: 62).

Özellikle bu çivi yazıları efsanesi, bir yandan bu şekilde zihnini kurcalayıp dururken, Şimşir, öbür yandan Rawlinson’un yayınlanmış 16 kitabını ve İngiliz devlet arşivlerinde bulunan raporlarını incelemeye koyuluyor. Rawlinson’un çoğunlukla Asur tarihiyle ilgili olan kitaplarından pek bir şey anlamadığını itiraf eden Şimşir, “Rawlinson’un, yine Asuri devri ile ilgili olmakla beraber İngilizce olarak kaleme alınmış iki kitabını gözden” geçirdiğini ve ne yazık ki, “doğrudan doğruya Kürtlerin menşei ile ilgili satırlara rastlayamadığını” kaydediyor. “Rawlinson’un Bağdat’ta İngiltere Konsolosu sıfatıyla görevli bulunduğu yıllara (1844-1855) ait” “11 cilt halinde toplanmış” ve “İngiltere Devlet Arşivlerinin (Public Record Office) Dışişleri Arşivleri (Foreign Office) bölümünde muhafaza edilen” resmi yazışmaları da Şimşir’e istediğini vermiyor (2007: 525-26).

Bunun üzerine Şimşir, Rawlinson’u da kapsayan dönemin İngiliz arşivlerine el atıyor. Şimşir, 1971’de Ankara’ya yolladığı raporda, “Kürtler ile ilgili İngiliz Konsoloslukları raporları”nı içeren “1844-1913 yıllarına ait 130 kadar arşiv cildi tespit” ettiğini yazıyor. Ayrıca Şimşir, söz konusu dönemde Rawlinson’dan çok daha fazla bilgi ve yetkinlikle Kürtler hakkında yazmış kişilerin kitaplarını, raporlarını ve makalelerini de inceliyor. Örneğin bu isimlerin başında Sir Austin Henry Layard (2000) geliyor; ki kendisi sadece bir İngiliz sömürge görevlisi değil, aynı zamanda Ninova bölgesindeki Babil ve Asur dönemlerine dair kazılar yapan, oldukça önemli tarihi bulguları ortaya çıkaran bir arkeolog ve aynı zamanda Asurolog’tur. Epey ilişkili olduğu Kürtlere dair de birçok şey yazan Layard, “Ninova ve Kalıntıları” (2000) adlı kitabında da bütün bu hususlardan bahsediyordu.

Şimşir’in ifadeleriyle, “Bir Türk dostu sıfatıyla 1877-1878 Türk-Rus Savaşı arifesinde İstanbul’a İngiltere Büyükelçisi olarak da atanmış bulunan Layard’ın birçok eseri” de Rawlinson’un Kürtler hakkındaki varsayımlarını doğrulamıyor, aksine Şimşir’in de tespit ettiği üzere, Layard Rawlinson’un görüşlerini kuşkuyla karşılıyor ve dolayısıyla Şimşir’in beklentilerini karşılamıyor (2007: 526-529). Bu durumda 1800’lü yıllarda Kürtlerle çok daha fazla ilişkisi bulunan ve çok önemli kaynaklar geride bırakan Claudius James Rich gibi diğer önemli isimlerden bahsetmeme bile gerek yok. Çünkü Şimşir hepsinden eli boş dönüyor.

Ancak arsızlık bu ya, Şimşir pes etmiyor, ille de tekkeden süt sağacak! Çünkü Şimşir’e göre, Rawlinson’un Kürtlerin Turanî olduklarına dair varsayımı kesinlikle doğrudur; mesele, 1970’li yıllar itibarıyla, Türklerin zaten 50 yıldır savunduğu bu iddiaya bir dayanak bulmaktı. Şimşir bu beyhude çabalardan yılmıyor, aksine 1971’de Ankara’ya ne yapılabileceğine dair önerilerde bulunuyor.

Bir önerisi İngiliz Konsoloslukları raporları hakkında… Rawlinson’un Kürdistan makalesini yazarken başvurduğu “İngiliz Konsoloslukları raporlarında doğrudan doğruya Kürtlerin menşei hakkında ilk elden fazla bilgi bulunabileceğine pek ihtimal vermiyorum” diyen Şimşir, bu kez şöyle yazıyor: “Kürtlerin Turanî soydan geldiklerine değinen ikinci elden bazı belgelere veya satırlara belki rastlanabilir. Ayrıca, Kürtlerin menşei hakkında değilse bile, Kürtçülük sorunu tarihi hakkında İngiliz Konsoloslukları raporlarında çok ilginç belgeler bulunabileceğini sanıyorum.” (2007: 532).

Esasında Şimşir, “Kürtleri Turanî yapamasak bile, Kürtçülükle ilgili epey belge toplarız, bu da bize kârdır” diyor. Nitekim kendisi de burada konu ettiğim Kürtçülük kitabını tam olarak bu mantıkla yazmış durumda.

Ayrıca Şimşir, kendisi bir sonuç elde etmediği halde, yine de Rawlinson’un kendi eserlerinden araştırmaya başlanmasının yerinde olduğunu öneriyor (2007: 527); kendisi bir şey bulamadı, belki başkaları bulur umuduyla… Önerisi tam olarak şöyle: “Kürtlerin Turan soyundan geldikleri tezi üzerinde yapılacak araştırmalarda, sırayla, önce H.C. Rawlinson’un eserlerini, bu yetmiyorsa öteki Asuri uzmanlarının kitaplarını, daha sonra da müzelerdeki Asuri belgelerini ve nihayet mahallindeki Asuri yazıtlarını taramak isabetli bir yöntem olur, düşüncesindeyim. Herhalde Asuri devri ile ilgili belge ve eserlere eğilmek gereklidir” (2007: 529).

Böylece, devletin Kürtlerin Türk olduğu iddiasını İngiliz belgeleriyle kanıtlamaya çalışırken, Şimşir, istemeyerek de olsa, aslında İsmet İnönü’nün Lozan’da ileri sürdüğü resmi tezi yalanlamış oluyor. Üstelik bunu onlarca değerli belgeyi Kürtçülük iddiasıyla heba etmesine rağmen… Elde ettiği sonuçlar, murat ettiklerinin aksini ortaya koymuştu, kendisi de bunun gayet farkındaydı, bu yüzden Kürtçülük mevzusunu öne çıkararak, istemeyerek de olsa ispatladığı resmi yalanı, bu kez de manipüle etme yoluna gitmişti.

Sonuç olarak; Kürtlerin Turanîliğiyle ilgili girdapta kaybolan Şimşir, İsmet İnönü’nün Lozan görüşmeleri sırasındaki sözlerini de bir yana bırakmış ve en başa dönmüştü, bu yüzden 1971’de Ankara’ya yolladığı raporda şöyle diyordu: “Naçizane kanaatimce, Kürtlerin gerek menşei, gerek yakın tarihi üzerinde ciddi araştırmalara ihtiyaç vardır. (2007: 532).

Bu araştırmalar sonuç verinceye kadar da Şimşir’e göre, yerli ve milli kaynaklarla yetinmek en iyisiydi. Bu yüzden Ankara’nın 1971’de Londra’ya gönderdiği talimattan 36 yıl sonra kitap yazan Şimşir, aradan geçen bu zamana rağmen hala Rawlinson’a dair bir kanıt bulamayınca, dönüp MHP’li ırkçı Abdülhalik Çay’ın “Her Yönüyle Kürt Dosyası” ve Ali Tayyar Önder’in “Türkiye’nin Etnik Yapısı: Halkımızın Kökenleri ve Gerçekler” adlı kitaplarını öneriyordu.

Şimşir’e dair son bir not: Yüzyıllık tutarsızlık ve yalanlarla Kürtlerin Türk olduğunu anlatmaya devam eden Şimşir’in 2007 tarihli Kürtçülük kitabı, Türkiye’de pek de saygın kabul edilen “Sedat Simavi Sosyal Bilim Ödülü”ne layık görüldü.

Bütün bunlardan sonra, devlet görevlisi Şimşir’in doğruluğunu kanıtlamaya çalışırken, bunun yerine sahteliğini kanıtladığı devletin Kürtler hakkındaki resmi görüşünün Lozan görüşmeleri sırasında nasıl gündem olduğuna bakalım…

Lozan görüşmeleri sırasında önemli oturumlardan biri 23 Ocak 1923’te Musul gündemiyle yapılmıştı. İngiliz delegasyonu lideri Lord Curzon’un başkanlığını yaptığı bu oturumda Türk ve İngiliz heyetleri karşılıklı olarak Musul hakkındaki tezlerini dile getirmişlerdi. Özetle her iki taraf da Musul üzerinden hak iddia ederken, burada yaşayan nüfusun oranlarını ortaya koyuyordu. Bazı rakamsal farklar olmakla birlikte her iki taraf da çoğunluğun Kürtlerden oluştuğunu kabul ediyordu ve buradan hareketle Kürtlerin kendilerinden yana olduğunu ileri sürerek Musul üzerindeki hak iddialarını gerekçelendiriyordu. Bu arada bu tartışmalar yapılırken Lozan’da bir Kürt temsilci olmadığı gibi, kimsenin Kürtlerin fikrini falan sorduğu da yoktu. Nihayetinde Musul meselesi üzerinde yürütülen hararetli tartışmalar sonuç vermeyecekti ve Lozan görüşmeleri Musul ihtilafı haricindeki konular üzerine varılan mutabakat çerçevesinde 24 Temmuz 1923’te bir antlaşma olarak imzalanacaktı. Musul meselesi de daha sonra yeniden ele alınmak üzere bir kenara bırakılacak, 1926’daki antlaşmayla Musul’un Irak’a bırakılması kararlaştırılacaktı.

Bahsettiğim bu oturumda Musul meselesi çerçevesinde Türk delegasyonunun başkanı İsmet İnönü, Kürtlerin neden kendilerinden yana olduklarını ve hatta Türkler ve Kürtler adına bu görüşmelere katıldıklarını açıklarken, yüzyıldır hüküm süren Türk devlet aklına başvuruyordu.

“Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istemedikleri iddiası”nı reddeden İnönü’ye göre, “yüzyıllardır bu iki halk, soy, inanç, özlem ve töre bakımından olduğu kadar, gelenek ve görenek bakımından da ortak bağlarla birleşmiş olarak tam bir uyum içinde yaşamaktadırlar; Kürtlerin kendi istekleriyle Türk yönetimi altına geçtiklerini ve kaderlerini Türkiye’nin kaderine bağladıklarını göstermektedir.”

İnönü, konuşmasında Kürtlerin temsiliyetine de değiniyordu ve İngilizlerin aksi tezlerine karşılık olarak şunları ileri sürüyordu: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir; çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisine girmiştir ve Türk temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar.

“Kürt halkı ve yukarıda belirtilen temsilcileri, Musul vilayetinde oturan kardeşlerinin Anayurttan ayrılmalarına razı değillerdir, böyle bir ayrılmayı engellemek için bütün fedakarlıklara katlanmaya hazırdırlar.”

Bu konuşmasının devamında “Dünya Savaşı’na ve Bağımsızlık Savaşına katılmış Türk ordusunun bütün komutanlarının” Kürtlerin bu savaşlar sırasındaki katılımlarını ve fedakârlıklarını “saygı ve hayranlıkla belirttiklerini” söyleyen İnönü, İngilizlerin Kürtler için gündem yaptıkları özerklik meselesine sözü getiriyordu. “İngiliz temsilci heyetinin söylediğine göre, İngiltere Kürtlere özerklik vermek isteğinde imiş de, Türkiye bunu vermeye yanaşmıyormuş” diye mevzuya giriş yapan İnönü, öncelikle Kürtlerin “Türkiye’de her zaman yurttaşlık haklarından” yararlandıklarını, mecliste temsilcilerinin bulunduğunu ileri sürerek karşılık veriyordu. Daha sonra “Kürt soyu gibi üstün bir soyu hiç tatmin etmeyeceğini” iddia ettiği özerklik mevzusunda İnönü, kendince Kürtlerin tutumunu şöyle izah ediyordu: “Kullanılan ad ne olursa olsun, gerçekte bir sömürge olacak bir ülkede, yabancı bir devletin uyruğu durumuna geçmek üzere, şimdiki durumunu değiştirmek isteyecek tek bir Kürt bile yoktur.

“Böyle bir durumda, kendilerini temsil etmeyecek bir hükümet ve parlamentoca uzaktan yönetilecek olan ülkelerinin üzerinde hiçbir gerçek etkileri olmayacağını Kürtler bilmektedirler” (Göldaş, 2009: 108-109-110).

İnönü bunları söylerken, bu sözlerini aktaran tarihçi İsmail Göldaş dahil pek çok Kürt siyasetçi, araştırmacı ve tarihçinin yaptığının aksine, esasında iki ayrı halk sözüne çok da önem vermemek veya buna aldanmamak gerektiği kanaatindeyim. Çünkü “iki halk” sözleriyle çelişkili görünse de, İnönü’nün “üstün bir soy” olarak nitelediği Kürtler hakkındaki esas görüşü zaten aynı konuşmada yer alıyordu. Ayrıca İnönü’nün konuşmasının bütünlüğüne bakıldığında “halk” ifadesiyle ayrı bir “milleti” kastetmediği açıktır. Dolayısıyla İnönü’ye göre, iki ayrı halk olsalar da, esasında tek bir millet söz konusuydu; “örf ve âdetler ve gelenekler açısından Kürtler hiçbir bakımdan Türklerden farklı değildir, ve bu iki halk farklı diller konuşsalar da, ırk, din ve örf açısından tek bir birim oluştururlar.”

İnönü, bu görüşünü temellendirmek için de bir İngiliz kaynağına başvuracaktı ve devamında tarihsel olarak Kürtleri şöyle Turanî ilan edecekti: “Kürt halkının İran kökenli olduğu söylendi. Bu iddia Kürt halkının kökeninin Turanî olduğunu teslim eden Encyclopedia Britannica ile çelişmekte ve dahası Türk delegasyonunun tezini doğrulamaktadır.

“… Kürt halkı İran orijinli değil, tam tersine Turan kökenlidir. Bu düşünce şimdi neredeyse ittifakla bütün tarihçiler tarafından desteklenmektedir. Gerçekte, tarihin çok eski zamanlarında Asur ülkesine hâkim dağlarda yaşayan ‘Gudu’ isimli Turan kökenli insanların olduğu ve bunların son derece savaşçı oldukları ve ‘cengâver’ anlamına gelen isimlerinin Asur dilinde ‘Gardu’ ya da ‘Kardu’ olarak çevrildiği ve ‘Kürt’ kelimesinin bundan türetildiği belirlenmiştir” (Bayır 2017: 130-131).

İnönü’nün Türk devletinin yüz yıllık resmi tezi ve siyaseti haline gelecek olan bu sözleri İngiliz temsilci Lord Curzon için alay konusu oluyordu. “Türk oldukları iddia edilen Kürtler, yüzyıllar boyunca dağlarda bağımsız bir hayat yaşadılar. İstanbul’un tüm müdahalelerine direndiler” diyen Curzon, ayrıca bir Kürt’ü bir Türk’ten ayırmamak için kör olmak gerektiğini belirterek, şunları söylüyordu: “Kürtlerin Türk olduğunu tarihte ilk kez keşfetmek, Türk delegasyonun kaderine yazılmış anlaşılan. Hiç kimse daha önce bunu keşfedememişti. … İsmet Paşa notlarından birinde onların Turan kökenli olduklarını söyleyip bir kaynağa atıf yaptı, ancak bu görüş bu alandaki otoriteler tarafından, ve hatta gerçekte bildiğim kadarıyla başka herhangi biri tarafından paylaşılan bir görüş değildir.” (Bayır, 2017: 131-132; Ayrıca Göldaş 2009:106-112).

Anlaşılacağı üzere, yaklaşık 50 yıl sonra 12 Mart darbecilerinin ve hatta onlardan önce 27 Mayıs darbecilerinin yeniden hatırladığı mevzu buydu. İnönü, İngiliz Rawlinson’u referans göstermişti ve bütün otoritelerin aynı kanıda olduğunu ileri sürmüştü. Buna itiraz eden Lord Curzon ise aksine “herhangi biri tarafından paylaşılan bir görüş” olmadığını belirtmişti. 50 yıl sonra Türk diplomatın Londra’da yaptığı araştırmalar da Curzon’u haklı çıkarmıştı.

Öbür yandan Musul mevzusu çerçevesinde her ne kadar Kürtler hakkında konuşulmuşsa da gerçekte durum, Erol Kurubaş’ın ifade ettiği şekildeydi: “Kürtler bu görüşmelerde bir özne değil, nesneydiler ve yalnızca Musul sorunu çerçevesinde ele alınmaktaydılar. Bir başka deyişle, asıl konu Kürtler değildi” (2004: 135).

Bununla birlikte belirtmek gerekir ki, Lozan görüşmeleri sırasında Kürtler sadece Musul meselesi çerçevesinde gündem olmamışlardı; aynı zamanda Türkiye’deki azınlıklar mevzusu ele alındığında da Kürtlerden söz edilmişti.

İsmail Göldaş’ın belirlediği biçimiyle, Lozan Barış Konferansı’nın 12 Aralık 1922 tarihli “Azınlıkların Korunması” başlıklı oturumunda ilk kez “Kürdistan” terimi telaffuz edilmişti. İngiliz delegasyonu başkanı Lord Curzon, “Nasturi ya da Asuri Hıristiyanları topluluğu”ndan söz ederken, “Kürdistan dağlarının çeşitli yerlerinde” de yaşadıklarına dikkat çekmişti (Göldaş, 2009: 59). Hepsi, bu kadardı.

Aynı oturumda Türk delegasyonu başkanı İsmet İnönü de bir konuşma yapmış ve Kürtlerden söz etmişti. Örneğin İnönü, “Dr. Hamlin’e atıfta bulunarak Ermenilerin Kürtlere yaptığı haksızlıkları” ileri sürmüştü (Göldaş, 2009: 62).

15 Aralık 1922’te ise alt komisyon toplantısında “Azınlıklar İçin Genel Güvenceler” başlığıyla görüşmeler yapılmış, burada da Kürtlerden söz edilmişti. Bu görüşmeler sırasında Türkiye’de din, soy ve dil bakımından azınlıkların varlığı konuşulmuş, böylece Kürtler de telaffuz edilmişti. Ancak bu görüşmeler sırasında Türk delegasyonunda yer alan Rıza Nur Bey, “Türkiye’de yalnız Türklerin bulunduğunu” belirterek, “Kürtler kaderlerinin Türklerin kaderleriyle ortak olduğu görüşündedirler, azınlık haklarından yararlanmak istememektedirler. Museviler de bu çeşit haklar isteğinde değiller. Yalnız Rum azınlıkları bunları istemektedirler” demişti (Göldaş, 2009: 70-71, Ayrıca bkz. Bayır, 2017: 125-126).

İsmet İnönü, Rıza Nur’un bu tutumunu 9 Ocak 1923’te yapılan ve Azınlıklar Alt Komisyonu’nun çalışmalarına ilişkin raporun görüşüldüğü Lord Curzon başkanlığındaki oturumda sürdürmüştü. Burada yine Müslüman azınlıklar çerçevesinde Kürtler gündeme geldiğinde “Türk temsilci heyeti, bu azınlıkların korunmaya ihtiyaçları olmadığını ve Türk yönetimi altında bulunmaktan tamamiyle memnun olduklarını söylemiştir. … Lord Curzon buna pek güvenmemekle birlikte, böyle olduğunu ummak” istemişti (Göldaş, 2009: 65-66).

Nihayetinde daha sonra imzalanan Lozan Antlaşmasının 37. maddesinden 45. maddesine kadar olan “Azınlıkların Korunması” bölümü Türk heyetinin tutumu çerçevesinde belirlenmiş ve azınlıklar olarak sadece gayrimüslimler burada ifade edilmişti (Bu maddelerde yer alan hususların Kürtleri de ilgilendirdiğini belirten farklı bir okuma için bkz Oran 2015).

Anlaşılacağı üzere Kürtlerin en fazla konuşulduğu oturumlar, Musul meselesiyle ilgili olanlardı ve İnönü’nün Kürtleri Turanî ilan ettiği görüşler geçerli olmuştu. Nihayetinde Erol Kurubaş’ın aktardığı gibi, “görüşmeler başladıktan sonra Curzon’un Aralık 1922’de Paris’teki Pippes’a ve Roma’daki Grehem’e gönderdiği telgraflarda, ‘artık Sevr Antlaşması’nda ileri sürüldüğü gibi Türkiye’de bir Kürt devleti veya özerk bir Kürdistan planıyla ilgili bir sorun kalmadığı’ belirtilmekteydi. Böylece Kürtlere, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından büyük devletlerce görünüşte tanınan kendi kaderlerini belirleme hakkı aynı güçler tarafından iptal edildi ve Kürt sorunu uluslararası bir sorun olmaktan çıkartılarak, sınırları içinde kaldığı ilgili devletlerin bir iç sorunu haline getirildi.” (Kurubaş, 2004: 133)

Hal böyleyken, görüşmeler sırasında telaffuz edilmiş ve tutanaklarda yer almışsa da Lozan Antlaşması metninde “Kürdistan” veya “Kürt” ifadeleri de geçmiyordu. Burada özellikle Kürt siyasi ve entelektüel camiasında sık sık tekrarlanan bir ezbere de dikkat çekmek isterim.

Bu ezberi şöyle ifade etmek mümkündür: Lozan’da İsmet İnönü’nün Türkler ve Kürtler adına bulunduğunu söylediği, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtler ile Türklerin ortak iradesiyle kurulduğu ve haliyle Kürtlerin de bu ortak vatanda haklara sahip oldukları veya olmaları gerektiği ileri sürülür.

Birincisi: İsmet İnönü, Kürtleri de temsil ettiğini söylerken, onları bir Türk kavmi olarak sahipleniyordu; aksine bırakın ayrı bir millet olmayı bir azınlık olarak bile Kürtlerin Lozan’da kabul edilmemesi için her şeyi yapmış ve başarmıştır da.

İkincisi: Azınlık da olamayınca Kürtlerin payına hiçbir hak düşmedi, aksine azınlık bile kabul edilmeyen bir milletin hiçbir hakkı olmayacaktı ve böyle de oldu.

Üçüncüsü: Samimi olup olmadıkları bir yana, ki olmadıklarına dair veriyi aktardım, İngilizlerin Kürtler için ileri sürdükleri özerklik düşüncesi de Türk devleti temsilcilerinin ısrarlı çabalarıyla gerçekleşmeyecekti. Bu durumda Kürtler bir sömürge statüsüne bile sahip olamadan bugüne geleceklerdi. Buna karşın Kürdistan’ın üç devlet arasındaki bölünmüşlüğü uluslararası güvenceye alınmıştı.

Gerçekte durum, Türk heyetinin üyesi olan Rıza Nur’un anılarında kendileri için “ders” olarak dile getirdiği gibiydi. Kürtlerin azınlık veya sömürge olarak bile tanınmaması için epey çabalayan isimlerden olan Rıza Nur, şöyle yazıyordu: “Frenkler bizde ekalliyet [azınlık] diye üç nevi biliyorlar: Irkça ekalliyet, dilce ekalliyet, dince ekalliyet. Bu bizim için gayet vahim bir şey, büyük bir tehlike. Aleyhimize olunca şu adamlar ne derin ve ne de iyi düşünüyorlar… Irk tabiri ile Çerkez, Abaza, Boşnak, Kürt, İlh… yi Rum ve Ermeni’nin yanına katacaklar. Dil tabiri ile Müslüman olup başka dil konuşanları da ekalliyet yapacaklar. Din tabiri ile halis Türk olan iki milyon kızılbaşı da ekalliyet yapacaklar. Yani bizi hallaç pamuğu gibi dağıtıp atacaklar. Bu taksimi düşündüğüm vakit tüylerim ürperdi. Kıllarım sanki birer kazık oldu. Bilekleri sıvadım. Bütün kuvvetimi bu tabirleri kaldırmaya verdim. Pek uğraştım, pek müşkülat ile fakat kaldırdım.

“Bunun dersi: Vatanımızda başka ırka, başka dilde, başka dinde adam bırakmamak en esaslı, en adil, en hayati iştir. Bu sebepledir ki, ben zaten Türkçülüğü şiddetli Türk nasyonalistliğine çok yıllardan beri dökmüştüm” (Göldaş, 2009: 62).

Türk nasyonalistleri gerçekten de başarılı olmuşlardı. Buna karşın Erol Kurubaş’ın ifadeleriyle “uluslararası ortam Kürt milliyetçilerinin seslerini duyurmaya elverişli olmadığı gibi hiç kimse de Kürtlerle uğraşma niyetinde değildi. Müttefikler sonunda muhataplarını seçmişti. Bu muhatap Ankara hükümetiydi.” Böylece “Kürtler artık uluslararası politikanın ne bir öznesi, ne de nesnesidirler. Öyle ki Kürtler, bundan sonra uzun bir süre dünya siyasi literatüründe yer almayacaklardır.” Ve “bunun da bir sonucu olarak bundan sonra Türkiye’de ‘Türkiye milleti’ değil, ‘Türk milleti’ olacaktır” (Kurubaş, 2004: 133-141-142).

Irkçı Rıza Nur’un Lozan görüşmeleri sırasında çıkardığı dersin Türkçüler için sonuçları böyleyken; buna karşın Kürt milliyetçileri için aynı süreçte belki tarihsel bir ders olacak bir hususu ayrıca belirtmek isterim.

Lozan’da Musul meselesi ele alınırken Büyük Millet Meclisi’nde de görüşmeler yakından takip ediliyor ve hararetli konuşmalara konu oluyordu. Bu görüşmeler sırasında İngiliz temsilci Curzon, sözü Türk meclisindeki Kürt milletvekillerine getirmiş ve şöyle demişti: “Ankara’daki Kürt milletvekilleri konusuna gelince nasıl seçildiklerini merak ediyorum. Genel oyla seçilen bir tane milletvekili var mı? Dile düşmüş olduğu gibi bunların hepsi atanmış adamlar ve bazıları Meclis’in çalışmalarına katılamamaktadırlar bile, zira dili [Türkçe] bilmiyorlar. Bu nedenle Türklerin, Meclis’te Kürtlerin temsil edildiği iddiasına çok da ehemmiyet yüklenmemelidir” (Bayır, 2017: 132).

Bu sözler, İsmail Göldaş’ın tespitiyle, Mustafa Kemal’in isteğiyle galeyana gelen milletvekillerinin, en çok da Kürt vekillerin tepkisine yol açmıştı. Kürt vekillerin başını çeken isim ise Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey’di. 25 Ocak 1923’teki oturumda Yusuf Ziya Bey, sözlerini reddetmekle kalmamış, Curzon hakkında hakaret tonunda sözler sarf etmişti. Mustafa Kemal’in milletvekillerini atadığına karşı çıkan, Mustafa Kemal’in konumunu herhangi bir milletvekilinin konumuyla eşitleyen ve Meclis’te “ancak ve ancak bir milletin özgür kanılı, özgür oylu milletvekilleri” olduğunu ileri süren Ziya Bey, ayrıca şunları söylüyordu:

“Lord Curzon’un hak ettiği cevabı vermek için bakışlarınızı biraz eski günlere çevireceğim. … 16 Mart olayı meydana gelmiş, ölü Osmanlı İmparatorluğu bir yıkım kargaşalığı içinde çırpınıyor. Wilson’un belli projesi hâlâ ulusları aldatacak bir değer taşıyor. Avrupa’nın siyaset elçileri hâlâ uluslara hak, hukuk verileceğinden sözedip duruyorlardı. İşte o günlerde Büyük Millet Meclisi toplantıya çağrılmış, halka mebuslarını seçmesi gerektiği bildirilmiştir. Kürtler, serbest alanda hiç bir baskı olmayarak bu seçime katıldılar. Eğer Kürtler, ayrılık-gayrılık gösterselerdi, bu seçime katılmaz, arkasını döner, kendi düşüncesini gerçekleştirmeye çalışırlardı. Hiçbir vakit, hiçbir baskı onları o yollarından çeviremezdi. İngilizler, milyonlarıyla, altınlarıyla çalıştıkları halde Kürtler bu seçime katıldılar ve bu seçime katılmakla bir tek amaç güttüler: Türk kardeşleriyle işbirliği yapmak. Bütün kanılarını bir ilkede topladılar. O ilke, Türklerle kader birliği yapmaktı. Çünkü var olmak, çünkü esirlikten kurtulmak bu ilkenin gerçekleşmesine bağlıdır. Eğer Lord Curzon’lar, Kürtlerin hak ve hukukundan on beş yıl önce söz etseydiler, korkarım bir etki yapar, bazı dimağları bozabilirdi. Fakat Kürtler, Kürt aydınları, Arnavutluğun ve Suriye’nin sonunu görüp dururlarken, İrlanda’nın acılı sesini işitirlerken hiçbir kandırıcılığa kapılmazlar. O yalancı sesler hiç kimseyi kandıramaz. Onlar yalnız kendi kendilerini kandırırlar. İşte o günlerde, o kara günlerde bu toplulukta seçime katılan ve bizi seçip buraya gönderen milletin vekilleri olarak Lord Curzon’a bağırıyoruz ki, bizler Kürdistan’ın gerçek vekilleriyiz. Senden ve senin siyasetinden Musul’u istiyoruz. Ve alacağız…” (Göldaş, 2009: 133-134).

Yusuf Ziya Bey’in yüksek perdede çektiği bu uzun ve pek ajitatif nutuk sık sık bravo sesleriyle kesilmişti ve benzer içerikte başka Kürt vekiller de konuşmuştu. Ancak Kürt milletvekilleri sıfatını taşıyan bütün bu isimler Curzon’un kendileri hakkında ortaya attığı meşruiyet meselesiyle meşgul oldukları kadar, örneğin İnönü’nün Kürtleri Turanî ilan eden sözleriyle ya da Kürtler için ortaya atılan özerklik ve azınlık statüsünü engelleyen çabalarıyla ilgili değillerdi. Aksine anlaşıldığı kadarıyla, Yusuf Ziya Bey’in ifadesiyle, bu “Kürdistan’ın gerçek vekilleri” Kürtlerin Turanî ilan edilmelerini gayet normal karşılamışlardı. Nitekim aynı oturumda Kürt olmadığı ve Türkçülerin önde gelen isimlerinden olduğu halde Hakkari milletvekili olarak Meclis’te bulunan Mazhar Müfid Bey’in (Kansu) şu sözlerine itiraz eden olmadığı gibi aynı coşkuyla alkışlanmıştı:

“Acaba bu Curzon denilen zat Kürdistan’ın hükümdarı olan İdrisi Bitlisî’nin Yavuz Sultan Selim’e tav’an mutavaat ettiğini bilmiyor mu? Yine Curzon Selâhaddini Eyyubî’nin Kürd olduğunu bilmiyor mu? Ve yine Kürdün Türanyülasıl olduğunu ve Türklerin amcazadesi olduklarını ve hatta Türk olan heyetlerle beraber bugüne kadar beraber yaşadıklarını, bu memleketin bütün felaketlerine iştirak ettiğini bilmiyor mu? Eğer tarihin bu kadar basit olan esasatını Curzon bilmiyorsa bu bir diplomat değil…”

Kürtlerin Türk ilan edilmesine itiraz etmeyen ve Lozan’da dile gelen görüşlerin Cumhuriyet’in resmi siyasetine dönüşeceğini öngörmeyecek kadar Türklerle işbirliğine bağlı kalan Kürt milletvekilleri, Musul meselesinin çözümünün Lozan Antlaşması’ndan sonraya erteleneceği, daha doğrusu Musul’un Irak’a ve İngilizlere bırakılacağı anlaşılınca itiraza başlamışlardı. Ancak iş işten geçmişti. Nitekim Kürt vekillerin Curzon’a ateş püskürttükleri Meclis oturumundan kısa süre sonra gücünü pek hafife aldıkları Mustafa Kemal, I. Meclis’i dağıtmış ve sonrasında II. Meclis, Curzon’un pek yerinde belirttiği gibi, yine göstermelik seçimle oluşturulmuştu. Lozan Antlaşması’nı onaylayan bu Meclis, Mustafa Kemal’in kurduğu rejimi sağlama alacağı muhalefetsiz bir Meclis’ti ve Kürt vekilleri de artık orada yoktular. 1924’te Anayasa yazıldığında da herkes Türk ilan edilmişti. Yusuf Ziya Bey, çok geçmeden, 1925’in Nisan ayında, Şeyh Said İsyanı gerekçesiyle, Cibranlı Halit Bey’le birlikte Mustafa Kemal’in askerlerince alıkonuldu ve Bitlis’te öldürüldü. Bu, aynı zamanda Ziya Bey’in tarihsel yanılgısının da ortaya çıkardığı dramatik bir sondu. Lord Curzon’a karşı Meclis’te birlikte hareket ettiği “Türk kardeşi” Mazhar Müfid Kansu ise Şeyh Said ile yüzlerce Kürdü idam ettiren Şark İstiklal Mahkemesi’nin başkanıydı. Verdiği hükümler, Kürtlerin Türklüğüne itiraz edilmemesi içindi. Ve Yusuf Ziya Bey’in akıbeti de Kürtler için bir dersti ve derstir…

Kaynakça

Anuk, Nevzat (2015). Bir Türkleştirme Aygıtı: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü. İstanbul: Kürt Tarihi, Sayı: 19

Arslan, Ruşen (2020). “Ömrü Kısa Etkisi Büyük Kürt Örgütlenmesi Devrimci Doğu Kültür Ocakları / DDKO. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları

Bayır, Derya (2017). Türk Hukukunda Azınlıklar ve Milliyetçilik. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları

Bayrak, Mehmet (2009). Kürtlere Vurulan Kelepçe Şark Islahat Planı. Ankara: Öz-Ge Yayınları

Beşikçi, İsmail (1970). Doğu Anadolu’nun Düzeni / Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller. Ankara: e Yayınları

Beşikçi, İsmail (1992). Bilimsel Yöntem Üniversite Özerkliği ve Demokratik Toplum İlkeleri Açısından İsmail Beşikçi Davası V / Yargıtay’ın Onama Kararı ve Tashil-i Karar. Ankara: Yurt Kitap Yayın

Fırat, Nuri (2015). Aşiret ve İsyan / Batının Kürt Algısı. İstanbul: Avesta Yayınları

Göldaş, İsmail (2009). Lozan / ‘Biz Türkler ve Kürtler’. İstanbul: Avesta Yayınları

Kurubaş, Erol (2004). Sevr-Lozan Sürecinden 1950’lere (Cilt 1) / Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye. Ankara: Nobel Yayın

Layard, Austen H. (2000). Ninova ve Kalıntıları. İstanbul: Avesta Yayınları

Oran, Baskın (2015). Türkiye’de Azınlıklar / Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, Uygulama. İstanbul: İletişim Yayınları

Rich, Claudius James (2018). Aşağı Dicle’den Bağdat’a Bir Yolculuk / Şiraz İle Persepolis’i Ziyaret / Kürdistan ve Eski Ninova’da Bir Yaşamöyküsü. İstanbul: Avesta Yayınları

Temel, Celal (2015). 1984’ten Önceki 25 Yılda Kürtlerin Silahsız Mücadelesi. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları

Şimşir, Bilal N. (2007). Kürtçülük (1787-1923). İstanbul: Bilgi Yayınevi

Şimşir, Bilal N. (2009). Kürtçülük II (1924-1999). İstanbul: Bilgi Yayınevi

Yayman, Hüseyin (2011). Devletin Kürt Sorunu Hafızası. İstanbul: Doğan Kitap

Yıldırım, Tuğba (der) (2011). Kürt Sorunu ve Devlet / Tedip ve Tenkil Politikaları (Tarih Vakfı-Necmeddin Sahir Sılan Arşivi -3). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları

/ Bu yazı Kürd Araştırmaları Dergisi’nden alınmıştır/

İlginizi Çekebilir

Rusya Federal Güvenlik Servisi: Wagner hakkında başlatılan soruşturma kapatıldı
Ahmet Şık: HDP bana senin özerkliğin var; dilediğin gibi konuşabilir, eleştirebilirsin dedi

Öne Çıkanlar