İnternette Türk kadın casusları diye şöyle bir arama yaptığınızda, karşınıza Emine Adalet Pee diye biri çıkar. Özellikle son yıllarda hakkında bir roman yazılınca ve ardından biyografisini konu edineceği belirtilen bir filmin çekileceği belirtilince Emine Hanım birazcık da olsa tanınır hale geldi. Bu nedenle internet aramasında hakkında yazılmış bazı yazı ve haberlere denk gelirsiniz, ama hepsi de neredeyse tek kalemden çıkmış gibi.
Özetle; 1910’da İstanbul’da doğduğu, daha 14-15 yaşlarındayken dansözlüğe başladığı, 1924’te Almanya’ya yerleştiği, bir Almanla evlendiği ve burada dansözlüğe devam ettiği şeklindeki bilgilerin haricinde Hitler zamanında propaganda sorumlusu olan Göbbels’in kendisini çağırıp ajanlık yapmasını istediği ve Emine Hanımın da bunu reddettiği ileri sürülür. Üstelik bu kadar “cüretkar” olabilen Emine Hanımın bir de Hitler’in yaveri “Freglayr” adındaki bir adamla da yakın ilişkisi varmış ve bu sayede Hitler için özel olarak dans edebilmiş.
Hitler’in bu kadar “yakınına girebilen” ve “cesurca” ajanlık teklifini reddeden Emine Hanım meğer dönemin Türk istihbaratının casusuymuş. E ne de olsa o vatanına, milletine, liderine bağlı bir Türk kadınıymış! Öyle ki, daha 15 yaşında bir çocuk olmasına rağmen karşısında göbek attığı Mustafa Kemal Atatürk yanağından bir makas alıp öpünce, bu kutsal busenin izi silinmesin diye vatan-millet aşkıyla yanan kadıncağız, daha doğrusu çocukcağız bir hafta yüzünü bile yıkamamış. Daha ne olsun!
Emine Hanım, dansözlük yaparak yerine getirdiği kutsal vatan görevini 1942’ye kadar sürdürmüş. Bu sürede örneğin Hitler’in Paris’i işgal edeceğine dair “sır gibi saklanan son derece önemli” bir istihbaratı da Emine Hanım Ankara’ya ulaştırmış.
Adım adım gerçekleşen ve tüm dünyanın anbean izlediği bu işgali bir tek bu Türk kadın casus son derece gizli ve önemli notuyla kutsal vatanına, Ankara’ya bildirmiş olmalı! Ve de Hitler’e özel dansözlük yaparak bu kutsal bilgiyi elde etmiş olmalı! Büyük olay yani!
Emine Hanım 1942’te casusluğu bıraktıktan sonra ise pek ihtişamlı “sanat” hayatına devam etmiş. Zeki Müren ona hayranlık duyup aşık olacak kadar da itibarlıymış meğer! Ama nasıl olmuşsa artık, büyük işler başarmış kadıncağız 1985’te Darülaceze’de yapayalnız ölüp gitmiş.
Burada anlattığım kara komedi tadındaki bu hikaye, hakkında yazılmış kitap ve yazılarda meşhur casus kadın Mata Hari’nin hikâyesi ile kıyaslanarak anlatılıyor bir de, ki bu da ilginç elbette.
İddia edildiği kadarıyla Mata Hari de bir dansçıydı ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Almanlar için casusluk yapmıştı. Fransızlar durumunu fark edince, bu kez de Fransızlar için ajanlık yapmış, daha doğrusu çift taraflı çalışmaya başlamış, Alman Prensi Wilhelm’i baştan çıkacakken fark edilip tutuklanmış vesaire. Yine iddia edildiği kadarıyla, aslında Mata Hari hiçbir zaman casus olduğunu kabul etmemiş, aksine sürekli fahişelik yaptığını söyleyip duruyormuş.
Türk casus Emine Hanımın durumu muhtemelen en çok dansözlük ve kapalı kapılar ardındaki ilişkileri dolayısıyla Mata Hari ile kıyaslanabilir. Gerisi teferruat ve daha çok da, belirttiğim gibi absürd komedi tadında bir hikaye…
Türklerin Emine Hanım kadar bile adı duyulmamış bir başka casus kadını daha varmış. Varmış diyorum, zira neredeyse sadece tek bir kaynakta ve o da son derece kısıtlı birkaç bilgiyle paylaşılmış durumda.
Kürt araştırmacı Malmîsanij’ın 1925’ten önceki Kürt parti ve örgütlerini konu edinen çok kıymetli bir kitabı var. Malmîsanij bu kitabında Osmanlı’nın son dönemlerinde Kürtlerin siyasette neler yapıp ettiğini epey derli toplu ve verili biçimde anlatıyor. Bunu yaparken Malmîsanij bir olaya da değiniyor, ki bu ancak son derece ilginç bir detay olarak kitapta yer alıyor.
Malmîsanij’in aktardığına göre, 1918’in sonlarına doğru Kürd İstiklâl Komitesi adında bir oluşum kuruluyor. Bu komitenin başkanlığını Osmanlı’nın eski Şam Valisi ve Şura-yı Devlet üyelerinden olan Mardinizade Muhammed Arif Paşa yapmış, genel sekreteri ise Süreyya Bedirxan’dır. Bu arada bu komite, Süreyya Bedirxan Mısır’ın Kahire kentinde iken kuruluyor ve Bedirxan burada dış temsilcilikler nezdinde bazı girişimlerde bulunuyor. Malum o zamanlar Birinci Dünya Savaşı bitmiş ve Osmanlı’nın enkazından geriye kalan coğrafyanın yeniden siyasi dizaynı söz konusu. Bedirxan da diplomatik temsilcilikler nezdinde, özellikle de İngilizler nezdinde mümkün olduğunca bu yeni dizaynda Kürtlerin payına bir şeylerin düşmesi için girişimlerde bulunuyor. Bugün bildiğimiz ve Kürtlerin de yüzyıldır tecrübe ettikleri üzere bu çabaların herhangi bir somut sonucu olmadı ne yazık ki.
Süreyya Bedirxan’ın Kahire’deki bu çabaları sürerken, Bedirxan Ailesinin bazı fertleri de hala İstanbul’dadır. 1920’nin Mart ayına gelindiğinde, artık İngilizlerin kontrolünde olan İstanbul’daki Bedirxan Ailesinin bazı fertleri Kahire’ye Süreyya Bedirxan’ın yanına taşınıyor. Bu kafilede bir Türk kadın da yer alıyor.
Malmîsanij’in dönemin bir İngiliz belgesinden aktardığına göre, bu Türk kadının adı Mafarata idi; ama muhtemelen gerçek ismi başkaydı. İngilizlere göre, Mafarata, Albay Behiç Bey’in, yani Cumhuriyet döneminde Bayındırlık Bakanlığı, Fransa ve Macaristan Büyükelçiliği görevlerini yapmış olan Mehmet Behiç Erkin’in yeğenidir. Malmîsanij Mafarata hakkında şöyle yazıyor:
“Bu hanım, Süreyya Bedirhan’ın Mısır’daki evinde kaldığından ve gizli özel evrakına ulaşma olanağı olduğundan Bedirhanilerin güvenilir bir aile dostu gibi görünür. İngiliz raporuna göre, bir süre sonra Mafarata Hanım’ın Hasan Şevki Bey isminde birisiyle işbirliği içinde Kemalistler hesabına casusluk yaptığı ortaya çıkar. Süreyya’nın siyasi faaliyetleri ile ilgili edindiği bilgileri Mustafa Kemal tarafına aktarır ve bu durum anlaşıldığında hem Mardinizade [Arif Bey]’i hem de Süreyya Bedirhan’ı tehdit eder.” (Malmîsanij 2020:47)
Malmîsanij’in bir detay olarak Mafarata Hanım hakkında aktardığı bilgiler bu kadar. Hakikaten bu Mafarat gerçekte kimdi, Bedirxan Ailesiyle ilişkisi neydi, nasıl bu kadar güvenlerini kazanabilmişti, casusluk yaptığı nasıl ortaya çıkmıştı, neden bu olay bir İngiliz belgesine yansıyacak kadar dikkat çekmişti, Süreyya Bedirxan’ı nasıl ve neyle tehdit etmişti ve sonrasında ne oldu?
Daha pek çok soru sorulabilir, ama ne yazık ki şimdilik hiçbir yerde herhangi bir bilgi bulamadım. Ama Malmîsanij’dan aktardığım bölümde isimleri zikredilen iki kişiye dair iki anekdot aktarmak istiyorum.
Mafarata Hanımın yeğeni olduğu Mehmet Behiç Erkin, asker kökenli biridir ve Mustafa Kemal’in epey yakın arkadaşlarındandır. Çanakkale’de birlikte savaşa katılmışlar ve o dönem Osmanlı askerlerini komuta eden Alman Mareşal Liman von Sanders, Çanakkale savaşının kazanılması üzerine Alman imparatorundan bu Behiç Erkin’e “Birinci Dereceden Demir Haç Madalyası” verilmesini teklif eder ve teklifi kabul edilir. Böylece Behiç Erkin, Birinci Dünya Savaşında birlikte yenilgiyle çıktıkları Almanlardan bu üst düzey madalyayı alan iki kişiden biri oluyor. Diğeri Mustafa Kemal Atatürk…
Mafarata Hanımın casusluk faaliyetleri sırasında Hasan Şevki Bey adlı biriyle irtibatlı olduğu kaydediliyordu. Bu kişi, muhtemelen Türklerin Kurtuluş Savaşı olarak nitelendirdiği savaş döneminde Anafartalar bölgesinde Mustafa Kemal’in yaverliğini yapan Hasan Şevki Bey’dir. Savaştan sonra Hasan Şevki Bey, askerliği bırakıp Mustafa Kemal’in pek sevdiği Hasan Şevki Kolonyaları işine girmiş. Yani Mafarata Hanım bir kolonyacı ile irtibatlı gibi görünüyor. Kürdün talihsiz başı işte, bir kolonyacı bile evine casus sokabilmiş!
Podcast Yayını
https://www.youtube.com/watch?v=VeJhDxOQB9c
Kaynakça
Malmîsanij, M. (2020). 1925’ten Önce Ayrılma Taraftarı Kürt Örgütleri. İstanbul: Vate Yayınları