Şubat 1925’te başlayan, Kürtlerin inkar edilen hakları ve varlıklarını savunan, yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni sarsan ilk büyük isyan olan ve ancak kısa sürede bastırılan Şeyh Said İsyanı ile ilgili dramatik tarihlerden biri 27 Mayıs’tır.
Aslında isyan sonrasında Kürtlerin hafızasında yer tutan üç önemli tarihten söz etmek mümkündür.
Birincisi, Şeyh Said İsyanını esasında planladığı belirtilen Azadi Cemiyeti lideri Cibranlı Xalit Bey ile Bitlis milletvekili Yusuf Ziya ve arkadaşlarının 15 Nisan’da katledilmeleridir. Ki bu olay, isyanın başarısız olduğunun anlaşılmasıyla birlikte gerçekleştirildi ve katledilen bu insanların mezar yerleri hala bilinmiyor.
İkinci önemli tarih, isyana bizzat liderlik eden Şeyh Said ile beraberindeki 46 kişinin 29 Haziran 1925’te Diyarbakır’da idam edilmeleridir. Şeyh Said’in de mezar yeri hala bilinmiyor, devlet tarafından gizleniyor.
Bu iki tarih arasındaki bir üçüncü önemli tarih de 27 Mayıs 1925’tir. Şeyh Said İsyanı ile bağlantılı olduğu iddiasıyla gözaltına alınıp yargılanan isimlerden biri de Seyyid Abdulkadir’dir. Seyid Abdulkadir, 1880’lerin başında Osmanlı’ya isyan etmiş, ancak isyanı bastırılmış Şeyh Ubeydullah’ın oğluydu. Babası Şeyh Ubeydullah’ın isyan ettiği Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’e karşı Seyyid Abdulkadir de muhalifti, hatta İttihat Terakki Cemiyeti ile de başlarda ilişkisi vardı. Bu nedenle II. Meşrutiyet’in ilanından (1908) sonra İstanbul’a yerleşen Kürt milliyetçilerinden biri de Seyyid Abdulkadir’di. Bir dönem Ayan Meclis’i üyeliği ve Şürayi Devlet (Danıştay) başkanlığı gibi önemli bürokratik görevlerde de bulunmuş olan Seyyid Abdulkadir, 1910-1920 aralığında İstanbul’da kurulan çeşitli Kürt kurum ve yayın organlarında etkin olan isimlerin başında geliyordu. Osmanlı dağıldıktan sonra 1918’de İstanbul’daki Kürt milliyetçilerinin önemli bir adresi olan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin başkanlığını yapan Seyyid Abdülkadir, bağımsız Kürdistan fikrine pek yakın durmamış, aksine kamuoyuna yansıyan görüşlerinden de anlaşılabileceği üzere Kürdistan’a muhtariyet isteyen biridir. Nitekim bu görüşlerinden dolayı Kürdistan Teali Cemiyeti içinde bağımsızlık yanlısı pek çok Kürt milliyetçisi ile arası bozulur.
Doğrusu, Osmanlı dağılırken, yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken ve Lozan’dan sonra yeni bölgesel nizam uluslararası anlamda garanti altına alınırken, Kürt milliyetçilerinin bütün olup bitenlere pek de etkili düzeyde müdahil oldukları söylenemez. Özellikle de İstanbul’da konumlanmış, Kürdolog Martin van Bruinessen’in ifadeleriyle marjinal saray siyasetçilerinin etkisi neredeyse yok gibidir; onlar “Kürdistan bağımsız mı olmalı, özerk mi olmalı” diye tartışa dururken, devletini kuran kurdu, Kürdistan’ı parçalayan parçaladı vesaire…
Bu dönem Kürt tarihi açısından hala güncelliğini koruyan ve bence bugün için de ibret alınması gereken bir dönem ve bu dönemin önde gelen aktörlerinden biri de hiç kuşkusuz Seyyid Abdülkadir. Bunları derken, Seyyid Abdülkadir’in tarihsel konumunu ve etkisini önemsizleştirmiyorum, aksine önemli olduğuna ve hikâyesinden ders alınması gerektiğine işaret ediyorum.
Şeyh Said İsyanı’nı tertiplediği belirtilen Azadi Cemiyeti ile ilişkisi olduğu gerekçesiyle isyandan sonra Seyyid Abdulkadir ve oğlu Seyid Mehmed de gözaltına alınıp yargılananlar arasında yer alıyordu.
Bütün bu dönemde, İsmet İnönü’nün ifadeleriyle, “Türkiye Cumhuriyetinin korunması için bir vesile ve rejimin yerleşmesinde bir araç” olan Takrir-i Sükun yasası yürürlüğe konulmuş ve bu kanunun gereği de, yine İsmet İnönü’nün ifadeleriyle, “Cumhuriyetin savunmasını ve yerleşmesini sağlayan” İstiklal Mahkemeleri tarafından yerine getiriliyordu.
Şark İstiklal Mahkemesinde binlerce Kürt yargılandı. Bu mahkemeyle ilgili muhtemelen dikkate değer tek araştırmanın sahibi olan Ergün Aybars’ın aktardığı verilere göre, İstiklal Mahkemesinin göreve başladığı 12 Nisan 1925’ten kapatıldığı 7 Mart 1927’ye kadar 207’si vecahi, 213’ü gıyabi, toplam 420 idam kararı; 1911 kişiye çeşitli oranlarda cezalar; 2779 kişi hakkında ise beraat kararları verildi. Bu arada asker kaçakları hakkında verilen 131 idam kararı da dahil edildiğinde infazı gerçekleştirilen idam sayısı 350 civarında oluyor. Ayrıca sıkıyönetim mahkemelerinin verdiği idam kararları da bu verilere dahil değil.
Bazı anekdotlarla birlikte Şeyh Said İsyanı çerçevesinde 27 Mayıs tarihinin de Kürtlerin yakın dönem tarihi ve hafızası açısından önemli olduğunu hatırlatmış olayım.
27 Mayıs 1925’te idam edilen 6 kişinin isimleri şöyle: Seyyid Abdülkadir, oğlu Seyyid Mehmed, Kör Sadi, Hoca Askeri, Avukat Hacı Ahdi ve Kemal Fevzi.
Ergün Aybars’ın aktardığı şekliyle, idam edilen bu isimlerin son sözleri şöyleydi:
Seyyid Abdülkadir: “Siz beni asmakla Kürtleri gayretlendiriyorsunuz. Kürtlerle Arapların birleşmesine sebep oldular.”
Seyyid Mehmed: “Evlad-ı Resul’e bu hal reva görülür mü? Hükümet başına bela açtı.”
Kör Sadi: “Hepimiz idam cezasına müstahakız. Çünkü vatana hıyanet ettik. Allah Türk millet ve memleketinin saadetini müemmen ve ebedi etsin.”
Avukat Hacı Ahdi: “Yaşasın Kürtlük mefkuresi, yaşasın Kürdistan!”
Kemal Fevzi ise suçsuz olduğunu söylüyordu.
Tam bu noktada Kemal Fevzi’nin hikâyesine bakmakta fayda var. Çünkü hem kendisi hem de yargılama sırasında mahkeme heyeti ile savcı arasında yaşanan tartışmalar dikkate değerdir.
Kemal Fevzi, Bitlis Kürtlerindendir, daha yirmili yaşlarda Osmanlı ordusuna katılır, Teğmen rütbesiyle Balkan savaşlarına katılır, burada yaralanınca genç yaşında malulen emekliye ayrılır. Bu ayrılıktan sonra Kemal Fevzi’nin yolu İstanbul’daki Kürt milliyetçileriyle kesişir. Seyyid Abdulkadir’in başkanı olduğu Kürdistan Teali Cemiyeti’nde faal olan isimlerdendir, aynı zamanda bu cemiyetin yayın organı olduğu kabul edilen milliyetçi Kürt dergisi Jîn’de yazılar yazar. Yazılarında anlaşıldığı üzere, bağımsız bir Kürdistan’ın kurulmasının taraftarıdır, yani bir bakıma Seyyid Abdulkadir’in muhalifidir. Ancak Şeyh Said İsyanı dolayısıyla yargılandıkları mahkemede yolları kesişti ve akıbetleri aynı oldu.
İdamdan önce Kemal Fevzi’nin başına başka şeyler gelmişti. Kürtlerin hakları ve Kürdistan’ın bağımsızlığı gibi konular nedeniyle çalışmalar yürüttüğü için Kemal Fevzi hakkında El-Cezire Divan-ı Harbiye tarafından gıyabında idam kararı verilmişti. Bu nedenle Mustafa Kemal’in yeni Türkiye’sinde güvende olmayan Kemal Fevzi, 1923’te İran’a geçip, bir süre, buradaki Kürt isyanına liderlik eden Simko Ağa’nın yanında yer alır. Aynı yıl Türkiye’de bir genel af çıkarılır ve Kemal Fevzi’nin işlediği ileri sürülen suç da bu af kapsamındadır. Bu nedenle Kemal Fevzi, Şubat 1924’te Türkiye’ye giriş yapar ve sonrasında tutuklanır, bir yıl sonra da serbest bırakılır. Bırakıldığı dönemde Şeyh Said İsyanı olur ve bu kez de bu nedenle tutuklanır ve Seyyid Abdulkadir ile birlikte yargılanıp idam edilir.
Kemal Fevzi’nin hikâyesinin ilginç tarafı şu:
Şark İstiklal Mahkemesi’nin savcısı Ahmet Süreyya Örgeevren anılarında, Kemal Fevzi’nin tutuklandıktan sonra kendisiyle görüşme yaptığını, bu görüşme ya da ifade alma sırasında Fevzi’nin Kürtler için epey çabaladığını, ancak bunların beyhude çabalar olduğunu söylediğini ileri sürer. Daha da önemlisi, Örgeevren, Kemal Fevzi’nin kendisine Kürtlerin Türk soyundan geldiğini söylediğini de iddia eder.
Gerçekte ne olup bittiğini bilmiyoruz; bildiğimiz şey, Jîn dergisindeki yazılarında Kemal Fevzi’nin katıksız bir Kürt milliyetçisi olduğudur, ancak Örgeevren’in iddiaları da bu şekilde. İdamdan önce suçsuz olduğunu ileri sürmesi ise Kemal Fevzi’yi kurtaramamıştır. Nihayetinde uygulamada Takrir-i Sükun Kanunu var ve bu kanun, bugünkü Terörle Mücadele Kanunu gibi, Kürt karşıtı siyasetin hukukî biçimiydi. Aslında bu ucube kanuna göre bile Kemal Fevzi suçsuzdu; ancak Kürt karşıtı hukuk, suçsuzluğu bir yana, kendini idam ipinden kurtarmak için Kemal Fevzi her ne demişse artık, elbette onu affetmeyecekti. Bu yönüyle Kemal Fevzi’nin durumu da Kürtler açısından hala güncelliğini koruyan bir ibret vakasıdır.
Savcı Ahmet Süreyya Örgeevren ile mahkeme heyeti arasında tam da Kemal Fevzi nedeniyle Ankara’ya yansıyan gerilimler de yaşanıyor.
Örneğin Örgeevren anılarında 3 Mayıs 1925’te, kendisiyle mahkeme başkanı Mazhar Müfit ile üyeler Ali Saip ve Lütfi Mütif arasında İstiklal Mahkemelerinin yetkileri konusunda tartışma yaşandığını ve bu tartışmada Kemal Fevzi olayının da konuşulduğunu aktarıyor. Mahkeme heyetinin kendisini Kemal Fevzi’nin idamını engellemekle suçlaması üzerine, Savcı, Kemal Fevzi’nin hain olduğunu kabul ettiğini, fakat çıkarılan aftan yararlandığı için yeniden yargılanmasının yanlışlığını hatırlatıyor.
Mahkeme heyetinin istifa resti karşısında savcı Örgeevren, 4 Mayıs’ta Milli Savunma Bakanı Recep Bey’e olayı bildiren bir telgraf yazıyor. Recep Bey de olayı İsmet İnönü’ye aktarıyor. İnönü de 9 Mayıs’ta bizzat savcıya bir telgraf yazarak, savcının mahkeme heyeti ile uyumlu çalışması gerektiğini vurguluyor. Çünkü, İnönü’nün ifadeleriyle, “Diyarbekir İstiklal Mahkemesinin hemahenk mesaisi bir vatan ve devlet meselesi olduğundan bütün arkadaşlarımızın daima ve samimen imtizaç için sarfımahal etmelerine intizar olunur.”
İnönü’nün “Bilvesile gözlerinizden öperim” diyerek bitirdiği telgrafla ayar verdiği Savcı da hemen şu ibretlik karşılığı verir:
“Bütün bir vatan ve millet meselesi olarak telakki ettiğim Kürt isyan ve ihtilali karşısında şahsiyetimin en gayri kabili terk hukuk ve hususiyetlerini de yok farzederek çalıştığımı ve bu tevazuu mutlak içinde çalışmaya vicdanen borçlu olduğunu arzederim.”
Böylece savcı da geri adım atarak mahkeme heyetiyle aynı konuma gelmişti. Bu tartışmalar sırasında mahkeme heyeti üyesi Lütfi Mütif Bey, savcıya, “Bizim muayyen, milli gayemiz vardır. Ona varmak için, ara sıra kanunun fevkine de çıkarız” demişti zaten. Süleyman Demirel de Kürt meselesiyle ilgili her türlü hukuksuzluğun hüküm sürdüğü 1990’lı yıllarda benzer şeyler söylemişti, “gerektiğinde devlet rutinin dışına çıkar” diye.
Mesele Kürtler olunca kendi hukuklarını bile yok farz ederek siyaseten ne isteniyorsa onu yapacaklarını gösteriyorlardı.
Buradan şimdi de esas 27 Mayıs’a gelmek istiyorum. Yani 27 Mayıs 1960…
Bugünkü iktidarın ortağı MHP’nin kurucusu ve ebedi lideri Albay Alparslan Türkeş’in sesi radyolardan duyuldu. Türkiye tarihindeki ilk darbe gerçekleşti. Ordu içindeki bir grup subay, kısa süre önce emekliliğe zorlanmış general Cemal Gürsel liderliğinde, daha sonraki darbelerden farklı olarak, emir komuta zinciri içinde olmadan yönetime el koydu. Elbette bu öyle bir grup askerin kafalarına estiği için darbe yaptığı anlamına gelmiyor, en azından müesses nizamın darbenin arkasında olduğu söylenebilir. Söz konusu dönemde örneğin İsmet İnönü’nün bazı açıklamalarına bakıldığında bu durum daha iyi anlaşılacaktır. İnönü de ebedi şef Mustafa Kemal’den sonra milli şef ilan edilmiş, devlet partisi CHP’nin liderliğini yapmakta olan biriydi ve herhalde kurucu nizamın en önemli aktörlerinden biri sayılabilir. Burada elbette derdim 27 Mayıs darbesinin niteliklerini anlatmak değil, sonuç itibarıyla Türkiye’de bu dönemde ilk kez bir askeri darbe olmuştu. Doğrusu öncesinde zaten bir darbeye ihtiyaç yoktu, zira uzun yıllar bir tür askeri yönetim olan tek partili dönem söz konusuydu, ardından çok partili sisteme geçilmişti ve işte buna da darbe yapıldı.
Türkeş’in bildirisini okuduğu 27 Mayıs askeri cuntasının ülkeye özgürlük getirdiğine inanan pek çok solcu var ne yazık ki… Onlara göre, Mustafa Kemal’in emperyalizme karşı büyük bir mücadeleyle kurduğu ülkeyi, sağcı Adnan Menderes her yere peşkeş çekmişti, soyup soğana çevirmişti; askerlerin yaptığı doğruydu, nihayetinde özgürlükçü bir anayasa bile ilan edilmişti. Daha ne olsun ki! İroniye bakın ki, askerlerin ya da Kemalist cenahın veya CHP’nin o dönemki iddialarına bakılırsa, sağcı Menderes ülkeyi en çok da komünist Sovyetlere peşkeş çekmişti! Menderes de onlar için, yani CHP’liler için defalarca aynı iddiaları gündeme getirmişti, ne de olsa komünizm ve Sovyet karşıtlığı o dönemlerde epey işe yarıyordu.
Elbette gerçekler, bu ironiyi bile fark etmekten aciz solcuların zannettiği gibi değildi, ne olacağı kısa sürede ortaya çıktı. Cunta, Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanı idam ettirdi, ama esasında bu hiçbir şeyi çözmedi, bugünden geriye dönüp bakıldığında ne dediğim daha iyi anlaşılacaktır. Pek çok solcu da kısa süre sonra o övdükleri askeri cuntadan fazlasıyla nasiplerini alacaklardı; nitekim 1971’deki 12 Mart Muhtırasının özel hedeflerinden biri solculardı. Ama konumuz bu değil…
Bu iki askeri darbenin ve daha sonrakilerin ve elbette diğer bütün sol-sağ görünümlü sivil yönetimlerin hepsinin hiçbir zaman haz etmedikleri bir kesim vardı, tahmin edebileceğiniz gibi Kürtler…
Adnan Menderes hükümeti, Aralık 1959’da, yani darbeden aylar önce Kürt aydın ve öğrencilerine yönelik bir cadı avı başlatmıştı. 50 kişi gözaltına alınmış, tutuklanmıştı; bunlardan biri ölünce, geriye 49 kişi kalmıştı ve bu olay 49’lar davası olarak bugün Kürt tarihindeki yerini alıyor. Daha sonra ortaya çıkan belgelerden anlaşılıyor ki, Menderes ve ekibi, emniyet ve istihbarat teşkilatıyla birlikte aslında en az bin kişilik bir liste hazırlamışlardı. O dönem Menderes’in partisinde milletvekili olan Abdülmelik Fırat’a göre ise, aslında bu liste iki bin beş yüz kişilikti ve daha sonra darbe yapacak olan Cemal Gürsel tarafından hazırlanmıştı. Neyse ne, ama bir listenin olduğu ve Kürtlerin eziyet çektiği kesin… Bu liste görüşülürken, daha sonra, hepsini bir anda tutuklayıp olası bir uluslararası tepkiyi körüklememek için, peyderpey gruplar halinde tutuklama yapmayı tercih etmişlerdi.
Burada adı listede bulunan, 49’lar Davasının sanıkları arasında yer alan ve aslında her dönemin sanığı olmuş, 1992’de ise devlet bağlantılı güçlerce 72 yaşında katledilen Musa Anter’in anlattıklarına aktarmak istiyorum. Anter, söz konusu liste ile Menderes’in Kürt siyaseti ve 49’lar davası hakkında şöyle yazmıştı:
“DP’ye karşı yapılan darbeden sonra elimize geçen rapora göre –ki bu rapor Avcıoğlu’nun YÖN dergisinde yayınlandı- Celal Bayar, ikinci Kurmay Başkanı Cevdet Sunay, Turancı Devlet Bakanı Tevfik İleri, Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu toplanıyorlar. O zaman Milli Emniyet’in Kürt sorunu şefi Ergun Gökdeniz’in –ki bu zat, 1975-76 yılları arasında Mardin’e vali tayin edildi- hazırladığı rapor okunuyor. Raporun içeriği genel hatlarıyla şöyledir: 1- Eğer Türkiye’de bin tane Kürt aydını yok edilirse Türkiye’de Kürt sorunu en aşağı otuz yıl geriler. 2- Operasyonda seçeceğimiz Kürtlere komünist demeliyiz, çünkü Kürtler komünistleri sevmez ve tutmazlar. 3- Bunların siyasi partilerde kuvvetli yakınları olmamalıdır vb.
“Celal Bayar ve Cevdet Sunay, ‘Tamam’ diyorlar. Celal Bayar Dersim’deki tecrübelerine güvenerek, ‘Zaten inkila (köklerini kazımak) lazımdır’ diyor. Tevfik İleri, ‘Arkadaşlar, siz beni bilirsiniz. Ben bir Kürt dostu değilim, ama böyle bir harekette bulunursak sakın Cezayir’i Kürdistan’a getirmiş olmayalım?’ diye soruyor. Fatin Rüştü Zorlu, ‘Böyle şey olmaz. Ben şimdiden istifa ediyorum, zaten dışarıda kimsenin yüzüne bakacak halimiz kalmamış. Ermeni Soykırımı’dır, Rum Soykırımı’dır, Kürt Soykırımı’dır, tarih içinde bir parça kabuk bağlamışken yeniden bu soykırımı kimseye karşı savunamayız’ diyor. En son Adnan Menderes kalmış, ‘Peki arkadaşlar, zaten müfettiş beyin anlattığı suçlar idamlık suçlardır. Biz bunlardan elli tanesini tutuklar, mahkeme kararı ile idam ederiz. Böylece ellişer ellişer tutuklar ve mahkeme kararı ile de idam edersek, bini tamamlarız’ demiş. Buna karar veriliyor. Tabi öncelikle Ankara Kara Kuvvetleri Mahkemesi’nde elli tane adsız tutuklama müzakeresi çıkarılarak Milli Emniyet’e veriliyor. Milli Emniyet kimin adını koyarsa o tutuklama kararı onun oluyordu. …
“17 Aralık 1959’da – ki biz buna arkadaşlar arasında Mevlana’nın ölüm günü olan ‘Şeb-Aruz’ diyoruz- tüm Türkiye’de ben ve arkadaşlarım tutuklandık. Ancak baktılar ki hücreler kırk kişilik, on tanesini de tutuksuz olarak kabul ettiler.
“Senelerden sonra mahkemeye çıktığımızda kırk dokuz kişiydik; bu olaya da ‘Kırkdokuzlar’ denildi. Sebep şu: Ankara Hukuk Fakültesi üçüncü sınıf talebesi ve hemşehrim Emin Batu, hücrede vefat etti. Bu yüzden kırk dozu kişi kaldık. Biz hücreden çıktık, Emin’in kan içindeki hücresine gittim. Ağzından gelen kan ile duvara şunları yazmıştı:
“Esaret bahçesinde bir gül olmaktansa
Hürriyet bahçesinde bir diken olmayı tercih ederim.”
Musa Anter’in anlattıkları böyle. 49’lar davası esasında hem Türkiye’deki hem de Türkiye dışındaki Kürt muhalefetiyle ilgiliydi. Devlet, Şeyh Sait ve Ağrı İsyanları ile daha sonra 1938’deki Dersim katliamı sonrasında, her türlü şiddet, baskı, tehcir, asimilasyon ve katliam yöntemiyle Kürt meselesini bastırdığını düşünüyordu. Nitekim en az 20 yıllık bir suskunluk dönemi de hasıl olmuştu. Ancak 1960’ların başından itibaren Kürt muhalefeti ufak ufak yeniden canlanmaya başlamıştı. Devlet Kürt hayaletinin yeniden hortlamasından elbette korkuyordu. Nitekim haklıydı da, nihayetinde o ufak çıkışlar bugünkü büyük Kürt muhalefetinin ilk doğuş anlarıydı.
Öbür yandan Irak’ta dinamik bir Kürt muhalefeti vardı. Molla Mustafa Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi, önemli mevziler elde etmişti. Barzani 1958’de, 10 yılı aşkın kaldığı Sovyetler Birliği’nden Irak’a dönmüş, devletle çeşitli müzakerelere başlamıştı. Ortada bir de Kerkük meselesi vardı, bugün olduğu gibi, o zamanlar da zengin petrol kaynakları nedeniyle önemli bir kent olan Kerkük Kürtler, Türkler ve Araplar arasında ihtilaf konusuydu. Türklerin derdi petrolden ziyade, oradaki Türkmen azınlığı gündeme getirip Kürt muhalefetini bir şekilde bastırmaktı, canlanmasını engellemekti.
Söz konusu dönemde, yani 1959’da da CHP milletvekilleri Kürtlerin Kerkük’te katliam yaptığı iddiasını gündeme getirip müdahale istemişlerdi. Provokasyon konusunda ne de olsa deneyimliydiler. Bir süre önce de Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığı yaygarasını koparıp Gayri Müslimlerin mallarını, mülklerini talan etmişlerdi; onlarca insanı katledip her türlü eziyeti yapmışlardı. Daha sonra mesela Kıbrıs için aynı yaygarayı koparacaklardı, oradan da bir şekilde sonuç alacaklardı. Hakeza 1978’deki Maraş Katliamı ya da aynı dönemlerdeki Malatya, Çorum gibi kentlerde Alevilere yönelik katliamlar… Elbette benzer tertibatlar 2000’den sonra ve günümüzde de görüldü. Tabi, ortaya çıktı ki, bütün bu hadiseler devlet güdümündeki kontrgerilla tarafından yönetiliyormuş, belgeleri ve itirafları var, herkes bulup okuyabilir. Kürtler için de Kerkük üzerinden sık sık benzer senaryoları gündeme getiriyorlardı, hala da getiriyorlar.
Kısaca 49’lar davası, Kürtlerle ilgili bu iki önemli gelişmenin neticesinde ortaya çıkmıştı. Orgeneral Cemal Gürsel liderliğindeki cunta Menderes hükümetini devirip, kendisini idam ettirdikten sonra bir genel af çıkarmıştı. Ama elbette, Menderes’in hapse tıktığı Kürtler kapsam dışındaydı, daha sonraları da pek çok kez Kürtler afların kapsamına alınmamıştı. Mesela 1974’deki, mesela 1991’deki, mesela yakın zamanda Alaattin Çakıcı için çıkarılan özel af vesaire…
Anlayacağınız, darbecilerin affından 49’lar Davasından yargılanan Kürtler yararlandırılmadığı gibi, daha fazlası yapılmaya devam edildi. Başka bazı davalar daha açılmıştı mesela. Ama en önemlisi darbeden 4 gün sonra Kürt illerinden seçilen en az 485 ileri gelenin, ağa veya şeyhin gözaltına alınıp Sivas Kabak Yazı’na sürülmesi olayıydı. Daha sonra bu kamp boşaltıldı, ancak 55 kişi Türkiye’nin çeşitli illerine sürüldü. Görünürdeki gerekçe, bu kişilerin Menderes’in Demokrat Partisi’ni destekledikleri yönündeydi. Ama elbette gerçekte mesele Kürtlükle ilgiliydi. Hatta bir iddiaya göre, biraz önce Abdülmelik Fırat’ın gündeme getirdiğini söylediğim iddiaya göre, Cemal Gürsel, 2500 kişilik Kürt ileri gelenlerinin öldürülmesini ve böylece Kürtlere gözdağı verilmesini istemişti.
Bu, Cemal Gürsel; neden böyle bir şey dememiş olsun ki! Nitekim darbeden sonra ipleri eline alan Cemal Gürsel, özel olarak Kürtlerle ilgilenmeye başlamıştı. İktidarda olduğu süre zarfında Gürsel’in Kürtler hakkında sarf ettiği bazı sözlere bakılırsa, söylediği iddia edilen sözlere şaşırmaz insan. Mesela, Diyarbakır seyahatinde, “Bu memlekette Kürt yoktur. Kürdüm diyenin yüzüne tükürürüm” diyen de kendisi.
Kürtlere karşı nefret dolu olan General Gürsel, aslında malumun ilanında bulunuyordu, yani zaten yapılmış olanın yeniden yapılacağından kimsenin kuşkusunun olmamasını deklare ediyordu.
Darbeci Gürsel, Türklüğe dayandığı açık olan 1924 Anayasasını bile yeterli bulmayıp, 1961 Anayasasını yeniden yazmıştı. Biraz önce bahsettiğim gibi, pek çok solcunun ilerici bulduğu bu anayasada, 1924 Anayasasının aksine, egemenliğin kime ait olduğu belirginleştirildi. Buna göre, 4. madde şöyle düzenlendi: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletine aittir.”
Ama Anayasa’da böyle demekle olay çözülmüyordu. Yani hala Türk’ün egemenliğini veya Türk olmayı kabul etmeyenler ya da “kendilerini Kürt sananlar” vardı. Evet, Gürsel darbesinden sonra Kürtler için böyle denilmişti, “kendilerini Kürt sananlar”!
Bu arada bazı Kürt araştırmacılara göre, İsmet İnönü, Bülent Ecevit, Turgut Özal gibi Cemal Gürsel de “Kürt kökenliydi”, bunu da aktarmış olayım… Böylece kendi yüzüne tükürmüş olsun!
Darbeden sonra Gürsel meşhur bir Doğu Raporu da hazırlatmıştı, yıllar sonra bu rapor Bülent Ecevit’in arşivinden çıkacaktı, kamuoyu böyle haberdar olacaktı.
Darbeden sonra kurulan Devlet Planlama Teşkilatı’na (DPT) “Devletin Doğu ve Güneydoğu’da Uygulayacağı Kalkınma Programının Esasları” hakkında görev verildi. Bu kapsamda Teşkilat bünyesinde kurulan Doğu Grubu’nca bir rapor hazırlandı. 1925 Şark Islahat Planı’nı ve sonrasında hazırlanan çok sayıdaki raporu bir bakıma tekrar eden 27 Mayıs darbecilerinin Doğu Raporu, 1961’de uygulanması için hükümete gönderildi. 18 Nisan 1961 günü Devlet Başkanı ve Başbakan sıfatlarını birlikte taşıyan Cemal Gürsel başkanlığındaki Bakanlar Kurulunda alınan karar gereği şu içerikteki kararname çıkarıldı:
“Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı tarafından hazırlanan 3 Nisan 1961 gün ve DPT-SPD-DG-2400 sayılı ilişik ‘Devletin Doğu ve Güneydoğu’da uygulayacağı kalkınma programının esasları’ adlı rapor Bakanlar Kurulunun 18 Nisan 1961 günü yaptığı oturumunda müzakere ve kabul edilmiş…”
Kürt kelimesinin tek başına ve varlığı kabul edilen bir halkı çağrıştıracak biçimde kullanılmasından itina ile sakınılan ve kararnameyle yürürlüğe konulan raporda, elbette kamuoyuna açıklanmayan içeriğinde, “kendini Kürt sananlar” ifadesi tercih edildi. Kendini Kürt sananlar ile başa çıkılması için, daha önceki raporlarda önerildiği gibi iskân ve eğitim başta olmak üzere birçok konuda Türkleştirme tedbirleri ileri sürüldü.
Tam bu noktada bir anekdot paylaşmak isterim. Malumumuz devletin yıllar içinde hazırladığı onlarca rapor var. Bunlardan biri de 27 Mayıs Darbecilerinin raporundan hemen önce, 1959’da Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar’ın emriyle hazırlanmış “Türkiye’de Bugünkü Kürtçülük Fikir ve Cereyanının Doğuşu” başlıklı rapor. Murat Bardakçı’nın 18 Mart 2012 tarihli yazısında yer verdiği raporda, söz konusu dönemde milletvekili olan bazı isimler dahil 38 kişinin ismi “Memleketimizde Kürtçülük Cereyanlarını ve Propagandasını Sevk ve İdare Edenlerden Başlıcaları” denilerek listelendiği veya fişlendiği görülüyor. Raporun detaylarına girmeyeceğim, ancak şimdiye kadar anlattıklarıma ve bundan sonra anlatacaklarıma katkısı olacağını düşündüğüm için raporun “Tedbirler” başlıklı bölümünden bir parça aktaracağım. Şöyle deniyor:
“…Aşağıdaki tedbirler, âcilen ele alınması gereken hususlardır: Şark bölgesindeki istihbarat faaliyeti ve ajanlama işinin takviyesi ve bu bakımdan daha büyük maddî fedakârlıklara katlanılması lâzımdır. İstanbul’daki gençlik esaslı bir kadro ile ve ajanlarla hepsinden önce de bazı Türkçü liderlerle murakabe edilmeli (denetlenmeli) ve kılavuzlanmalıdır. Türk ve Kürt kültürü arasındaki fark görünmez şekle sokulmalı ve onların tertip ettiği Şark geceleri, folklor ve kültür gayretleri maarif ve kültür sistemimize göre ele alınıp Türk kültürüne temsil edilmelerine çalışılmalıdır. Yeni teknik imkânlarımızdan faydalanarak neşriyat yapan üç dış radyonun dinlenmesine mâni olunmalıdır. Posta sansürü Kürt muhaberat ve neşriyatına karşı daha geniş ölçüde işletilmelidir. Bunlarla uyumlu olarak politik müdahale ve karıştırmalar da tertip olunabilir. İran’la bu konudaki işbirliğinin güçlendirilmesi lâzımdır. Irak devleti, Kürtçülükle mücadeleye ikna olunmalıdır”.
Bayar’ın Kürt raporunda önerilen tedbirler böyle ve yine görüldüğü üzere Cumhuriyet’in kuruluşundan beri tekrarlanan ezber söz konusu. Bununla birlikte dönemin politik gelişmelerine göre tedbirlerin önerildiği de görülebiliyor. Örneğin o dönemde üniversite çevrelerinde kimi Kürt öğrencilerin çok da belirgin olmayan faaliyetleri var, Musa Anter ve bazı arkadaşlarının yaptığı gazetecilik faaliyetleri hakeza gündemde, yine örneğin Musa Anter ve arkadaşlarının Doğu geceleri adı altında düzenlediği bazı kültürel etkinlikler falan var. Aynı şekilde o dönemlerde örneğin Erivan, Tahran, Bağdat ve Kahire’de Kürtçe yayın yapan radyolarla ilgili meseleler… İşte bütün bu güncel konuları kapsayan bir rapordan söz ediyoruz.
Bayar’ın raporundan aşağı yukarı iki yıl sonra bu kez 27 Mayıs darbecileri bir Kürt Raporu hazırlamıştı, sözünü etmiştim. Şimdi bu rapordaki bazı hususlara dikkat çekmek istiyorum. Darbecilerin Doğu Raporu’ndaki bazı maddeler aslında ilginçtir. Mesela şu maddeler yer alıyordu raporda:
“Kendini Kürt sananlara Türk ırkından geldiklerini inandırma faaliyetlerine öncelik verilmesi,
“Bir üniversiteye bağlı Türkoloji Enstitüsü kurularak kendini Kürt sananların menşeilerinin Türk olduğunun ispatlanarak yayınlanması,
“Doğu’nun Türk tarihinin yayılarak neşredilmesi,
“Uzmanlarca radyo programlarının hazırlanması ve radyonun bir propaganda malzemesi olarak kullanılması,
“Muzır propaganda yapan yabancı radyo neşriyatının bozulması…”
Bu arada darbecilerin hazırlattığı Doğu Raporu’ndaki bu maddelerle benzer içerikte, yıllar sonra, yani 1961’dekinden farklı olarak bir de kararname çıkarılmıştı. Özce, Kürt dilindeki her türlü malzemenin, yayın, plak vesairenin Türkiye’ye girmesini ve dağıtılmasını yasaklayan 5/7635 sayılı bu kararname 14 Şubat 1967’de resmi gazetede yayınlanmıştı. Bu kararnameler de gösteriyor ki, 27 Mayıs darbecilerinin Kürt Raporu, yıllar boyunca, hükümetler ve yöneticiler değişse de, devletin Kürt siyaseti olarak her zaman yürürlükte tutulmaya çalışılmıştır. Nitekim 1974’te başbakan olduğunda bu kez aynı raporun uygulanması Ecevit’ten de istenmişti.
Bu anekdotu da paylaştıktan sonra, tekrar darbecilerin Doğu Raporu’na döneyim…
Yıllarca yürürlükte tutulmaya çalışılan, hükümetlerin Kürt meselesiyle başa çıkması için program haline getirilen bu rapor, kuşkusuz Cumhuriyet’in kuruluşundan beri esas alınan Kürt inkarının yeniden güncellenmesi demekti. Aslında yeni olmayan, ama bir türlü de dikiş tutmayan resmi politikanın yeniden ve ısrarla yürürlükte tutulması çabasından söz ediyorum. Bu çerçevede 27 Mayıs darbesi sonrasında pek çok yeni kurum da kurulmuştu. Örneğin Milli Güvenlik Kurulu… Bugün de varlığını koruyan bu kurulun her zaman en önemli gündem maddesi Kürtlerle nasıl baş edileceğine dair politikaların belirlenmesidir.
Öbür yandan sözünü ettiğim rapor ve buna göre geliştirilen politikalar çerçevesinde 27 Mayıs darbesinden sonra Kürtlerin Türk olduğuna dair, ya da onların ifadesiyle kendini Kürt sananlara asıllarını öğretmek amacıyla onlarca kitap ve dergi de yayınlandı, adeta bu konuda bir patlama yaşandı. Hatta bunun için Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü gibi bir kurum bile kurulmuştu. Benzer bir durum 12 Eylül darbesi sonrasında da yapıldı. Ancak milyonlarca liraya mal olan bütün bu yayınlar birbirini tekrarlayıp duran savsatalardan ibaretti.
Bu konuda çok fazla detaya girmek istemiyorum, ancak yine de birkaç hususu paylaşmak isterim.
Birçok değerli araştırmaya imza atan Kürt araştırmacı Malmisanîj’ın çok yerinde bir kavramı var; AntiKürdoloji. Bu kavramı şöyle tarif ediyor Malmisanîj: “Antikürdoloji derken, Kürtlerle ilgili gerçeklerin ortaya çıkmaması için yapılan çalışmaları kastediyorum. Bu çalışmaların hareket noktası, Kürtlerin bir millet, dillerinin bir dil sayılamayacağı, aksine Türk oldukları fakat Türkçeyi unuttukları biçiminde özetlenebilecek resmi tarih tezidir.”
Malmîsanij’ın tespitine göre, Cumhuriyet’in kuruluşundan 1960’lara kadar Kürtlerle ilgili –Devetin onayladığı tarzda – yaklaşık on kitap yayınlanmış. “Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi ve Kürt Sorunu” adlı son derece değerli kitabında İsmail Beşikçi de bir liste yayınlamıştı, hem genel olarak herkesin ve hem de böylece Kürtlerin Türklüğünü ileri süren kitapların bir listesini… Buradan bakılırsa ondan epey fazla kitaptan söz etmek gerekebilir. Ancak Malmîsanij ve Beşikçi’nin verdiği bilgilere bakıldığında, Antikürdoloji alanında, yani Kürtlerin Türk olduğunu ileri süren zırvalara dair 1960 darbesinden sonra adeta bir patlama yaşanıyor.
Tabi bu işi yaparlarken epey traji-komik durumlara da düşüyorlar. Yayınladıkları kitapların içeriğinin saçmalığını bir tarafa bırakın, bu kitaplara dönemsel olarak yaptıkları muamele bile ne derece beter olduklarını gösteriyor. Mesela 12 Eylül darbesinden sonra, yeni dönemin darbecileri için de 27 Mayıs darbecilerinin kurduğu enstitü, yani Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü ve buradan yayınlanan kitaplar kıymete biniyor. Bu nedenle daha önceki yıllarda yayınlanan pek çok kitap yeniden yayınlanıyor, ayrıca bu kitapların içeriğini alıntılamaktan başka bir şey olmayan bazı yeni kitaplar da yayınlanıyor. Demek ki, 12 Eylül darbecileri de, Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki 60 yıla rağmen Kürtlerin Türklüğünün yeterince propaganda edilmediğini ya da bu propagandanın yeterince sonuç almadığını düşünmüşler. Ancak başvurdukları metot ve materyaller aynı, öncekilerin yayınlarını yeniden keşfedip yayınlıyorlar, öncekilerin yaptığı gibi devlet kurumlarına dağıtıyorlar, okunmasını zorunlu kılıyor vesaire… Ne yapsınlar, aynı pilavı ısıtacaklar, ezberleri bu!
Ancak haklarını tamamen yemeyeyim, 12 Eylül’den sonra bu ezber birazcık değiştiriliyor. Şöyle ki, 1981-85 arasında bu enstitü bünyesinde 30’u aşkın kitap yayımlanmış. Bu konuyu araştıran Nevzat Anuk’tan alıntılayacak olursam, “Tamamen Türk devletinin baskıcı ve tekçi ideolojik anlayışına göre yazılan / yeniden yazdırılan bu kitapların bir kısmı Kürtlerin Türklüğünü ispata yönelik daha önce basılmış kitaplardır. Fakat bu kitaplardaki ‘Kürt’ kelimesi geçtiği her yerde değiştirilerek ‘Kürttürkleri’ biçiminde yazılmıştır.”
Bu dezenformasyon yayınları ve kurumları, tıpkı Kürt karşıtı siyaset gibi günümüzde de iş başında…
Kaynaklar:
Anter, Musa (1991). Hatıralarım (1. Cilt). İstanbul: Yön Yayıncılık
Anuk, Nevzat (2015). Bir Türkleştirme Aygıtı: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü. İstanbul: Kürt Tarihi, Sayı: 19
Beşikçi, İsmail (1970). Doğu Anadolu’nun Düzeni / Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller. Ankara: e Yayınları
Bruinessen, Martin (2012). Kürdolojinin Bahçesinde. İstanbul: İletişim Yayınları
Dündar, Akar (2010). Ecevit ve Gizli Arşivi. Ankara: İmge Kitapevi Yayınları
Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Cilt 1-2, 1920-1927, Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları, İzmir, 1998
Fırat, Nuri (2015). Politikanın Kürtçesi. İstanbul: Everest Yayınları
Hakan Kutlu, Şark İstiklal Mahkemesinde 1925-1927 Döneminde Takrir-i Sükun Kanununun Uygulanması. İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2007
Kaya, Ferzende (2003). Mezopotamya Sürgünü. İstanbul: Anka Yayınları
Malmisanîj, M. (2011). Anti-Kürdolojiden Kürdolojiye Giden Yol ve İsmail Beşikçi. İsmail Beşikçi içinde. (Der: Barış Ünlü-Ozan Değer). İstanbul: İletişim Yayınları
Temel, Celal (2015). 1984’ten Önceki 25 Yılda Kürtlerin Silahsız Mücadelesi. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları
Yeğen, Mesut (2006). Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa. İstanbul: İletişim Yayınları