Nuri Fırat: Abdülhamid’den İttihatçılara Kürt Siyaseti

Yazarlar
  1. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu güç ve toprak kaybetmeye devam ediyordu. Bunu engellemek amacıyla bazı reformlara gidildi. Bunlardan en önemlisi ise 1800’lerin başında hayata geçirilmeye çalışılan Tanzimat tedbirleriydi. Tanzimat tedbirleri kapsamında Osmanlı İmparatorluğu merkezileşmeyi esas almaya başladı. Bunun Osmanlı Kürt ilişkilerine yansıması kaçınılmaz oldu. Birkaç yüzyıldan beri yarı devlet statüsünde Osmanlı’ya bağlı olan Kürt beylikleri bu merkezileşme siyasetinden doğrudan etkilendi. Osmanlı’nın kurmak istediği yeni düzen, Kürt beyliklerine eskisi gibi statülerini sürdürme olanakları tanımıyordu ve bu beraberinde bir dizi isyan dalgasına yol açtı. Nihayetinde Soran, Baban ve Botan gibi güçlü Kürt beylikleri 1850’lere gelindiğinde yenilmiş ve ortadan kaldırılmıştı (Bkz. Bruinessen 2011). Bu gelişmelerin ardından ilan edilen ve merkezden atanan mutasarrıflarca yönetilen Kürdistan Eyaleti’nde, artık beylikler zamanındaki gibi Kürtlerin siyasi-idari temsillerine imkân tanınmıyordu, ancak Kürtlerin varlıklarına veya kültürel haklarına ilişkin herhangi bir kısıtlama da henüz söz konusu değildi. 

Amir Hassanpour, Türklüğün hâkim kılınması çabası çerçevesinde, “Türkiye’deki dil eşitsizliğinin” başlangıcını ararken şu tespiti yapar: “Burada 1876 tarihi önemli. Çünkü ilk reformların yapıldığı tarih olarak biliyoruz. 1876 yılında ilk yasayla Osmanlı Türkçesi, Osmanlı Devleti’nin resmi dili olarak belirlendi.” (2005a:206)

Alişan Akpınar (2012) da Hassanpour ile aynı döneme işaret eder. Akpınar, Osmanlı’nın merkezileşme siyasetinin aynı zamanda merkezi eğitimi zorunlu kıldığını, bu ihtiyacın sonucu olarak 1857’de Maarif-i Umumiye Nezareti’nin kurulduğunu ve “Merkezi yapının ortak dili ne olacaktı?” sorusunun daha fazla gündemleştiğini kaydeder. 1876’da ilan edilen Osmanlı’nın ilk anayasası Kanun-i Esasi’de çözüm bulunduğunu belirten Akpınar, Kanun-i Esasi’nin tartışma safhasında şu maddenin önerildiğine dikkat çeker: 

“Memalik-i Osmaniye’de bulunan akvamdan her biri kendilerine mahsus olan lisanı talim ve taallümde muhtardır. Fakat hidemat-ı devlette istihdam olunmak için devletin lisan-ı resmisi olan Türkçe’yi bilmek şarttır.”

Türkçeyi ilk kez (zorunlu) şart olarak ortaya koyan bu metin, “ön Türkçüler olarak adlandırılabilecek gruptan olan Eğinli Said Paşa”nın şiddetli itirazı sonrasında şu şekli ile Kanun-i Esasi’nin hükmü haline gelmişti:

“Teba-i Osmaniye’nin hidemat-ı devlette istihdam olunmak için devletin lisan-ı resmisi olan Türkçe’yi bilmeleri şarttır.” 

Böylece her topluluğun kendi dilini öğrenebileceğine dair bölüm kaldırılarak sadece devlet görevlisi olacakların devletin resmi dili Türkçeyi bilmelerinin zorunlu olduğuna dair bölüm maddeye yazılmıştı (Akpınar 2012:84).

Terk edilen lisan-ı Osmanî yerine Türkçenin ilk kez resmi düzeyde ifade edilmesi ve zorunlu kılınması, zaten dağılmakta olan imparatorlukta pek de bir anlam taşımadığı düşünülebilir. Böyle bir düşünce haklılık payı taşıyabilir; ancak “ön Türkçülerin” bu ön tasarıları, sonraki dönemleri belirlemesi veya öncelemesi bakımından önemlidir. Öbür yandan dil çerçevesinde asimilasyon ele alındığında, zaten bir süreden beri Osmanlı’nın bilinçli bir siyaset olarak bunu yürürlüğe koyduğu da belirtilebilir. 

Fuat Dündar’ın aktardığına göre, 1900’lerin hemen başında devleti kurtarabilecek reçeteler olarak Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık üzerine tartışmalar yürütülmüştü ve bu çerçevede örneğin Osmanlıcılık taraftarı olan Ahmet Ferit’in Türkçülük-İslamcılık akımını ve böylece asimilasyonu hararetle savunan Yusuf Akçura’ya verdiği yanıt ilginçti. “Asimilasyonun, aslında Osmanlıcılık örtüsü altında da gerçekleştirilebileceğini” belirten Ahmet Ferit, “asimilasyon politikasının dünya ve Osmanlı örneklerini karşılaştırarak, Osmanlı Devleti’nin zaten kuruluşundan beri ‘dinsel asimilasyon’ yani ihtida politikasına, Tanzimat’tan beri de ‘dilsel asimilasyon’a başvurduğunu hatırlatır. Otokton bölgeleri dağıtmak ve tüm tebaasını idari anlamda birleştirmek için Osmanlı Devleti’nin Tanzimat’ın başında, ‘idari ve hukuksal bir asimilasyon’ politikası izlediğini belirtir. Osmanlı Devleti bu amaçla muhacirleri belirli bölgelere –özellikle gayrimüslim nüfusun yoğun bölgelerine- iskân etmiştir. Kafkasyalı göçmenlerin Bulgaristan’da, Giritlilerin İzmir ve Boşnakların bir kısmının Rumeli’de iskânlarını buna örnek olarak verir. Ayrıca eğitim alanında modernleşmenin aslında asimilasyon amacıyla devreye sokulduğunu da belirtir.” (Dündar 2010:74-75)

Bununla birlikte “bir proto-milliyetçilik olarak Osmanlıcılık siyasetinin şampiyonu Namık Kemal[’in], Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus-devlet olarak kurulmasından epey önce” dile getirdiği şu görüşler de, asimilasyon siyasetin çok önceden benimsendiğini göstermesi bakımından dikkate değerdir: 

“(E)limizden gelse, memleketimizde mevcut olan lisanların Türkçeden başkalarını mahvetmek iktiza ederken, Arnavutlara, Lazlara, Kürtlere birer elifba tayiniyle ellerine şikak için bir silah-ı manevi mi teslim edelim? Lisan bir kavmin diğerine inkılabını men için belki diyanetten bile daha metin bir seddir. (…) Vakıa Rumlara, Bulgarlara bizim lisanı tamim etmek kabil değildir; fakat Arnavutlara, Lazlara yani Müslümanlara tamim etmek pek kabildir. Onlar da münasip yolda idare olunur, mektepler yapılır ve hatta bizim o nakıs maarif nizamnamesinin hükmü icra olunur ise, yirmi sene sonra Lazca, Arnavutça bütün bütün unutulur.” (Yeğen 2006:110; Ayrıca bkz. Dündar 2010:76)

Bu tür görüşlerin gittikçe güçlendiği bir dönem olarak, 1876’dan 1909’daki İttihat Terakki Cemiyeti’nin (İTC) darbesine kadar 33 yıl boyunca iktidarda olan II. Abdülhamid, Osmanlı milleti ve İslam siyaseti çerçevesinde Kürtleri ve diğer Müslüman milletleri imparatorluk bünyesinde tutmaya çalışmıştı. II. Abdülhamid’in bir bakıma Ahmet Ferit’in izah ettiği şekliyle izlediği siyasetin, doğrudan önerdiği biçimiyle olmasa bile Namık Kemal’in görüşlerine de paralellikler taşıdığı ileri sürülebilir. En sadesinde Türkçe zorunluluğu yürürlükte kalmıştı. Öte yandan II. Abdülhamid’in iktidarının ilk yıllarında, 1878-1880 arasında, bazı araştırmacıların Kürt milliyetçiliğinin başlangıcı olarak kabul ettiği Şeyh Ubeydullah İsyanı bastırılmış ve Kürtlere dair talepleri reddedilmişti (Bkz. Jwaideh 2014; Bozarslan 2005; Bruinessen 2011; Celîl 2014). 

  1. Abdülhamid’in Kürt siyasetinin önemli bir örneği olarak, Kürt aşiretlerinin silahlandırılmasıyla Hamidiye Alayları 1890’da kurulmuştu. Çoğunlukla Rusya ve Ermeni tehdidine karşı sınır boylarında koruma sağlamak amacıyla bu silahlı süvari birliklerinin kurulduğu kabul edilmekle birlikte, bir diğer esas amaç da bizatihi Kürt tehdidinin bertaraf edilmesiydi. Yüzyılın başından beri sürdürülmekte olan merkezileşme siyasetine rağmen Kürt aşiretleri bir türlü kontrole alınamamış, Şeyh Ubeydullah İsyanında görüldüğü üzere Kürtler ayrı bir otorite talebinde bulunmaya devam etmişti. Dolayısıyla İsmail Beşikçi’nin tespitlerinden hareketle, genel kabul gördüğü üzere Hamidiye Alaylarının kurulmasıyla Osmanlı Sarayı’na sağlanan iki yarardan özetle şöyle söz etmek mümkündür: 

“Birincisi, Kürt aşiretleri arasında zaten mevcut olan çatışmaların silahlı ve resmi olarak sürdürülmesini sağlayarak, Kürt halkının merkezileşmesini ve birlik olmasını önlemesidir. … ikinci yarar da, Müslüman Osmanlı Halkları, Türkler, Kürtler, Araplar vs. arasında birlik ve beraberliği sağlayan hilafet kurumu ve dinci ideolojiyi kullanarak Ermenilere karşı bitmek, tükenmek bilmeyen bir savaşın başlatılmasıdır. Osmanlı Sarayı, halkların birbirleriyle çarpıştırılması sonucu meydana gelen dengeden geniş ölçüde yararlanmış ve Doğu’da kendine karşı muhtemel başkaldırmaları önlemiştir. “ (1970:89)

Beşikçi’den aktardığım üzere genel kabul gören bu görüşün yanı sıra, konuyla ilgili faydalı bir araştırmaya imza atan Janet Klein’in dikkat çektiği gibi, II. Abdülhamid, bu alaylarla esasında çok daha kapsamlı amaçlar gütmüştü: 

“Gerçekte bu, ne resmi beyanlarda belirtildiği gibi sadece sınırı korumayı ve o sırada bazı gözlemcilerin, ileride de bazı tarihçilerin iddia ettikleri gibi sadece Ermeni faaliyetlerini bastırmayı, ne de bazı başka yazarların ileri sürdükleri gibi sadece sultan ile Kürtler arasında özel bir bağ oluşturarak imparatorlukta İslam birliği bağlarını güçlendirmeyi amaçlayan çok yönlü bir misyondu. Bütün bu nedenlerle ve daha fazlası için örgütlenmişti. Belki de en önemlisi, [‘daha büyük bir proje olan modern devlet inşasının merkezine yerleştiği bir çağda’] bölgeyi Osmanlı saflarına katmayı ve bunun için gereken ne varsa yaparak orada tutmayı amaçlıyordu.” (2014:20) 

Bu arada II. Abdülhamid döneminin baskılarından dolayı ilkin 1898’de Kahire’de, daha sonra da çeşitli Avrupa ülkelerinde yayınlanan Kürdistan gazetesinin 28. sayısında “Hamidiye Süvari Alayları” başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Ermenilerin ayaklanmasından söz edilen yazıda, Dördüncü Ordu Kumandanı Zeki Paşa’nın ileride Kürtlerin de Ermenilerin hareketine katılmalarından korktuğu ve Kürtlerle Ermenilerin işbirliği yapmalarını önlemek için Hamidiye Süvari Alaylarının kurulması düşüncesini Abdülhamid’in Sarayına önerdiği, Abdülhamid’in de o düşünceyi değişik halklar arasında sonsuza dek sürecek bir çatışmanın baş göstermesi için yararlı bulduğu ve o nedenle o düşünceyi çabucak benimseyip uygulanması için emir verdiği kaydediliyordu. (Bozarslan (ed.-ter.) 1991:505) 

Ayrıca Kurdistan gazetesinde Ermeniler ile Kürtler arasında yaşanan çatışmalardan II. Abdülhamid’i sorumlu tutan ve bu çatışmaları yanlış bulan başka yazılar da yayınlanmıştı. Bir diğer önemli husus da şu: Abdülhamid döneminde baş gösteren Şeyh Ubeydullah İsyanının önemli nedenlerinden biri olarak, her ne kadar aksi görüşler söz konusu olsa da, “Ermeni tehlikesi”ne de işaret ediliyor. “Ermeni tehlikesi”nin Kürtlerin Türklerle ortak hareket etmesinde ve bununla birlikte Kürt milliyetçiliğinin gittikçe siyasallaşmasında temel faktörlerden biri olduğunu belirten Hamit Bozarslan (2008; 2005a), II. Abdülhamid’in, İTC’nin ve daha sonra da Kemalistlerin bu tehlikeyi sürekli görünür kılarak Kürtleri yanlarına çekmeye çalıştıklarını ve başarılı olduklarını da aktarır. Bununla birlikte Kurdistan gazetesinin 27. sayısında “Kürdlere” başlığıyla yayınlanan ve Abdülhamid’in despot olarak nitelendirildiği yazıda Kürt – Ermeni ilişkilerine dair dikkate değer bir gelişmeye yer verilmişti. Yazıda Kürtlerin hak ve özgürlükleri için mücadele vermek yerine para ve nişan – rütbe dağıtan Abdülhamid’in “halifelik” kisvesi altında yürüttüğü siyasete kandıkları ve bundan vazgeçmeleri gerektiği vurgulanıyordu. Muhtemelen Abdurrahman Bedirxan tarafından yazılan bu yazıda, 1895’ten sonra yaşanan Ermeni katliamlarından dolayı Kürtler de suçlanıyordu ve buna karşın Kürtlerin Şeyh Ubeydullah’ın benimsediği siyaseti örnek almaları isteniyordu. 1901’de yazılan bu yazıda şöyle deniyordu: 

“Birkaç yıl önce Van’da Padişahın emriyle düzenlenen bir toplantıda Kürdleri Ermenilerin katliamına itip kışkırtmak için karar verildiğinde, o toplantıda bulunan rahmetli Şeyh Ubeydullah ‘Ermenilerin bu şekilde öldürülmelerinin Tanrı’nın emirlerine aykırı olduğundan, böyle bir iradeyi çıkaran bir padişahın ise zalim ve Tanrı’nın emirlerine karşı gelmiş olacağından, zalim bir padişahin ise tahttan indirilip görevden uzaklaştırılmasının gerekli olacağından, bu gibi iradenin Padişah hakkında hayırlı olmayacağını’ bildirerek toplantıdan çekilmişti. 

“Kürdler! Sözü edilen Şeyhin bu yiğitçe hareketi, niçin size iyi bir örnek olmuyor!” (Bozarslan (ed.-ter.) 1991:483)

Kurdistan gazetesinde yayınlanan bu yazıda suçlanan Kürtler de Hamidiye Alaylarıyla ilişkili olanlardı ve aktardığım gibi gazetenin bir sonraki sayısında zaten bunlar eleştirilmişti. Hamidiye Alaylarıyla ilgili bu hususlara dikkat çektikten sonra, devam edeyim… 

  1. Abdülhamid, Hamidiye Alaylarını faaliyete geçirdiği dönemde Kürt aşiret reislerinin çocuklarının da okutulduğu Aşiret Mekteplerini kurmuştu. Mekteplerin fikir sahibi olduğu kaydedilen Osman Nuri Paşa’ya göre, Arap, Arnavut ve Kürtler, kök ve gövdesi Türk olan bir ağacın ancak dal ve yaprakları olabilirdi. Dal ilan edilen bu milletlere “Türkçe’yi öğretmek amacı sadece bu okulla sınırlı kalmadı, seyyar mektepler ile göçebe Kürtlerin ve ‘6 vilayet’te sayıları artırılan ibtida-i mektepleri ile yerleşik Kürtlerin Türkçe öğrenmeleri hedeflendi.” (Dündar 2010:401; Ayrıca bkz. Akpınar, Rogan 2002) Özellikle süvari alayları ve mekteplerle etkili olmak isteyen II. Abdülhamid, sadakat bildiren aşiret reislerini ve şeyhleri silah, rütbe, altın ve imtiyazlarla “şereflendirdiği” ve hatta pek çok Kürdü bürokraside görevlendirdiği için “Bavê Kurdan” (Kürtlerin Babası) olarak da anılıyordu (Lütfi 2007; Bajalan 2010). İşte Kurdistan gazetesinin aktardığım yazıları buna karşı sert bir muhalefetti. 
  2. Abdülhamid’in Kürt siyaseti söz konusu edildiğinde çoğunlukla dikkat çekilmeyen önemli bir husus da iskân meselesidir, ki bu konuyla ilgili ender değerli çalışmalardan birine imza atan Fuat Dündar (2010), özellikle imparatorluğun son yüzyılında iskânın temel bir siyaset haline geldiğine dikkat çeker. Zira 1900’lerin başına gelindiğinde toprak kaybına paralel olarak Balkanlardan, Kafkasya’dan ve Rumeli’den imparatorluğun elde kalan topraklarına doğru sayıları birkaç milyonu bulan bir Müslüman göç akını vardı. Dündar’a göre, elde kalan Türk – Müslüman topraklarının, bu durumda Anadolu’nun, daha sonra İTC’li Talat Paşa’nın dile getirdiği üzere bu kalenin savunulması için Osmanlı bu göçleri bilerek teşvik bile ediyordu. Nitekim II. Abdülhamit’in önemli amaçlarından biri de imparatorluğun elde kalan bölümünde Müslüman ve Türk nüfusun sayısının arttırılmasıydı. Bu nedenle göçebe Müslümanların iskânı önemli görülmüştü. 

Ermeni bölgelerindeki idari meclislerde Müslümanların oranının arttırılması ve Ermenilerin taleplerinin önüne geçilmesi açısından iskân siyaseti en fazla Kürtlerle ilgili olmuştu. Özellikle 1877-78 savaşında Ruslara karşı alınan yenilgi ve ardından imzalanan anlaşmayla Ermenilerin yaşadığı bölgelere dışarıdan gelen Müslüman göçmenlerin iskânına engel konulduğu için, bu durumda Müslüman olan, iskân siyasetiyle Türkleştirilmeleri de amaçlanan göçebe aşiretli Kürtlerin durumu önem kazanmıştı. Dolayısıyla bu gerekçeye dayanan iskân siyasetinin Kürtlerde karşılık bulduğunu belirten Fuat Dündar’a göre, “Kürt göçebelerin iskânının, diğer amacı [ise], Abdülhamid’in anılarında belirttiği ‘Kürtleri yoğurup kendimize maletmemiz gerekiyor’ politikasına dayanıyordu.” (2010:400; Ayrıca bkz. Bajalan 2010:61. II. Abdülhamid’e mal edilen ifade tam olarak şöyle: “Rumeli’nde ve bilhassa Anadolu’da Türk unsurunu kuvvetlendirmek ve her şeyden evvel de içimizdeki Kürtleri yoğurup kendimize maletmek şarttır.”)

  1. Abdülhamid’in Osmanlıcı-İslamcı siyaseti, Hamit Bozarslan’ın dikkat çektiği üzere, “aynı zamanda stratejik bir kalkan oluşturmaktaydı”; çünkü “David Kuchner’in de öne sürdüğü gibi, II. Abdülhamid, sonuç olarak İmparatorluğun Anadolu’ya çekilmek zorunda kalacağını anlamış gibidir. Doktrinin amacı, bu ‘nüveyi’ homojenleştirmek ve bunu, Kürtler ve Araplar gibi Müslüman olan, ama Türk olmayan halkların yaşadığı çevre bölgeler sayesinde korumaktı. En az 100.000 Ermeni’nin öldürülmesine yol açan 1894-1896 katliamları, Anadolu’nun Türk ve Müslüman bir topluluk olarak yeniden oluşturulmasına doğru atılan ilk somut adımdır.” (Bozarslan 2008:20) 

Bu arada ilginçtir, Alman Goltz Paşa da aynı dönemlerde imparatorluğun Anadolu’ya çekilmesini ve hatta başkentin Konya veya Kayseri’ye taşınmasını önermişti. II. Abdülhamid tarafından 1883’te “iki yıllığına Harbiye Mektebi yetkilisi olarak” atanan Goltz Paşa, ordunun modernleşmesi için yaptığı etki kadar “asker millet”in inşa edilmesi gibi politik düşünceleriyle de özellikle İTC’nin ve hatta Türkiye’yi kuran kadroların gelecek siyasetini epey belirlemiş gibidir (Dündar 2010:63-64). 

(Bir not düşmekte fayda var; Abdülhamit döneminin İslamcı veya Panislamizm siyasetinin gerçekte ne derece tutarlı ve bütünlüklü olduğu da tartışmalıdır. Bu siyasetin çoğu kez ileri sürüldüğünün aksine konjonktürel olduğuna işaret edenler de var (Örneğin bkz. Karpat 2004))

Kürtler (ve diğer Müslüman milletler) ile ilgili izlediği bu siyasetin başarısı için uğraşan “Kürtlerin Babası”, öbür yandan ise iktidarda bulunduğu 33 yıl boyunca diğer muhalefet gibi Kürt muhalefetine de göz açtırmamıştı. Örneğin 1900’de kurulduğu kaydedilen “ilk Kürd örgütü” Kürdistan Azm-i Kavî Cemiyeti (Kürdistan Güçlü İrade Derneği) “Abdülhamid rejiminin baskısı altında uzun ömürlü olamamış ve bir süre sonra kapatılmış”tı (Bozarslan (ed.-ter.) 1998:19). İlk Kürt gazetesi olarak kabul edilen ve II. Abdülhamid iktidarına karşı mücadele çağrılarına sıklıkla yer veren Kurdistan gazetesi de baskılardan dolayı İstanbul’da değil Kahire’de, baskılar burada da devam edince bir süreliğine Avrupa’da yayınlanmıştı (Bozarslan (ed.-ter.) 1991; Ayrıca bkz. Bajalan 2010). 

  1. Abdülhamid’in Bedirxan Ailesine yönelik tutumu da Kürt siyaseti açısından dikkate değerdir. Örneğin 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda (93 Harbi’nde) Osmanlı ordusunda görev alan Bedirxan Ailesine mensup çok sayıda kişiye II. Abdülhamid’in reva gördüğü muamele, 1847’deki Bedirxan Bey İsyanını unutmamışçasına, Trablusgarp’a sürgün olmuştu.  II. Abdülhamid’in Kurdistan gazetesini de kuran Bedirxan Ailesinin Kürtçü faaliyetlerine tahammülsüzlüğünün son örneği, 1907’de İstanbul’da belediye başkanlığı yapan Rıdvan Paşa’nın öldürülmesi olayında ortaya çıkmıştı. Cinayetten Abdurrezak Bedirxan’ı sorumlu tutan II. Abdülhamid yönetimi, sadece Abdurrezak Bedirxan’ı değil, bu vesileyle İstanbul’da olmayan aile fertleri dahil çoluk çocuk Bedirxan Ailesine mensup herkes için sürgün kararı vermişti (Lütfî 2007).

Dönemin kaynaklarına bakıldığında, erken dönem Kürt milliyetçilerinin II. Abdülhamid dönemini Kürt karşıtlığıyla değerlendirdiği belirtilebilir. Babanzade İsmail Hakkı’nın, Osmanlılık ile Kürtlüğün mutlak bağını kurduğu Kürt Teavün ve Terakkî gazetesinin birinci sayısındaki “Kürdler ve Kürdistan” başlıklı yazısı, bu açıdan dikkate değerdir: 

“Eski hükümet genel olarak düşünce düşmanıyken, Kürd halkı hakkında hem düşünce, hem de dil düşmanı olmuştu; diğer halkların yalnız kafasını kesmeye çabalarken, Kürdlerin önce dilini, diliyle birlikte kafasını da kesmeye çalışmıştı. Sürekli olan bir baskı gerçi kafayı sersem kılar; ama dilin kesilmesi bir milleti hem dilsiz, hem de sersem eder. Bizce zulmün en acısı, en onarım kabul etmez yıkımlar gerçekleştireni, işte budur.” (Bozarslan (ed.-ter.) 1998:68)

İroniktir; II. Abdülhamit’i bu şekilde eleştiren İsmail Hakkı’nın, esasında öbür yandan örneğin Osmanlılık veya İslam birliği fikriyle II. Abdülhamid’in siyasetini savunduğu da ileri sürülebilir. Bir başka yazı ve podcast’te ayrıntılı anlattığım gibi, İttihat Terakki Cemiyeti’nin üyesi de olan İsmail Hakkı’nın Kürtler, Osmanlıcılık ve İslam hakkındaki görüşleri bu tür bir sonuca varmayı mümkün kılıyor (Bkz. Fırat 2023). Bu çerçevede, daha genel olarak, Abdülhamit ile İttihatçılar arasındaki iktidar mücadelesinin nihayetinde Kürtler açısından pek de farklı bir sonuç doğurmayacağı ve hatta pek çok noktada ilişkili olduğu da ortaya çıkacaktı. Böylece Kürtlere karşı bir politik süreklilikten bile söz edilebilir. Bununla birlikte erken dönem Kürt milliyetçilerinin istibdat döneminin sonu ve özgürlük dönemi diye pek heyecanla karşıladıkları İTC döneminin Kürtler için daha beter olduğunu söylemek de mümkündür. 

1908’deki II. Meşrutiyet ile birlikte iktidara gelen İTC’nin izlediği Kürt siyasetine dair bir özet yapmak için iki ana hususa dikkat çekilebilir: Birincisi, yer yer değindiğim gibi söz konusu dönemde tartışılan ve hangisinin esas alınmasıyla Osmanlı’nın çöküşten kurtarılabileceğine dair siyasi projeler veya görüşlerdir (yani İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük). İkincisi ise, hâkim hale gelen görüş çerçevesinde pratikte olup biten kritik gelişmelerdir. 

İTC hakkında yazılmış önemli kaynakların tümünde genellikle 1889’da kurulduğu belirtilen ve iki kurucusu da Kürt olan İttihad-i Osmanî Cemiyeti’ne işaret edilir. Zira İTC’nin kuruluşu esasında bu Cemiyete dayandırılıyor. Zaman içinde bu cemiyetin hem teşkilat yapısında hem de benimsediği politik görüşler açısından dönüşümler yaşandığı kaydedilir. Nitekim İTC hakkındaki pek çok kaynaktan hareketle Fuat Dündar, şunları kaydediyor: 

“İki farklı Cemiyet söz konusudur: 1889’da İstanbul’da bir araya gelen grup ile 1906’da Selanik’te bir araya gelen grup. İlkinde tüm Osmanlı milletlerini bağrında taşıyan, sivillerin ve aydınların hâkim olduğu, Fransa’nın model alındığı ve Osmanlıcılığın savunulduğu bir Cemiyet; ikincisinde ise sadece Yahudi, dönme ve Türklerin yer aldığı, subay ve küçük memurların çoğunluğu oluşturduğu, Almanya’nın örnek alındığı, Türkçülüğün hâkim düşünce olduğu bir Cemiyet söz konusudur. … 1908 sonrası tarih kitaplarında Cemiyet’in kuruluşu Rumeli’deki yurtseverlerin bir girişimi olarak açıklanıp Cemiyet’in kuruluşu 1889 İstanbul’una değil, Balkanlar’a gönderme yapılarak yazılır.” (Dündar 2010:56.) 

(Bu arada İTC’nin üç soykırımcı paşasından biri olan Cemal Paşa da örneğin anılarında “esasen Selanik’te kurulmuş olan İttihat ve Terakki gizli cemiyeti” ifadelerini kullanarak 1908’i kabul eder (2006:371))

Uğur Ümit Üngör de benzer bir ayrımdan yola çıkarak İTC’nin çok da uzun olmayan bir zaman dilimindeki dönüşümüne dikkat çekiyor. Üngör’e göre, İTC başlarda birlik fikri yani İttihad-ı Anasır fikri etrafında Osmanlı milleti tezini savunmuş, daha sonra Türkçülüğe geçmiştir. “Jön Türk hareketi” olarak İTC’nin bu geçişinin “iki önemli aşamada oluşan karmaşık bir kimlik oluşum süreci”nde yaşandığını kaydeden Üngör, şöyle yazıyor: 

“Hareketin birinci aşamadan ikinci aşamaya evrilmesi Osmanlı milliyetçiliğinin Müslüman milliyetçiliğine kayması biçiminde oluştu ve gayri Müslimlerin dışlanmasıyla sonuçlandı. İkinci aşama olan Müslümancılıktan üçüncü aşama olan Türk milliyetçiliğine geçilmesiyle Türk olmayanların tanınmaması süreci başlamış oldu. Bu iki kayma Türk ulus yaratma sürecinde hayati bir öneme sahiptir.” (Üngör 2016:73) 

Yusuf Akçura, Fuat Köprülü, Ziya Gökalp gibi Türkçü isimlerin sistemli hale gelmesinde epey katkı yaptığı Türkçülük ve hatta Turancılık fikri, nihayetinde İTC’nin esas görüşü haline gelecekti ve iktidarı döneminde de bu fikrin gereğini yapacaktı. Burada dikkat çeken husus ise, aslında görünürde olup bitenlerin Türkçülük ile doğrudan ifade edilmesinden ziyade hala Osmanlılığın öne çıkarılmasıydı. Dolayısıyla Fuat Dündar’ın yerinde tespitleriyle aktaracak olursam, “derin çekirdeğinde Türkçülüğün bulunduğu, yüzeyde yapay bir Osmanlıcılık diskuru, İttihatçı politikanın en karakteristik özelliği olacaktır. 1913’ten sonrası Türkçülük politikası şifreli telgraflarla, yani gizli ve derin bir operasyon olarak yürütülürken, dışarıya karşı Osmanlıcılık politikası da hiç terk edilmeyecek ve gayri-Türk ve gayrimüslimler, anti-Osmanlıcı oldukları için suçlanacaklardır. Osmanlıcılığa inanıldığı için değil, Türkçülüğe en iyi hizmetin ancak böyle bir politika ile sağlanacağı düşünüldüğü için bu tarz ikili bir siyasete başvurulmuştur.” (Dündar 2010:76. Benzer tespitler için bkz. Bajalan 2010; Üngör 2016)

Anlaşılacağı üzere, Babanzade İsmail Hakkı, “Kürdlerin önce dilini, dilleriyle birlikte kafalarını kesmekle” itham ettiği II. Abdülhamid dönemi, yine kendisinin “saçma ve gereksiz” bulduğu Türkleştirme siyasetini esas alan İTC ile sona ermişti. İTC’nin ilk zamanlardaki “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” söyleminin estirdiği hava ise çok geçmeden tersine dönmüştü. İTC’nin, Namık Kemal kuşağının daha ziyade “linguistik kimlikli” olan milliyetçiliğini siyasi içerikli Türkçülüğe evirmesi, bunun gereği olarak daha saldırgan bir siyaset izlemesi söz konusudur (Yeğen 2011). 1911’de Selanik’e yapılan gizli kongrede Osmanlıcı programını Türkçüleştiren ve böylece II. Abdülhamid’e karşı ittifak yaptığı gruplarla (bunlara erken dönem Kürt milliyetçileri de dahildir) beraberliğini savaşa dönüştüren İTC, 1913’te yaptığı darbe sonrasında ise iktidarı tamamen eline geçirmişti. Böylece “[a]dım adım tek parti haline gelmesine paralel olarak, Cemiyet gittikçe daha açık bir biçimde Türk milliyetçiliğinin sözcüsü rolünü oynamaya başlamıştır.” (Bozarslan 2008:28) İTC ile birlikte, Türkçü / Turancı Türk Yurdu Cemiyeti (kuruluş 1911), Türk Gücü (kuruluş 1913), Türk Ocakları gibi kuruluşlar da kurulmuştu. 

Bu noktada İTC’nin kendinden sonraki dönemler üzerindeki etkisine de kısaca dikkat çekmek isterim. İTC kadroları çoğu zaman Jön-Türkler olarak da ifade edilir. Ancak başta Eric Jan Zürcher (2005) ve kendisini referans olan başka pek çok isim, bu kavramı aynı zamanda Cumhuriyet dönemi kadroları için de uygun buluyor, ki bence bu bir politik sürekliliğe işaret etmesi anlamında doğrudur. Uğur Ümit Üngör’e göre, “İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1913-1918 yılları ile Kemalist yönetimin 1919-1950 dönemindeki nüfus politikaları arasında güçlü bir devamlılık” gözlenmektedir. “Bu iki rejimin birbirinin tıpatıp aynısı olduğu ve CHP’nin İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin doğrudan devamı olduğu anlamına gelmez. Ancak ideoloji, rejim tipi, politikalar ve kadro açısından aralarındaki benzerlikler araştırmalarda tartışılmıştır.” (2016:13; Ayrıca benzer görüşler için bkz. Bozarslan 2008; Dündar 2010) Bununla birlikte, ek yapacak olursam, hem esas alınan Türkçülük görüşü hem de bunun gereği olarak izlenen siyasete bakıldığında, esasında Mustafa Kemal’in CHP’sini Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgiyle sahneden inmek zorunda kalan İTC’yi her bakımdan tamamlayan, daha organize ve sistemli hale getiren ve haliyle devamcısı olan bir yapı olarak değerlendirmek pek ala mümkündür. Sonraki yazı ve podcast’te anlatacağım İTC’nin Kürt siyasetine dair veriler de eminim bunu fazlasıyla ortaya koyacaktır. 

 

İlgili Podcastler

Abdülhamid’den İttihatçılara Kürt Siyaseti. https://www.youtube.com/watch?v=UP3oI_aGKQY 

Kürtlerin ‘Babanzâde İsmail Hakkı Yanılgısı’. https://www.youtube.com/watch?v=t2ejGy3KD-E 

 

Kaynakça

Akpınar, Alişan (2012). Lisan-i Osmaniye’den Türkçeye. Vecdi Erbay, İnatçı Bir Bahar içinde. İstanbul: Ayrıntı Yayınları

Akpınar, Alişan, Rogan, Eugene (2002). Aşiret, Mektep, Devlet / Osmanlı Devletinde Aşiret Mektebi. İstanbul: Aram Yayınları

Bajalan, Djene Rhys (2010). Jön Kürtler / Birinci Dünya Savaşı’ndan Önce Kürt Hareketi (1898-1914). İstanbul: Avesta Yayınları

Beşikçi, İsmail (1970). Doğu Anadolu’nun Düzeni / Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller. Ankara: e Yayınları

Bruinessen, Martin van (2011). Ağa, Şeyh, Devlet. İstanbul: İletişim Yayınları

Bozarslan, Hamit (2005). Türkiye’de (1919 – 1980) Yazılı Kürt Tarihi Söylemi Üzerine Bazı Hususlar. Abbas Vali, Kürt Milliyetçiliğinin Kökenleri içinde. İstanbul: Avesta Yayınları

Bozarslan, Hamit (2005a). Türkiye’de Kürt Milliyetçiliği: Zımni Sözleşmeden İsyana (1919-1925). Abbas Vali, Kürt Milliyetçiliğinin Kökenleri içinde. İstanbul: Avesta Yayınları

Bozarslan, Hamit (2008). Türkiye’nin Modern Tarihi. İstanbul: Avesta Yayınları

Bozarslan, M. Emin (ed.-ter.) (1991). Kurdistan / Rojnama Kurdî Ya Pêşîn – İlk Kürd Gazetesi / 1898-1902. Cilt II. Uppsala: Weşanxana Deng

Bozarslan, M. Emin (ed.-ter.) (1998). Kürd Teavün ve Terakkî Gazetesi / Kovara Kurdî-Tirkî / Kürdçe-Türkçe Dergi / 1908-1909. Uppsala: Weşanxana Deng

Celîl, Celîlê (2014). 1880 Kürt Ayaklanması / Şeyh Ubeydullah Nehri. İstanbul: Avesta Yayınları

Cemal Paşa (Yay. Haz. Alpay Kabacalı) (2006). Hatıralar / İttihat ve Terakki, I. Dünya Savaşı Anıları. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Dündar, Fuat (2010). Modern Türkiye’nin Şifresi / İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918). İstanbul: İletişim Yayınları

Fırat, Nuri (2023). Kürtlerin ‘Babanzade İsmail Hakkı Yanılgısı’. https://www.nupel.tv/nuri-firat-yuzyil-once-kurtlerin-ismail-hakki-yanilgisi-270054.html 

Hassanpour, Amir (2005a). Türkiye’de Dilkırım Siyaseti ve Kürt Dili. Vesta, Sayı: 6

Jwaideh, Wadie (1999). Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi Kökenleri ve Gelişimi. İstanbul: İletişim Yayınları 

Karpat, Kemal (2004). Tarihsel Süreklilik, Kimlik Değişimi Ya Da Yenilikçi Müslüman, Osmanlı ve Türk Olmak. Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si içinde, (der.) Kemal Karpat. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları

Klein, Janet (2014). Hamidiye Alayları / İmparatorluğun Sınır Boyları ve Kürt Aşiretleri. İstanbul: İletişim Yayınları

Lütfî (Ahmed Ramiz) (2007). 20. YY’ın Başlarında Kürt Milliyetçi Söylemine Bir Örnek. İstanbul: bgst Yayınları

Üngör, Uğur Ümit (2016). Modern Türkiye’nin İnşası / Doğu Anadolu’da Ulus, Devlet ve Şiddet (1913-1950). İstanbul: İletişim Yayınları

Yeğen, Mesut (2006). Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa. İstanbul: İletişim Yayınları 

İlginizi Çekebilir

Polisin çarptığı Öztürk yaşamını yitirdi
Dünya genelinde geçen ay ‘en sıcak nisan’ olarak kayıtlara geçti

Öne Çıkanlar