Nuri Fırat: 1979: Mollalar – 2024: Cihadistler – Fetva, Cihad ve Kürtler

Yazarlar

Bugünkü Suriye’nin durumunu ve özellikle de Kürtleri konuşurken 1979’da İran’da iktidarı ele geçiren Molla rejimini ve bugüne sarkan etkilerini hatırlamakta fayda var. Bunun en çok da Kürtler açısından pek çok güncel dersler barındırdığını düşünüyorum. Ama öncesinde bugün Suriye’de cereyan eden olaylar ile 1979’da İran’da yaşananlar arasındaki bazı farklara bakalım, sonrasında benzerliklere değineceğim. 

Hem 1979’da İran’da Şah rejiminin devrilmesi sonrasında iktidarı ele geçirmeleri hem de 2024’ün sonlarında Suriye’de Baas rejiminin devrilmesi sonrasındaki gelişmeler dolayısıyla İran molla rejimi esas aktördür. Yıkılan Baas-Esad rejimi İran İslam Cumhuriyeti’nin, diğer bir ifadeyle molla rejiminin desteklediği bir yapıydı, üstelik Esad iktidarının laik niteliğine rağmen… Burada ironik bir durum ortaya çıkıyor: Suriye Baas rejimi esasında Irak’taki Baas, İran’daki Şah ve hatta Türkiye’deki Kemalist rejimin bir türeviydi ve Irak ile İran’daki rejimlerle aynı dönemlere tekabül de ediyordu. Elbette jeopolitik açıdan çok farklı konumları da vardı, tamamen aynı doğrultuda hareket ettiklerini söylemek abartı olur, ama zihniyet ve siyaset biçimleri ile kurdukları rejimlerin esası neredeyse aynıydı. Diktatöryal, tekçi, milliyetçi ve hatta laik… Kürtlere karşı izledikleri siyasete bakıldığında da aynı oldukları görülebilir. 

İran mollalarının son ana kadar desteklediği Esad rejimi böyle bir şeydi ve Suriye’de 60 yıla varan bir süre boyunca hüküm sürdü. Ama mollalar için rejimin örneğin Şah rejimiyle benzerliği çok da önemli değildi. Mollalar, Suriye Baas rejimini, başka bir ifadeyle İran Şahlığının bir bakıma Suriye’deki türevini jeopolitik hesaplar gereği sahiplendiler ve desteklediler. Ayrıca Esad rejiminin Nusayri – Arap Alevi kılıflı olması sahiplenme gerekçelerini görece daha “makul” hale getiriyordu. Nihayetinde epey zamandan beri İran, Şii Hilali çerçevesinde sözüm ona bir “direniş hattı” kurmakla meşguldü. İran’dan başlayan, Saddam sonrası Irak’ı kapsayan, oradan Suriye ve Lübnan’a uzanan coğrafyada bu proje son yıllara gelindiğinde epey başarılı biçimde tahkim olmuştu.

Bütün bu hat, Şii inancına mensup iktidar odakları veya gruplar üzerinden inşa edilmişti. Ancak öbür yandan mesela Filistin de bu hattın önemli bir durağıydı; üstelik “direniş cephesinin” buradaki ortağı Hamas, Sünni İslamı savunmasına rağmen… İran’ın bu projesinin diğer bir ayağı da Bahreyn ve Yemen hattına uzanıyordu. İran’ın bu projesinin esas hedeflerinden biri, daha mollalar iktidara geldiklerinde iştahla haykırdıkları üzere, anti-emperyalizm ve anti-siyonizm idi. Bununla “büyük şeytanlar” ABD ve İsrail’i kastediyorlardı. Ama elbette sadece bu değil, öbür yandan mollalar bu sloganların çekiciliğiyle mümkün mertebe “direniş” adı altında İslam coğrafyasını tümden dizayn etmek niyetindeydiler. Bu durumda Sünni-Selefi devlet ve oluşumlar da hedeflerindeydi, üstelik onlara göre bunlar ABD ve İsrail’in ortakları oldukları için de yıkılmalıydılar. Uzatmayayım, burada demek istediğim İran’da Şah rejimini yıkan mollalar, Suriye’deki Şah rejiminin türevi Baas’ı desteklemekte bir sakınca görmemişlerdi, son güne kadar da böyleydi. 

Haliyle Suriye’deki Baas rejimi yıkılınca İran da kaybetmiş oldu. Esasında şöyle de demek mümkün: İran yenilince Esad rejimi ayakta kalamadı ve yıkıldı. Bu sonuç, İsrail’in 2023’ün son baharından beri yürüttüğü İran karşıtı stratejinin bir başarısıydı. Hamas’ın Ekim 2023’te İsrail’e yönelik kanlı terör saldırısından sonra hiçbir şey eskisi olmadı. İsrail, o günden sonra bir karşı stratejiyi yürürlüğe koydu. Bu stratejinin ana hedefi İran. İsrail öncelikle İran’ın bölgedeki ya da kendisini kuşatmış durumdaki kollarını koparmakla işe koyuldu. Hamas’ı neredeyse yok olma noktasına getiren İsrail, ardından Lübnan’daki Hizbullah efsanesini yerle bir etti. Bütün bunlar olurken, sürekli bağırıp çağıran ve Hamas – Hizbullah gibi vekil güçleriyle ortalığa gözdağı veren İran’ın gerçek kapasitesini de ortaya çıkardı İsrail ve gerçekte, İran’ın öyle görültü çıkardığı kadar bir cüseye sahip olmadığı anlaşıldı. Nitekim vekil güçlerini korumak için birkaç defa İsrail’e roket saldırıları yapsa da, bunlar pek işe yaramadı, tamamen boşa harcanan para oldu.

İsrail’in İran’a verdiği karşılıklar ise, ne derece ciddi olduğunu ve olası doğrudan kapışmada İran’ın çaresiz kalacağını gösterdi. Bu nedenle İran son bir yılda vekil güçlerini koruyamaz hale geldi ve içe kapanmış durumda. Eskiden mollalar İran’ı savunma cephesini Lübnan, Filistin, Suriye hattında kurarken, artık bu hattan tamamen yoksun durumda ve bu kez cehpeyi içte kurgulamakla meşgul. Bu şartlar altında İsrail’in İran stratejisinin bir sonraki durağı Esad rejimi oldu. Zaten 2011’den beri yaşanan iç savaştan dolayı tükenmiş durumda olan Suriye’ye bir yandan İsrail’in yıkıcı saldırıları öbür yandan da ise uzun zamandır Türkiye’nin beslediği cihadist grupların saldırıları öldürücü darbeyi indirdi ve İran hiçbir şey yapamadı, çekip gitmekle kaldı. Şimdi durum bu. Sonuç; Mollalar, iktidara geldiklerinde Ortadoğu’da silip süpüreceklerini vaat ettikleri İsrail tarafından neredeyse silip süpürülmek üzereler. 

Ama Suriye’de olup bitenlere bakıldığında başka bir ironik durum daha ortaya çıkıyor. Şimdi Suriye’de iktidarı ele geçiren gruplar, esasında İran mollalarının bir türevi. Şii mollalar İran’daki Şah rejimini, Selefi cihadistler ise Suriye’deki Şah’ın türevini yıktı. Bu ortak noktaları olsa da, her ikisi düşmanlar. Mollalar Şii İslam şeriatını ve cihadını esas alıyor. Suriye’de iktidarı ele geçiren El Kaide, IŞİD kalıntılarından oluşan HTŞ liderliğindeki gruplar ise, Sünni – Selefi İslam şeriatını ve cihadını benimsiyorlar. Dolayısıyla Suriye’deki savaş, bir mezhep savaşı olarak da değerlendirilebilir. Ama nihayetinde ikisinin amacı şeriat ve yöntemleri de cihad…

Aralarındaki önemli bir fark ise, şimdilik, İsrail’e olan bakış açıları. Mollalar belirttiğim gibi başından bu yana İsrail karşıtıdırlar ve anti-semitikler. Mevcut durumdaki gelişmelerin esas nedenlerinden birini zaten bu oluşturuyor. Suriye’yi ele geçiren cihadist gruplar ise, Esad’ı yıktıklarından beri hiçbir şekilde İsrail karşıtı bir mesaj vermiş değiller. Aksine sıklıkla İsrail ile savaşmayacaklarını, iyi ilişkiler kurmak istediklerini, esas düşmanlarının İran ve bölgedeki vekil güçleri olduğunu söyleyip duruyorlar. Hatta Suriye – Lübnan sınırındaki Filistinli gruplara ait kampları bile boşalttılar. Nihayetinde bütün bunlar, HTŞ ve ortağı cihadist grupların Yahudilerin dostu olduğu, anti-semitik olmadıkları anlamına gelmez. Nihayetinde onlar, bırakın Yahudilere, farklı bir İslam mezhebine bile tahammülsüzler ve cihad yöntemiyle yıllardan beri her türlü terörü estiriyorlar. Kimsenin kuşkusu olmasın, bu cihadistler de İran mollaları kadar Yahudi düşmanıdırlar. Ama mesele zaman ve şartlarla ilgilidir. İsrail’in son iki yılda sergilediği güç gösterisi, sadece İran ve ortaklarına yönelik değildi; anti-semitik her türlü oluşum ve devlete de mesaj barındırıyordu. 

Şam’ı ele geçiren HTŞ ve ortakları da bunu gayet iyi biliyorlar ve isteseler de İsrail ile savaşa giremezler. Birincisi, güçleri yetmez ve Hizbullah ile Hamas’ın akıbetlerinden kurtulamazlar. İkincisi, onlar şimdi Şam’da iktidar şerbetini tatmış durumdalar ve öncelikli meşguliyetleri otoritelerini tesis etmek. Üstelik HTŞ ve lideri Ebu Muhammed Colani, ABD, AB ve BM’nin, hatta Türkiye’nin terör listesinde yer alıyor. Ama despot Esad’ın devrilmesinde hemfikir olup memnuniyet bildiren bütün Batılı güçler nezdinde, şimdilik HTŞ’nin geçmişinin, ideolojisinin vesairenin pek bir önemi yok. HTŞ, Suriye’de yeni iktidar olarak kabul görmüş durumda. Ama elbette şartlar var; ABD – İsrail ve Batı dünyası Suriye’yi Colani ve cihadist örgütüne teslim edip çekip gidecek değil, böyle de yapmadılar. Bunun için şartlarını ortaya koydular. Colani’den beklenen Batı ile öyle ya da böyle uyumlu olması, İsrail için tehdit oluşturmaması; gerisi ise teferruat, istediği aşırı ideolojiyi savunmaya devam edebilir. Bu yüzden Colani epey parlatıldı, devrimci lider gibi de gösterildi. Colani ve örgütü ise şimdi bunun diyetini ödemek zorunda. Kılık kıyafet değişkliği, İsrail’e yönelik ılımlı mesajlar vesaire de bununla ilgili. Nihayetinde enkaz halindeki Suriye’de meşru bir aktör olarak kabul görmek, bu ülkeyi bir şekilde toparlayabilmek için HTŞ şimdilik “ılımlı” davranmak zorunda. Peki, sonrası?

İşte bu büyük bir muama. Bir yandan HTŞ ile ortağı grupların net bir hedefi var, İslam şeriatını ele geçirdikleri her yerde hakim kılmak. Belirttiğim gibi, ele geçirdikleri Suriye, on yıldan bu yana hüküm sürdükleri İdlib değil, burada istedikleri gibi her türlü cihadist fantazilerini hayata geçirdiler; şimdi ise şartlar değişti ve zamana ihtiyaçları var. Şimdilik “ılımlı” durmayı tercih ediyorlar. Ama bu esas amaçlarından vazgeçtiklerini göstermez. Kaldı ki, Colani samimi olarak ılımlılaşsa bile binlerce kişiden oluşan cihadist militan ordusu buna rıza göstermeyecektir. Nihayitnde onlar demokrasi falan için bunca yıldır savaşıp her türlü kötülüğü yapmadılar. Köprüyü geçip otoritelerini tesis ettikten sonra gerçek gündemlerine dönme ihtimalleri çok yüksek.

Bu durumda, Suriye’deki yeni cihadist rejim tüm bölge için bir tehdit olacaktır. Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, hatta örgütün destekçisi Türkiye ve Katar’da radikal cihadist örgütleri cesaretlendirip ilham verebilir; HTŞ’nin başardığını pek ala onlar da başarabilir! Hatta HTŞ kendisi gibi cihadist örgütlere bahsettiğim ülkelerde faaliyet yürütebilmeleri için lojistik, finans, teçhizat ve militan desteği bile sunabilir. Böyle bir durumda esas hedeflerin başında İsrail gelecektir. Şii Hilalini yırtmışken, bu kez de Selefi cihadist kuşatmasına girme ihtimali yüksek olan İsrail’in bu ölümcül tehdidin farkında olduğu söylenebilir. Bu yüzden kendisinin İran stratejisi sayesinde düşmesi kolaylaşan Esad rejiminden sonra Şam cihadist HTŞ ve ortaklarının eline geçince İsrail büyük bir saldırı dalgası başlattı. Bir yandan İran’ın Suriye’deki varlığını bitiren ve böylece Şam’ın düşmesi için yolu döşeyen İsrail, öbür yandan bir düşmandan kurtulmuşken, geleceğin muhtemel düşmanını da es geçmedi. HTŞ’nin lideri Colani Şam’a yerleştikten sonra İsrail, yüzlerce hedefi vurdu, adeta taş üstünde taş bırakmadı, HTŞ’li yeni Suriye’yi daha en başta felç etti. İsrail, HTŞ’nin kendisine yönelik “ılımlı” mesajlarına güvenmediğini, tedbiri elden bırakmaya niyetli olmadığını gösterdi; esas hedefi İran’a doğru adım adım ilerlerken yanı başında iktidarı ele geçirmiş başka bir cihadist oluşumun oluşturabileceği olası tehlikeyi daha en başta minimize etmeye çalıştı. 

 

Bütün bu manzaraya bakıldığında geleceğin İran’ının Suriye’de filizlenmeye başladığını söylemek mümkün oluyor. Ama burada da bir fark var. 

Ayettullah Humeyni, 1979’da Şah rejiminin yıkılmasıyla Paris’te uçağa atlayıp Tahran’a ulaştığında aslında HTŞ ve lideri Colani kadar avantajlı değildi. Kastettiğim uluslararası destekle ilgili. Mollalar, Şah rejimine karşı içte epey zamandır birikmiş ve artık patlamış olan toplumsal muhalefetin avantajıyla iktidarı ele geçirdi. Suriye’deki Esad rejimi de başlarda Şah rejimi gibi toplumsal tepkilerin odağı olarak çatırdamaya başladı. Ancak sonrasında IŞİD, El Kaide ve son olarak bunların toplamı olan HTŞ gibi gruplar boşluktan istifade ederek kendi gündemleriyle hareket etmeye başladı, bunun için dünyanın dört bir yanından yıllardır silah ve militan devşiriyorlar, Suriye’de savaş halindeler ve nihayetinde Şam’ı ele geçirmeleri bu sayede mümkün oldu. Ve tabi bir de uluslararası konjonktörle oluşan muazzam avantajlar. Biraz önce bahsettiğim İsrail’in İran stratejisi ve aynı şekilde Rusya ile Batı arasında Ukrayna meselesiyle zirveye çıkan gerilim HTŞ’ye ve ortaklarına hayal bile edemeyecekleri bir avantaj sağladı. Türkiye’nin Suriye iç savaşından bu yana bu cihadist teröristlere vrediği ve vermeye devam ettiği destek ise cabası… 

Bugün Suriye’de ortaya çıkan durum ile 1979’da İran’da yaşananları konuşurken, bu tür önemli

parametrelerden oluşan farkları ve elbette daha fazlasını gözden kaçırmamak lazım. Şimdilik bu hususları hatırlattıktan sonra bazı temel benzerliklere de işaret etmek isterim. 

İran mollaları ile Suriye cihadistlerinin en temel ortak noktaları, şeriatı savunmaları, cihad yöntemini esas almaları, her türlü şiddeti bu yolda meşru görmeleri, kendi ideolojileri dışındaki her türlü farklı düşünceye yaşam şansı vermemeleri, kadınlara yaşam hakkı tanımamaları, demokrasiden nefret edip küfür olarak algılamaları, din adına diktatörlüğü tek geçer yol kabul etmeleri, ama bu arada meşru görünmek için mesela seçim vesaire mekanizmaları da mecburen yürürlüğe koymaları vesaire başlıklardan oluşur. Ama elbette bahsettiğim gibi, biri bütün bunları Şii İslam şeriatı adına, öbürü de Selefi İslam şeriatı adına yapıyor. 

Bu önemli noktaların yanı sıra, mollalar ile selefi cihadistlerin iktidara adım atarken izledikleri siyasete bakılırsa, bir başka benzerlikleri daha görülebilir. Bunun için İslamcı grup ve iktidarların pek sevdikleri takiyyeciliğe dikkat çekmek yeterli olacaktır. Gerek El Kaide ve IŞİD militanı olduğu dönemlerde, gerek El Nusra ve Heyet Tahriri Şam örgütünü kurduktan sonra kafa kesmek, kadınları köle ve cariye yapmak, İslam dışı grupları ortadan kaldırmak, talan ve yağma, cihad adına her türlü şiddeti gerekli görmek gibi sayısız kere insanlığa karşı suç kapsamına giren fiilleri bulanan Ebu Muhammed Colani ve örgütü HTŞ, Şam’ı ele geçirdikten sonra birden bire “ılımlı” bir görüntü vermeye başladı. Herkesin haklarına saygı duyacaklarını, hakları garanti eden bir anayasa yapacaklarını, yönetimde katılımcılığı gözeteceklerini vesaire dillendiren, sakallarını kısaltan, takım elbise giyen Colani, Batı medyasının da desteğiyle bambaşka biri oluverdi! Zaten ismi de artık Ahmed Şaraa… Bütün bu “ılımlı” görüntünün nedenlerini izah etmiştim; meşru olmak ve otoritelerini tesis edinceye kadar kabul edilebilir çerçevede hareket etmek istiyorlar. Ama sonrası? Belirttiğim gibi hiçbir garantisi yok, hatta zaten bütün manipülatif imaj çalışmalarına rağmen, gerçekte sahada cihadist terör kol geziyor. Bu durumda İran’ın cihadist mollarının deneyimi akıllara geliyor. Anlaşılan, Colani de düşmanı mollaların yolunda gidiyor. 

Ayettulah Humeyni, 1979 molla devrimi öncesinde Paris’teydi ve bu dönemde her ne kadar Şah rejiminin İslam ilkelerini çiğnediğini, İslami bir yönetimin ulusal bağımsızlığı ve herkese özgürlük getireceğini vaaz etmişse de, esasında hiçbir zaman devrimden sonra esas alacağı teokratik ilkelerden açıkça söz etmemişti. Aksine büyük oranda emperyalizm, diktatörlük, özgürlük, bağımsızlık, ulusal kaynakların yağmalanması, hak ihlalleri gibi konular retoriğinin odağıydı. Örneğin 1978’de Paris’teyken bir konuşmasında şöyle demişti: 

“Özgürlük bir insan hakkı. Bir ülkenin bağımsızlığı herkesin hakkı. Bir insanı hapsedip özgürce konuşmasını engellememelisiniz.” 

Bu tür konuşmaları pek çok kere yapan Humeyni iktidara yürürken, bu yüzden geniş bir liberal – sol desteği de arkasına alabilmişti. Nihayetinde emperyalizm ile ABD ve Batı ve siyonizm ile de İsrail karşıtlığını haykırınca ve aynı zamanda bağımsızlık, özgürlük gibi kavramları da belagatına sos yapınca, bu, liberallerin de solcuların da coşması için gayet cazipti. Haliyle, yıllar sonra pek çoklarının itiraf niteliğinde dile getirdiği gibi, Humeyni’ye destek vermemeleri için bir sebepleri yoktu. Kaldı ki, Humeyni zaten devrimden sonra Kum’a çekileceğini ve din işleriyle meşgul olacağını da söylüyordu, daha ne olsun! Ama elbette olacak olan çoktu…

Humeyni, bu şekilde Tahran’a döndükten sonra gerçekten de gidip Kum’a yerleşti, İran’da yeni siyasi sürecin şekillenmesi için bir tür geçiş dönemi de oldu, yeni anayasanın hazırlanması işi başlatıldı. Yani şimdi Suriye’de olduğu gibi. Ortaya çıkan sonuç ne oldu peki?

Anayasayı Humeyni ve mollalar istedikleri gibi yazdılar, şeriat hükümleri esas alındı, Humeyni Cumhurbaşkanını dahi görevden alabilecek yetkilerle donatıldı, vilayetlere dini liderin (vilayet-i faqih) atanması kararlaştırıldı, anayasanın taslak metininde etnik ve dini azınlıklara dair ibareler çıkarıldı, Şiiler temel kurucu unsurlar olarak kabul edilirken (yani hassa konumuna yükseltirilken) Sünniler ikinci sınıf vatandaş muamelesine (yani amma konumuna) layık görüldüler vesaire vesaire… 1979’un Kasım ayında ABD’nin Tahran Büyükelçiliğine yapılan baskın ve 1980’de başlayan İran – Irak savaşı Humeyni’ye İslamcı doktrini çerçevesinde tüm ipleri eline alması için fırsat yarattı ya da kendisi böyle bir ortam yarattı. Bundan sonra Humeyni iktidara gelirken kendisine destek veren ve fakat onunla aynı dünya görüşüne sahip olmayan neredeyse herkese ölüm, zindan, işkence, başarabilirse ülkeden kaçış yolu gözüktü. Humeyni’nin argümanları artık hiyanet, işbirlikçilik, kukla, emperyalizm ve siyonizm uşaklığı, dış eller gibi ithamlardan oluşuyordu. Humeyni’nin muhaliflerini bu suçlayıcı kavramlarla bertaraf etmesi artık sıradan hal aldı, hala da öyle. Bırakın marksistleri, liberalleri, azınlık hakları savunucularını, Kürtler gibi başka milletlerin haklarını savunanları, bizzat Cumhurbaşkanlığını onayladığı İran’ın ilk Cumhurbaşkanı Beni Sadr bile canını zor kurtarmıştı. Takiyye ile döşenen bir kabus o gün bugündür İran’a hakim. On binlerce insan öldürüldü, bir o kadarı işkenceye maruz kalıp zindanlara tıkıldı, binlerce insan dar ağaçlarında sallandırıldı, diktatör Şah döneminin kısıtlı hak ve özgürlükleri bile mumla aranır oldu ve liste böyle uzar gider. Günümüzde de bu vahşet tüm hızıyla sürüyor. 

İran’ın mollaları ile Suriye’nin cihadist efendilerinin muhtemelen en önemli ortak noktası, iktidar için takiyyecilik yapmalarıdır. Bu hususların ardından bizzat Kürtleri ilgilendiren bazı başlıklara bakalım. Zira bugün hem bizzat İran’da hem de Suriye’de Kürtlerin geleceğiyle ilgili, 1979’daki molla devrimi sırasında olup bitenler önemli dersler içeriyor. 

Humeyni liderliğinde mollalar iktidara yürürken, Kürtlerin tutumunu genel olarak şöyle özetlemek mümkündür: Kürt karşıtı bir rejim olarak Şah döneminin kapanmasını elbette memnuniyetle karşıladılar. Ama kayıtsız şartsız mollaların arkasına da dizilmediler. Aksine İran’da oluşan otorite boşluğunda Kürdistan kentlerinde mümkün mertebe örgütlenmeye, silahlı güçlerini tahkim etmeye, bazı büyük kentler dahil pek çok yerde alan kontrolünü sağlamaya ve mollalar gelirken ellerindeki yol haritasıyla onları karşılamaya çalıştılar. Nihayetinde Kürtlerin 1946’daki Mahabad Kürdistan Cumhuriyeti deneyimi de vardı. Bu sırada da İran’da bir iktidar boşluğu yaşanmış, Kürt güçleri bu boşluktan istifade edip kısa süreli bir cumhuriyet ilan etmiş, ancak başta Kürtler arasındaki uyumsuzluklar olmak üzere pek çok nedenden dolayı bu proje başarılı olamamış ve Kürt milliyetçileri nezdinde büyük bir kırılma yaşanmıştı. Yeni bir fırsat kapısı açılmışken, bu kez Kürtler gidene sevindikleri kadar gelene karşı da temkinliydiler; bahsettiğim gibi gelenin gideni aratmasını zaten deneyimlemişlerdi. Peki, ne oldu? Yeni mollalar ile Kürtlerin ilişkisi nasıl ilerledi ve en önemlisi de hakikaten Kürtler örneğin Mabahad deneyiminden dersler çıkararak bu yeni fırsat döneminde başarılı bir siyaset yürütebildiler mi?

Bu soruların yanıtını hemen vereyim; hayır, iyi şeyler olmadı ve Kürtler ne yazık ki bu fırsatı da kaçırdılar. 

Mollalar İran’da iktidara gelirken, Kürdistan’ın ana akım siyasi oluşumu Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) idi ve hemen onu takip eden bir diğer güç ise Komala’ydı. KDP, Mahabad Kürdistan Cumhuriyetini ilan eden Qazi Muhammed’in partisiydi; uzun yıllar cumhuriyetin kısa sürede yıkılması ve liderinin idam edilmesiyle ortaya çıkan buhranla geçti, toparlanması epey zaman aldı. 1973’e gelindiğinde Avrupa’da eğitim almış, üniversitede akademisyenlik yapan, sosyalist düşünceye sahip Dr. Abdurrahman Qasimlo KDP’nin yeni lideri oldu. İran’da 1979’da alt üst oluş yaşanırken, Qasimlo liderliğindeki KDP, İran’ın egemenliği altındaki Doğu Kürdistan’ın tamamında değilse de, pek çok önemli kentinde örgütlüydü ve yeniden bir tarih yazmaya hazır gibiydi. Bu sırada Qasimlo, bir sosyalist olmakla birlikte, klasik Marksist düşünceye ve reel sosyalizme epey eleştirel bir mesafede bulunuyordu ve hatta Kürdistan’ın milli menfaatleri onun için sınıf mücadelesinden daha öncelikliydi. Ama elbette gelecek projesi olarak katı sovyetik özelliklerden arındırılmış, demokrasi ve özgürlükleri merkeze alan demokratik sosyalizmi öneriyordu. Daha fazla detaya girmeden, bu hususları başka bir yazı ve podcast’te ayrıca anlatacağımı belirtmekle yetineyim. 

Öbür yandan bir de Komala örgütü vardı; onlar Qasimlo’nun partisinden daha radikal bir sosyalist çizgideydiler ve sınıf mücadelesini her şeyden daha öncelikli görüyorlardı. Komala da Kürdistan’ın bazı önemli kentlerinde ve kırsal kesiminde örgütlüydü, silahlı güçleri vardı ve İran’ın solcu örgütü Halkın Fedayileri ile de ortak hareket ediyordu. 

Qasimlo’nun KDP’si ile Komala, hem siyaseten hem de ideolojik olarak rakiptiler ve bu rekabet, pek çok kere görülebileceği üzere hiç de dostça değildi, kanlı bir dönemi bile vardı. Bu iki Kürt gücü haricinde başka bazı partiler ve hatta bazı dini şahsiyetlerin oluşturduğu etki de vardı, onların gündemi de başkaydı. 

Öncelikle bahsettiğim gibi Kürtler, mollaların gelmesini bayram havasında kutlamadılar, ama kendilerini yok sayan Şah döneminin son bulması ve böylece yeni müzakerelere kapıların açılması açısından bu yeni dönemi bir fırsat olarak gördüler. 

Yeni dönemin aktörleri Humeyni ve mollaları ise, iktidar yolunda liberallere, solculara, demokratlara, laiklere vesaireye karşı gösterdikleri takiyyeci hoşgörüyü Kürtlere gösterme gereği bile duymadı aslında. Nitekim Humeyni’nin Tahran’a varmasından sadece üç hafta kadar sonra, henüz düzenli ordu olmamış ve Şii milislerden oluşan Pasdaran güçleri, Bana kenti yakınlarında Kürtlere yönelik saldırılara başladı ve sonuç 100 civarında ölü ve yüzlerce yaralıydı. Bu, Kürtlerle molla rejiminin ilişkilerinin nasıl gelişeceğine dair ilk önemli işaretti, ama yine de bir geçiş dönemi söz konusuydu ve meselenin çözümü için hala fırsat vardı. 

Qasimlo’nun liderliğindeki KDP’nin tavrı, müzakerelerden yanaydı. Komala ise, ortağı İranlı Fedayiler gibi, kısa sürede ceberrut yüzünü gösteren Mollalar ile görüşmelere pek olumlu bakmıyordu, Qasimlo’nun partisinden bazıları da öyleydi. Nitekim Qasimlo 1988’te yine bir müzakere için Viyana’da İranlılarla görüşmeye gittiğinde öldürülünce, o zamanlar artık pek bir etkisi kalmamış olan Komala tavrının haklı çıktığını söylemekten geri durmamıştı.

Molla iktidarından hemen sonra Kürtler ile yeni rejim arasında hem gerilim vardı hem de görüşmeler yapılmaya başlanmıştı. Humeyni’nin Tahran’a dönüşünden yaklaşık bir ay kadar sonra, Mart ayının başında Kürtler yeni rejimi tanıdıklarını ilan edip, Kürt Devrimci Konseyi imzasıyla yeni rejime sekiz maddelik talep listesini sundu. Bu taleplerin en önemli olanı, Kürdistan’ın özerkliğine dairdi. Kürtler, özerkliğin Doğu Kürdistan’ın tamamında kabul edilmesini istiyordu. Bu talep, KDP’nin sloganı olarak da şöyleydi: İran’a Demokrasi, Kürdistan’a Özerklik. 

Kürtlerin bu taleplerine, İran’ın yeni kururlmuş hükümeti tarafından kısmî kabulu içeren bir karşılık verildi. Ama elbette Kermanşah’tan Maku’ya kadar sınırları çizilen, Lur bölgesini de içeren bir Kürdistan tanımı kabul görmemişti. İran yönetiminin karşı teklifinde yerel yönetimlere Kürt yetkililerin atanması, kültürel hakların serbestçe kullanılması gibi son derece kısıtlı haklar yer alıyordu. Ama bu bile Humeyni tarafından çok görüldü ve veto edildi. 

Bu ilk hamleler işlerin hiç de iyiye gitmeyeceğini gösteriyordu ve öyle de oldu. Rejimin ilk yılında en az üç görüşme oldu, Kürtler taleplerinde ısrar etti ve rejim de bildiğini tekrarladı. Humeyni’nin Kürtler için en fazla önerebileceği şeyler, örneğin silahlarını bırakanların affedilmesi, ekonomik kalkınma için bir günlük petrol gelirinin Kürt kentlerine bırakılması vesaireydi. 

Kürt güçleri, İran’ın yeni anayasası konusunda da bir beklentiye sahiptiler. Anayasada Kürtlerin ifade edilmesi ve haklarının garantiye alınmasını istiyorlardı. İslami anayasanın taslak halinde özerklik yer almıyordu, ama mesela Farsların, Türklerin, Kürtlerin, Belucilerin, Arapların eşit haklardan yararlanacakları gibi ifadeler vardı. Ama Humeyni bu taslağı veto etti ve Fars olmayan tüm milletlerin ya da onlara göre tüm azınlıkların adlarının anayasadan çıkarılmasını sağladı.

Sonuç, bugün hala geçerli olan İslami anayasa ve Kürtlerin payına hiçbir şeyin düşmemesi… İran’da Kürtlere tanınmış kısmî külterel haklar var elbette, örneğin yayıncılık ve eğitim alanında Kürtler bazı haklara sahipler. Hatta sadece birkaç Kürt kentini kapsayan Kürdistan adında bir eyalet de var. Ama bu haklar, esasında çoğunlukla molla rejiminin tanıdığı haklar değil, öncesinde Şah rejimi 1950’lerle birlikte katı inkar siyasetinden vazgeçip bu hakları tanımıştı, hala yürürlükte olan da bunlardı. Ayrıca mollaların Kürt siyasetinin Şah döneminden farklı olmadığının önemli bir göstergesi, bizzat bu hakların nasıl tanımlandığıyla ilgilidir. Mesela Kürtçenin öğretilmesi, konuşulması ve Kürtçe yayınların yapılması gibi haklar tanınıyor; ama esasında Kürtçenin Farsçanın bir lehçesi olduğuna dair milliyetçi bir siyasetin gereği olarak ve yine Kürtçe rejimin propagandası açısından işlevsel olduğu sürece bu haklar makbul görülüyor, aksi halde ağır ceza konusudur. Bir ara not: Böylece on yıllar sonra Kürtler için bazı kültürel hakları lütfederken bir bakıma Türkiye’nin esin kaynağının neresi olduğunu da görmüş oluyoruz!  

Molla rejimi ile Kürtlerin bakış açısı iki noktada kesinlikle örtüşmüyordu: Birincisi, mollalar katı bir şeriat sistemi getirdiler ve Kürtlerden de diğer bütün Müslümanlar gibi biat etmelerini istediler. Ama Kürtlerin iki ana akım gücü, sol ve sosyalist siyaseti esas alıyordu. Bu, Marksistleri, solucuları şeytan ilan eden Humeyni nezdinde kabul edilemez bir şeydi ve nitekim Humeyni Qasimlo’nun KDP’sini de şeytan partisi olarak ilan etmişti. (Tabi KDP sadece sol parti olduğu için değil, Kürt milliyetçiliğini esas alan düşman bir parti olarak görüldüğü için şeytan ilan edilmişti.) Buna rağmen özerklik meselesinde ısrar eden Kürtlerin bakış açısı farklıydı, onlar rejimin İslami niteliğiyle esasında çok da ilgili değillerdi. Tabi söylem ve programlarında demokratik İran’ı talep ederlerken şeriatın olmadığı özgürlükçü bir İran’ı tahayyül ediyorlardı, ama Kürtlerin öncelikli talebi özerklikti ve bu, onlara örneğin şeriatla ya da başka bir şekilde yönetilen İran’dan ayrı olarak Kürdistan’da kendi modellerini hayata geçirebilme imkanını tanıyacaktı. Öncelikli olan buydu; sonra şayet yapabilirlerse veya Qasimlo’nun bir keresinde ifade ettiği gibi Kürdistan için düşündükleri modelin geleceğini garantiye alabilmek için bile olsa İran için de demokrasi talepleri vardı. Ama özerklik, demokrasi vesaire kavramlar Humeyni ve İslamcı düzeni için küfür nitelindeydi. Nitekim Qasimlo, bir görüşmelerinde Humeyni’nin kendisine şöyle dediğini aktarmıştı: 

“Ben kendim Humeyni ile konuştuğum zaman… İran devrim öncesi. Bana o zaman Humeyni, ‘demokrasi’ ve ‘otonomi’nin dışarıdan gelmiş kelimeler olduğunu söyledi. ‘Biz hepimiz islamız, kardeşiz’ dedi. Ama biz onların nasıl islam, nasıl kardeş olduklarını daha sonra gördük.” (Qasimlo 1988. Yazım hataları korunmuştur.)

Humeyni’nin gerçek niyeti ve düşüncesi buydu. Ama tabi örneğin anayasada sadece milli – etnik açıdan değil aynı zamanda Sünni oldukları için de Kürtler yok sayılırken Humeyni, Qasimlo’ya da söylediği gibi, “din kardeşliği” retoriğine başvuruyordu. Ona göre, Kürtler ve diğer milletler “azınlık olarak [bile] adlandırılmamalıdırlar… İslamda böylesi ayrımlara hiç yer yoktur. Farklı dilleri konuşan Müslümanlar arasında … hiçbir farklılık bulunmamaktadır. Böylesi sorunlar büyük bir olasılıkla Müslüman ülkelerin birleşmesini istemeyenler tarafından yaratılmaktadır…” (McDowall 2005:367)

Kürtler ile molla rejiminin bakış açılarının ayrıştığı ikinci nokta ise, milliyetçilikle ilgilidir. Mollaların İslamî esasları temel niteliği haline getirdikleri ya da İslam’ı özdeşleştirdikleri Fars kimliği üzerinden yeni sistemi kurguladıkları açıktır. Nitekim Humeyni’nin “din kardeşliği” ile ilgili aktardığım sözlerinden de anlaşılabileceği üzere, mesela Fars olan kardeş her türlü imkan ve imtiyazdan faydalanırken, Kürt veya diğer kardeşlere bunlar tanınmıyor, onlardan sadece biat isteniyor. Dolayısıyla Şiilik Fars kimliğinin hem güncel politik hem de tarihsel bir bileşeni olarak değerlendiriliyor. Bu durumda da hem milli – etnik hem de inanç farkı dolayısıyla Kürtlere bir karşıtlık söz konusudur. Kaldı ki, ta ilk Şah döneminden beri İran’da kurumsallaşan anlayışa göre, mesela Kürtçe Farsçanın bir lehçesidir. Ayrıca Kürtlerin hak ve özgürlük mücadelesi, Fars egemenliğine ve onun hakimiyet alanı olarak belirlenen coğrafyaya tehdit oluşturduğu için en ağır suçlamalarla, mesela emperyalizm ve yabancı güçlerin işi olmakla nitelendirilmiş ve bastırılması için her şey yapılmıştır, hala da yapılıyor. Bu durumda, İran İslam modeli, örneğin AKP ve Türkiye örneğinde de sıklıkla karşımıza çıktığı üzere, bir klişeyi daha en başta yıkıyordu. Bu klişe, İslamcı bir modelin laik-seküler ulus devlet modellerinden daha kapsayıcı olabileceği ve haliyle Kürt meselesi gibi etnik – milli meselelere daha iyi çözüm getirebileceğine dairdir. Kürtler bunun ne kadar irrasyonel ve içi boş bir retorikten ibaret olduğunu, bizzat ilk önce İran molla rejimi ile deneyimlediler. Sonrasında AKP’nin Türkiye’sinde yaşayıp gördüler ve muhtemelen bu kez de cihadist Suriye’de deneyimleyecekler. 

Bu noktada, o zamanlar önde gelen dinî Kürt şahsiyetlerden biri olan ve Komala ile yakınlığı bulunan ve Humeyni tarafından aforoz edilen Şeyh İzzeddin Huseynî’nin 1983’teki bir değerlendirmesini paylaşmak isterim: 

“Başımızdaki dini bir hükümet değil, İslam adının altına gizlenmiş bir diktatörlüktür… Din adamlarının görevi Tanrı’nın tanınmasına mürşit (rehber) olmaktır. … Hangi dini hükümeti kurarsanız kurun, bu diktatörlükle sonuçlanacak ve din Tanrı adına dayak atmanın, idam etmenin ve öldürmenin aracı haline gelecektir.” (McDowall 2005:369)

Molla rejimi ile Kürt güçler arasında başarısız kalan görüşmeler veya müzakere denemeleri, çatışmaları kaçınılmaz kılmıştı ve bu oldukça kanlıydı. Zaten Humeyni, yeni rejime boyun eğmeyen Kürtler hakkında 19 Ağustos 1979’da bir fetva da ilan etti. Kürt hareketini “komplocu” olarak niteleyen Humeyni, orduya sert şekilde müdahale etme emri verdi; böylece Kürtlerin öldürülmesi, yerlerinden sürülmeleri, işkence ve infaza maruz kalmaları dinen helal sayıldı. Bu fetvanın ardından başta Sinê kenti olmak üzere Kürdistan’ın pek çok yerinde açık infaz, işkence ve toplu öldürülme haberleri geldi. 1981’e gelindiğinde, bazı kaynaklara göre en az 10 bin civarında Kürt öldürülmüştü. Qasimlo da aynı yıl verdiği bir röportajda Senendec, Merîwan, Seqiz ve Banê gibi kentlerin hava saldırılarıyla yerle bir edildiğini, 1980 itibarıyla sadece Senendec’de üç bin Kürdün öldürüldüğünü açıklamıştı. Qasimlo başka bir röportajında ise 1988 itibarıyla molla rejimi tarafından öldürülen Kürtlerin sayısını 45 bin olarak açıklamıştı ve bu arada Sinê gibi bazı yerlerde kimyasal gazlarla toplu katliamlar da yapılmıştı. Varın siz düşünün, bugünkü kanlı bilanço muhtemelen aktardığım oranın en az iki üç katı kadardır. 

Dolayısıyla İran’ın İslamcı rejim deneyiminde Kürtlerin payına düşen, on binlerce ölüm, baskı, işkence, hapis, idam, yok sayılmak, sürgün vesaire… Bugün de bütün bunları yaşıyorlar. Bu elbette molla rejiminin vahşiliğiyle ilgilidir. Ama Kürtler açısından 1979’daki fırsatın dramatik biçimde kaçırılmasından söz ederken, Kürt temsilcilerinin tutumlarına da kısaca değinmekte fayda var. 

Bahsettiğim gibi, molla rejimi ilan edilirken Kürdistan’da pek çok siyasi parti ve grup vardı. Bunların Kürtler arasındaki desteği de hatırı sayılır düzeydeydi. Örneğin 1980’deki seçimde KDP, bazı Kürdistan kentlerinde yüzde 80 civarında oy almıştı. Hakeza Komala için de dikkate değer bir destekten söz etmek lazım. 1982-83’e kadar da örneğin Mahabad ve Urmiye gibi büyük kentlerin önemli bir kısmını KDP, Senendec ve Meriwan gibi kentlerin önemli bir kısmını ise Komala kontrol ediyordu. Özellikle kırsal kesimde epey etkiliydiler; halkın okul, sağlık ve benzeri ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlardı. Qasimlo’ya bakılırsa, 1981 itibarıyla sadece KDP’nin peşmerge gücü 45 binin üzerindeydi ve hatta izin verselerdi bu sayı 200 bini bile bulabilirdi. Bir de Komala’nın binleri bulan peşmerge gücü vardı. 

Peki, ne oldu da bu kadar güçlü bir yapı yeni kurulmuş molla rejimi karşısında başarısız oldu?  Üstelik Şah sonrası hengame devam ederken İran, Irak ile 8 yıl sürecek yıpratıcı bir savaşa da başlamıştı. 

Bu sorunun pek çok yanıtı var. Mesela bütün çalkantılarına rağmen bir devlet olarak İran’ın daha kurumsal bir yapıda ve organize olması, silah ve ordu gücü bakımında taraflar arasındaki eşitsizlik, Kürtlerin uluslararası bağlantılarının ve desteğinin olmaması ya da az olması, uluslararası konjonktörün Kürtlere avantaj sağlayamaması, ekonomik güç dengesizliği vs… Kuşkusuz bütün bunları daha detaylı ve fazlasıyla sıralayabiliriz ve hepsinde de gerçek payı var. Ama bir gerçek daha var ki, bu bizzat Kürtlerle ilgilidir. 

Öncelikle KDP ve Komala Doğu Kürdistan olarak tarif ettikleri ve özerkliğini talep ettikleri coğrafyanın tamamında örgütlü değillerdi ve haliyle bu coğrafyada tüm Kürtlerden destek görmüyorlardı. Örneğin Kurmanci konuşan kuzeydeki kısımlarda bu iki partinin etkisi sınırlıydı ve İran çeşitli biçimlerde buradaki Kürtler arasında etkili olabiliyordu. Hakeza Kermanşah gibi bölgelerde Şii inancına yakın duran Kürtler, yeni rejimden yana tavır almıştı. Mesela 1980 seçiminde Kürdistan illerinde boykot varken, oyların kullanıldığı tek yer Kermanşah bölgesiydi. Yine din ve aşiret yapıları farklılık gösteriyordu; bazı çevreler rejimi desteklemeyi tercih etmişti. Şah döneminde kaybettikleri imtiyazları geri isteyen bazı aşiret reisleri de mollalardan meddet ummuştu. Bu tür Kürt toplumuna dair pek çok neden de sıralanabilir. 

Bütün bunlardan daha önemli bir husus var; o da örgütlü Kürt güçleri arasında bile bir ortaklığın olmamasıydı, aksine bir yandan rejimle çatışırlarken öbür yandan birbirleriyle düşmanca bir rekabet halindeydiler. KDP ile Komala ilişkisi bu açıdan ibretliktir. Kürt milleti adına tarihi bir fırsat yakaladıkları bir zaman diliminde örneğin milli talepler konusunda ortaklaşabilirlerdi, ki esasında çok da farklı şeyler savunmuyorlardı. Ama onlar için Kürdistan’da işçi sınıfının var olup olmadığına dair ideolojik ihtilaf bazen daha önemli olabiliyordu. Yine Qasimlo’nun KDP’si ile Güney Kürdistan’daki Barzani liderliğindeki KDP arasında da ciddi gerilim ve çatışmalar yaşanıyordu. Qasimlo Barzani’yi Tahran ile işbirliği yapmakla suçluyordu, hakikaten de böyle bir ilişki vardı, zira Saddam’a karşı zor durumda olan Güney Kürtleri Saddam’ın düşmanı mollalardan meddet ummuyorlardı ve bu da Doğu Kürdistan’daki Kürtlerin mücadelesine zarar olarak dönüyordu. Tabi Barzani de Qasimlo’yu Saddam’la işbirliği içinde olmakla suçluyordu. 

Bir diğer mevzu, liderlik meselesi… Muhtemelen Abdurrahman Qasimlo, öne çıkabilecek bir figürdü. Ama Komala’nın ideolojik katılığı ve inadı, onları İran solcu Fedayilerine yakınlaştırdığı kadar Qasimlo’dan uzaklaşmalarına neden olmuştu. Öbür yandan Qasimlo’nun ne derece kapsayıcı bir liderlik performansı sergilediği de tartışmalara konu olmuştu. Örneğin bütün bu savaş ve hengame ortamında gerçekleşen KDP’nin dördüncü kongresinde Qasimlo otoriter olmakla suçlanmış ve bazı önde gelen isimlerin KDP’den ayrılması söz konusu olmuştu. Özcesi, Kürtler 1979’un fırsat döneminde ortak hareket edebilme kabiliyetinden yoksundular ve bu, fırsatın kaçırılması için elbette tek önemli neden değildi, ama önemli nedenlerden biriydi. Tabi bu partilerin kendisi de zamanla büyük irtifa kaybettiler; günümüzde ise, hala toplum nezdinde karşılıkları varsa da, Güney Kürdistan’da hapsoldukları mülteci kamplarında seslerini duyurmaya çalışıyorlar; üstelik yine İran’la ilgili önemli gelişmeler yaşanırken ve bunun Kürtler için yeni bir fırsat dönemi doğurma ihtimali varken… Dramatik bir durum elbette… 

Bugün Suriye’deki yeni cihadist dönem ile İran’daki molla rejiminin Kürt deneyimi arasında tarihsel dersler bakımından bir bağlantı kurarken, elbette dönemsel şartları, aktörlerin özgüllüklerini, konjonktürel farktörleri, sosyolojik değişimleri vs hususları göz ardı etmemek lazım. Değişen çok şey var ve bunlar, 1980’li yıllara nazaran bugün Kürt siyaseti için daha olumlu bir görünüm oluşturuyor. Örneğin Rojava’daki Kürt gücü daha organize bir yapıdadır, 13 yıllık yönetim deneyimi var, silahlı bileşenlerinin donanım, eğitim ve teçhizatlanma düzeyi çok daha üstün, uluslararası bağlantıları son yüzyılda Kürtlerin hiçbir parçada hiç sahip olamadıkları oranda var, bölgesel statüko bir bütün olarak değişim halinde ve bu da Kürtlerin manevra kabiliyetini epey güçlü kılabiliyor vs… İşte, 1979 İran deneyimi, bütün bu avantajların nasıl olumlu bir sonuca vesile edilebileceğine ve karşılarındaki gücün güncel ve tarihsel niteliğine dair pek çok ders barındırıyor. 

 

Podcast Yayını

Kaynakça

İran’ın Kürt Meselesi: https://www.youtube.com/watch?v=__E4mti7T3c 

Abdurrahman Qasimlo ile röportaj: Armanc Yayınları, 10 Nisan 1981, Stockholm

Abdurrahman Qasimlo ile röportaj: KurdistanPress Dergisi, Sayı: 42, 9 Eylül 1988, Stockholm

David McDowall, Modern Kürt Tarihi, 2005, Doruk Yayınları, İstanbul 

Erdem Güven, Türk Basınında İran Devrimi: Hürriyet Gazetesi Örneği. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1673355 

İran Devriminin 45. Yılı: Amaçlar ve Pişmanlıklar. https://www.bbc.com/turkce/articles/cql93q854ngo 

Mustafa Zengin, Dr. Qasimlo: Post Marksizmin Kürt Yüzü, Kürt Araştırmaları Dergisi, 2019 https://www.kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-39 

Nuri Fırat, Politikanın Kürtçesi, 2015, Everest Yayınları, İstanbul

Wadie Jwaideh, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, 2014, İletişim Yayınları, İstanbul

İlginizi Çekebilir

Avrupa Birliği, Suriye’de yeniden imar için bağış konferansı düzenlemeyi planlıyor
CENTCOM: Suriye’de IŞİD lideri Ebu Yusuf öldürüldü

Öne Çıkanlar