Nuri Fırat: Caf Aşireti Reisi Adile Hanım ve ‘İngiliz Hizmetkârı’ Gulam Huseyn

Yazarlar

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’da siyasi harita yeniden düzenlenirken, İngiltere hala dünyanın süper gücüydü. 1945’te sona eren İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD sahneye çıkıncaya kadar da İngiltere kabaca bu süper güç konumunu korudu. Onun yerini bu kez her şekliyle ortağı olan ABD devraldı ve hala da öyle. 

İngiltere, Birinci Dünya Savaşı sırasında askeri gücüyle gelmeden epey zaman önce Ortadoğu’ya başka şekillerde gelmeyi tercih etmişti. Örneğin 1800’lü yılların çeşitli dönemlerinde zaten komşu Hindistan veya Mısır’da askeri gücüyle de vardı. Ama aynı dönemlerde Osmanlı’nın hakimiyeti altında bulunan Kürdistan’a aynı çıkarmada bulunmamıştı. Bunun yerine diğer bütün sömürgelerde denediği bir yöntemle bir şekilde Kürdistan’a da nüfuz etmeye çalışıyordu. Bu da sömürge görevlilerini sahaya sürmekti. 1920’lerin başında İngiltere’nin askeri ve siyasi olarak bizzat bulunduğu Irak ve Güney Kürdistan’da önemli görevlerde bulunmuş sömürge görevlilerinden C. John Edmonds, bu yüzden şöyle yazmıştı: 

“19. yüzyılın ortaları Ortadoğu’da yapılan keşif ve incelemelerin Altın Çağı’ydı ve bu çağın yıldızlarının çoğu da İngilizdi. … Bizim büyük bir girişimci ve maceracı ruha sahip öncülerimizin yüzyıl öncesinin çok daha zor koşullarında nerelere kadar gitmiş olduklarını görmek gerçekten çok hayret vericidir. Bunlarda bazıları klasiklerle yetişmiş, çok bilgili kimselerdi ve yolculuk boyunca Antikite’deki Yunan ve Latin yazarların anlattıkları coğrafi problemleri zihinlerinde tutuyor gibi görünmektedirler. Onların anlattıkları bitmek tükenmek bilmez bir keyif kaynağıdır ve itiraf etmeliyim ki, beni heyecanlandıran şey, daha önce Batı’dan hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde bulunmak düşüncesi değil, Rich’in, Layard’ın ya da Rawlinson’un izlerinden yürüyor olmak düşüncesiydi.” (Edmonds 2003:43)

Edmonds’un hayranlıkla isimlerini zikrettiği bu “altın çağın” öncülerini 1900’lerin başında çok daha fazlası izledi, 1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki birkaç on yıl boyunca sömürge görevlileri Irak ve Kürdistan’da önemli misyonları icra ettiler. Savaştan önceki yüzyıl boyunca sahada bulunan İngiliz görevliler, İngiliz siyasetinin bölgede uygulanabilmesi için oldukça önemli bilgiler topladılar, ilişkiler kurdular, listeler oluşturdular, sınırları belirlediler ve kısaca 1920’den sonra hayata geçirilen siyasi düzenin bir tür zeminini hazırladılar.  

Bu çerçevede İngilizlerin Kürt siyasetini özetlemek gerekirse; bazılarının iddia ettiği gibi İngiltere’nin bağımsız veya özerk bir Kürdistan projesi falan yoktu, buna karşın İngilizlerin zaten bir bölge planı vardı ve bu planın başarıyla hayata geçirilebilmesi için elbette göz ardı edemeyecekleri Kürtlerle bir şekilde baş etmeleri gerekiyordu. Nihayetinde 1923’te imzalanan Lozan Antlaşmasından sonra varlığını tanıdığı Türkiye’nin “Kürt diye bir kavim yoktur” tezi İngilizler için sorun değildi, İngiltere alacağını almıştı. İran’da ilan edilen Şahlık rejimi İngiltere’nin müttefikiydi ve bu yüzden Kürtlerin bastırılması onlar için de sorun değildi. Irak diye bir devleti kurduklarında başına Arap prenslerinden birini getirdiler ve Kürtlerin otonomi veya bağımsızlık isteklerini bizzat İngiltere bastırdı. Fransızlar da Suriye’de bir Arap devleti kurduklarında Kürtleri görmezden geldiler ve müttefik İngilizler için bu elbette makuldü (Detaylı bir okuma için bkz. Fırat 2015). 

İngiltere adına Kürdistan, Irak ve İran’da önemli misyonları icra eden isimlerden biri de Elly Bannister Soane’dır. Bu yazıda kısaca onun Kürtlere olan ilgisinden bahsetmekle birlikte, esasında onun Caf Aşiretinin kadın lideri Adile Hanım ile olan oldukça dikkat çekici ilişkilerine değineceğim. 

1881’de dünyaya gelen ve henüz yirmili yaşlardayken Ortadoğu’ya giden Soane, 1923’te 42 yaşındayken öldü; kısa ömrünün neredeyse yarısını Kürdistan, Irak ve İran’da geçirdi. İngiltere’nin eski Mezopotamya Sivil Komiseri Sir Arnold Wilson’un yazdığı etkileyici hayat hikâyesine bakılırsa, Soane, zeki, pek çok dil bilen, çalışkan, maceraperest, misyonlarına bağlı bir sömürge görevlisiydi. Doğrusu Mezopotamya ve Kürdistan’a Gizli Yolculuk adlı kitabına bakılırsa, Soane’in bütün bu nitelikleri taşıdığı söylenebilir ve sıkı bir İngiliz sömürge görevlisi olmanın yanı sıra hakikaten meraklı ve eğitimli bir şarkiyatçı olduğunu da belirtmek lazım. 

Pek çok kaynakta Soane’in “Kürt yanlısı” düşüncelere sahip biri olarak nitelendirildiği görülebilir. Kürtlerle karşılaşmış ve hatta onlar hakkında kitaplar, makaleler yazmış dönemin onlarca sömürge görevlisi ve şarkiyatçı arasında bu nitelemenin sadece Soane ve onunla aynı dönemlerde aynı misyon için aynı yerlerde çalışmış Binbaşı Noel için dillendirildiğini söyleyebilirim. Bunun nedeni de, Soane ve Noel’in kısa süreliğine, özellikle de 1918-1919 yıllarında Kürtlerle kurdukları temaslar ve bu temaslar çerçevesinde Kürtlerle ilgili ileri sürdükleri bazı siyasi yaklaşımlardır. Burada da özet geçecek olursam; İngiltere, henüz Irak, Türkiye ve Suriye’nin nasıl şekilleneceği belirsizken ve bu belirsizliğin bir an önce ortadan kalkması için epey çaba harcarken, Kürtlerle de baş edebilmek için temaslarını sürdürüyordu. Nitekim söz konusu dönemde, özellikle doğrudan İngilizlerin işgal alanında Kürtlerin hak ve taleplerini üstlenen Kürt milliyetçileri de aktifti. Türkiye ve İran kısmını bir yana bırakırsak, İngiltere’nin bizzat uğraşmak zorunda kaldığı Kürt milliyetçiliğinin Güney Kürdistan’daki temsilcisi o zamanlar Şeyh Mahmud Berzenci idi. Süleymaniye merkezli Berzenci hareketinin İngilizlerle ilişkileri çok da iyi sayılmazdı, zira Berzenci’nin kendince bir Kürdistan tahayyülü vardı ve bunda ısrarcıydı. İngiltere ise, henüz bölge şekillenmemişken Kürtler konusunda hiç aceleci davranmaya niyetli değildi.

Bu amaçla Kürtleri yatıştırmak veya oyalamak için girişimlerde bulunmuştu. İngiltere adına Süleymaniye’deki Berzenci ve Kürt aşiretleriyle 1918-1919 yıllarında en çok mesai yapan isimler de Noel ve Soane idi. Bu ikili, İngiltere’nin bölge siyaseti bir neticeye varıncaya kadar, Kürtleri çeşitli vaatler veya planlarla ikna etmeye veya kontrolde tutmaya çalışıyordu. Hatta söz konusu dönemde Soane ve Noel’in özerk bir Kürdistan projesini bile Kürtlerle tartıştıklarını söyleyebiliriz. Ama elbette karar vericiler onlar değillerdi ve nihayetinde İngiltere’nin ajandasında Kürtlere bağımsızlık veya özerklik olmadığı birkaç yıl sonra netleşecekti. Şeyh Mahmud Berzenci ise İngiltere’nin oyalayan tutumuna karşı 1918 ve 1922’de iki kez isyan edip, krallığını ve fiili bağımsızlığını ilan etti. Ancak İngiltere bu iki isyanı da ağır biçimde bastırdı. Hatta Berzenci isyanının bastırılmasının ardından Süleymaniye’ye yönetici olarak atanan sömürge görevlisi Ely Bannister Soane’in kendisiydi (Bkz. Fırat 2015). 

İşte bu hengameli dönemde Soane ve Noel, Kürtlerle kurdukları yakın temaslar ve bu temaslar neticesinde Kürtlere sundukları ve fakat hiçbir zaman gerçekleşmeyen bazı vaatleri nedeniyle “Kürt yanlısı” görülüyorlar. Bu bir yanıyla elbette yanlıştır. Zira onlar da sömürge görevlileriydiler ve nihayetinde yapıp ettikleri de Kürtlerin kara kaşı ve gözü için değildi, bir misyonun parçasıydı. Ama aynı zamanda bütün sömürge görevlileri içinde özellikle ikilinin “Kürt yanlısı” tutumları olduğu da kabul edilebilir. Mesela Soane’in, Süleymaniye’de yönetici olduğu dönemde, Kürt dili, kültürü ve özellikle de Kürtçe eğitim konusunda çaba gösterdiği, bazı projeleri hayata geçirdiği vesaire kaydedilir. Ayrıyeten Soaene’in bizzat Kürtler ve Kürt dili hakkında çalışmaları da olmuştu. Örneğin biraz önce bahsettiğim kitabında da, hem söz konusu dönemlerde Kürtlerle olan temaslarına ve dönemin sosyal, kültürel ve politik durumuna ilişkin hem de Kürtlerin tarihi ve kültürü hakkında bilgilere yer vermişti. Tabi Kürtlere bakış açısının klasik bir şarkiyatçının vizyonundan ibaret olduğunu belirtmeme gerek yoktur. Ama bunu derken, Soane’in ve Kürtlere dair yazdıklarının önemsiz olduğunu söylemiyorum, aksine döneme dair son derece önemli bir kaynaktır. 

Soane, ilkin Imperial Bank ve çeşitli petrol şirketlerinde çalışmak üzere İran’ın çeşitli kentlerinde bulundu. Ardından benzer işler için Kürdistan’ın Kirmanşah, Xaneqin gibi kentlerinde de kaldı. Yaklaşık 10 yılı bulan bu çalışmaları sırasında gerek İran’da gerekse de Kürdistan’da pek çok kenti gezdi, insanları tanıdı, din ve gelenekleri öğrendi, siyasi dengeleri çözdü; Kürtçe, Farsça ve Arapçayı akıcı konuşacak düzeye geldi. Bu dönemde İran’ın Şiraz kentinde kıyafet değiştirip aylarca dini eğitim de aldı ve Şii Müslümanlığı kabul ettiğini söyledi. Tabi gerçekte böyle değildi; topluma nüfuz edebilmek ve insanlar tarafından kabul görmek onun için önemliydi. Nitekim biraz sonra değineceğim Adile Hanım ile olan temasları sırasında tam da Şirazlı bir Şii olarak sahnedeydi ve anlaşılan çok da başarılıydı. 1913’e gelindiğinde artık resmen İngiltere’nin Muhammerah Konsolosuydu ve sonraki savaş yılları boyunca da başta Kürdistan olmak üzere bölgenin pek çok yerinde faaliyetlerde bulundu. Bahsettiğim gibi, son olarak Berzenci İsyanı bastırıldıktan sonra binbaşı rütbesiyle Süleymaniye’ye yönetici olarak atanmıştı. 

Ama bu Soane’in Süleymaniye’ye ilk gelişi değildi. Yaklaşık 10 yıl önce yine yolu Süleymaniye’ye düşmüştü ve Adile Hanım ile ilk karşılaşmaları da bu zaman gerçekleşmişti. Soane’in yazdıklarına bakılırsa, Adile Hanım onu oldukça etkilemiş biri. Doğrusu, Adile Hanım’dan genişçe ve çoğu kez hayranlıkla bahseden tek Batılı Soane değildi. Ayrıca pek çok sömürge görevlisinin ve şarkiyatçının yazdığı kitaplara ve makalelere bakılırsa, hem Adile Hanım’ın hem de bizzat Kürt kadınlarının özel bir başlık altında ele alındığı görülebilir (Detaylı bir okuma için bkz. Fırat 2015). Başka bir yazıda ayrıca ele alacağım bu konuya girmeden Soane’in Adile Hanım ile olan temaslarına bakalım. 

Soane, büyük ihtimalle 1908’de İstanbul’dadır. Burada kıyafetini değiştirir, daha önce bulunduğu Şiraz’da yaptığı gibi Şii bir İranlı olarak yolculuğa çıkar. Aylarca sürecek olan bu yolculuk boyunca pek çok kente uğrar ve nihayetinde 1909’un yaz aylarında Süleymaniye’ye varır. Bağdat’tan Süleymaniye’ye doğru at ve katırlarla yolculuk yapan Soane, Şirazlı tüccardır; sadece gerekli olduğu zamanlarda İngiliz pasaportunu gösterir. Süleymaniye yolunda özellikle iki Kürt aşiretiyle olan temaslarından uzun uzadıya bahseder. Biri Hemawendlilerdir, ki bu aşiret Soane için hırsız, çapulcu, zorba ve savaşkan bir aşiretten başka bir şey değildir. Diğer aşiret ise Caflardır ve Soane, Hemawendlilerin aksine Caflardan çok daha olumlu söz eder. Hem aşiretin liderlerinden Osman Paşa ve oğlu Tahir Bey hem de Osman Paşa’nın eşi Adile Hanım’ın kendisini koruyup kollayan tutumlarından dolayı muhtemelen Soane için Caflar daha makul görünüyorlardı. Tabi Soane, aşiretin bazı özelliklerini de olumlu bulmuştu. 

Süleymaniye’nin ardından Halepçe’ye geçen Soane, “Adile Hanımı tanıyan Halepçeli” bir dostunun tavsiyesini dinler. Dostu, Adile Hanım’ın “Kürdistan’ın bu bölgesinde pek nadir görülen bir İranlı seyyahın geldiğini” ve “başka bir eve” yerleştiğini duyduğu vakit “bundan güceneceği konusunda” Soane’i uyarıp mutlaka Adile Hanım’a uğraması konusunda ısrar etmişti. Soane de “bilgili, kültürlü, terbiyeli ve kibar” biri olarak bu tavsiyeye uyar ve doğrudan Adile Hanım’ın konağına gider (Soane 2007:236). Ertesi sabah Adile Hanım’la ilk kez karşılaşmasından bahsetmeden önce, Soane, kitabında, Caf aşiretinin yakın geçmişi ve Adile Hanım’ın Halepçe’ye gelin olarak gelişi hakkında bilgiler paylaşır. 

Soane’in aktardıklarına göre, Caf aşireti, hem İran’ın kontrolü altındaki Doğu Kürdistan’da hem de o zamanlar Osmanlı’nın egemenliği altındaki Güney Kürdistan’da bulunan kalabalık ve kökleri yüzyıllar öncesine dayanan bir aşiretti. 1900’lerin başında aşiret mensupları örneğin Seqiz, Pêncwîn, Qizil Rûbat, Halepçe, Süleymaniye, Cîwanrû, Şarezor gibi kentlere dağılmış durumdaydı. Caflar da pek çok koldan oluşuyordu ve reisleri Mahmut Paşa idi. Mahmut Paşanın kardeşi Osman Paşa da Osmanlı devleti tarafından Şarezor kentine kaymakam olarak atanmıştı. Ama elbette bu durum silahlı güçleri bulunan ve bölgesinde otorite olan Osman Paşanın da işine geliyordu. Cafların Osmanlı ile ilişkileri ise, Soane’in aktardığına göre, kolay kolay ödenmeyen yıllık bir vergi ilişkisinden ibaretti. Öbür yandan Caflar kendi bölgelerinde otoritelerini tesis etmiş, bütün kolların birbirini kollayıp uyum içinde hareket ettikleri önemli bir güçtü. 

Cafların liderlerinden Şarezor kaymakamı Osman Paşa, 1909’da Erdelan Mirlerinin hüküm sürdüğü Sinê’den Adile Hanım’la evlenir. Erdelan Mirlerinden bahsederken, Soane’in de dikkat çektiği üzere şunu hatırlatmakta fayda var: Tıpkı Osmanlı’nın Botan, Behdinan, Rewanduz ve benzeri Kürt Mirliklerine yaptığı gibi, öbür tarafta İran da kendisine bağlı Kürt mirliklerini büyük oranda dağıtmıştı. Geriye kalanlar da tamamen İran devletiyle uyumlu hareket ediyorlardı ve 1900’lerin başında büyük oranda Sinê ve civarını kontrol eden Erdelan beylerinin durumu da farklı değildi. Erdelan beylerinin Caf aşiretiyle ilişkilerine gelince, Soane, epey bir zaman ilişkilerin iyi olmadığını aktarır. Ancak zamanla ilişkileri görece daha yumuşak bir hal almıştı ve evlilikler yoluyla kurulan temaslar da bunu sağlayan bir faktördü. İşte Caf aşireti reislerinden Osman Paşa, Adile Hanım ile evlilik kararını tam da benzer bir gerekçeden dolayı vermişti. Osmanlı paşaları karşı çıkmalarına rağmen Caf reisi Osman Paşa, “Tahran’da önemli bir mevkide bulunan Vezir ailesinden” ve Erdalanlı olan birinin kızıyla evlenmişti (Soane 2007:239). Bu kız, dönemin popüler kentleri arasında bulunan Sinê’de Kürt ve Fars kültürüyle yetişmiş, kültürlü, aristokrat ve dominant bir kadın olan Adile Hanım’dı. Soane’e göre, Adile Hanım, “olağanüstü”, “sahip olduğu güç ve elindeki silahları kullanarak edindiği yetkinliğiyle İslam dünyasında benzeri olmayan bir kadın” idi (Soane 2007:237). Soane, Adile Hanım’la ilk karşılaşmasını ise şöyle aktarıyor: 

“Kürdistan usulüne göre bu özel bir görüşmeydi, bu nedenle kapıda ayakta bekleyen on iki hizmetçi, uşak ve silahlı adamdan fazlasını görmedim. İki duvarından sekiz çift kapının verandaya açıldığı ve diğer duvarların beyaza boyandığı ve tüm İran evlerinde olduğu gibi oyuklu olan oda uzun ve dardı. Yerlerde kaliteli Sıne kilimleri seriliydi, diğer başta üzerine kuştüyü yorganların yığılı olduğu büyük pirinç bir karyola vardı. Bundan önce uzun ipek kumaşla kaplanmış bir döşek vardı; üzerinde sigara içen Adile Hanım oturuyordu. İlk bakışta saf bir Kürt kadını olduğu belli oluyordu. Dar yuvarlak bir yüz, aksine büyük bir ağız, hafif kemerli bir burun bunun işaretleriydi ve de asla şişmanlamayan Kürt vücut yapısına uygun mükemmel inceliği. Maalesef pudralama ve boyama alışkanlığı vardı, öyle ki kenarları siyaha boyanmış gözkapakları, beyaza boyanmış alın ve allıklı yanaklarıyla doğal olmayan bir karşıtlık sergiliyordu. Bu kusuruna rağmen, dikkatle bakan gözlerinden, sert ağız ve çenesine kadar yüzünün her bir çizgisinin belirginliği gizlenmemişti. Başını İran Kürtlerine özgür bir şekilde örtmüştü; üst üste gelen altın sikkelerden oluşan halkalara boğulmuş ve etrafı Yezd ve Kaşan ipeğinden yapılmış örtülerle sarılmış bir takke. Alnının her iki tarafından, şakaklardan yanaklara, kulağın aşağısına kadar uzanan ve Güney Kürdistan dilinde ‘agarija’ denilen buklelerden oluşan bir saç perdesiyle onu kapatan düz saç kâkülleri sarkıyordu. Örgülü siyah saçları, başlığından sarkan ipek kumaşların altına gizlenmişti. Önü açık uzun üstlükten, sarkık geniş şalvarına kadar her giysisi ipektendi. Önü açık üstlüğünün altından görünen ayakları çıplak ve kınalıydı; ayak ve el bilekleri İran yapımı ağır altın süs eşyalarıyla kaplıydı. Üzerinde on yedi tane yüzük olan elleri oldukça mücevherliydi ve boynunda, İran Kürtlerinin ve birçok İranlının da vazgeçilmez süs eşyası olan altın balıkların birbirini izlediği büyük bir inci kolye vardı. 

“Bir kadın onu yelpazeyle serinletiyor, bir diğeri sigaralarını hazır tutuyor ve bir hizmetçi kız da şerbet ve gül suyuyla bekliyordu. İçeriye girdiğimde Adile Hanım gülümseyerek eliyle bana döşeğin üzerinde yanına oturmamı işaret etti ve eski moda Kürt tarzında karşıladı.” (Soane 2007:245-246)

Adile Hanım ile ilk karşılaşmasını bu şekilde aktaran Soane, konuşmaya Kürtçe başladıklarını ve daha sonra Farsçayla devam ettiklerini anlatır. Muhtemelen şüphelerini gidermek amacıyla Soane’e Farsça birkaç mektup okuttuktan sonra, onun Şirazlı Mirza Gulam Huseyn adında bir tüccar olduğuna ikna olmuşçasına Adile Hanım’ın tepkisi şöyle olur: “İşte! Gerçek bir Farsça konuşma tarzı, Allah’ın dillerinden en tatlı olanı.”

Anlaşıldığı üzere, daha İstanbul’da yolculuğa başlarken İngiliz Soane, kılık kıyafetini ve konuşma tarzını değiştirmiş bir İranlı’dır, o Mirza Gulam Huseyn Şirazi’dir. Adile Hanım’ın karşısında duran da Gulam Huseyn’dir. 

Burada bir not düşmek isterim: Gerek Adile Hanım’ın ve Osman Paşanın ilk karısından olan oğlu Tahir Beyin gerekse de Erdelan hanlarının Farsçaya duydukları hayranlığı ve aynı şekilde aralarında Cafların da bulunduğu Güney Kürdistan’daki bazı aşiretlerin Arapçaya ve Arap soyuna duydukları ilgiyi gözlemleyen Soane’in tepkisi dikkate değerdir. Mesela şöyle yazar: 

“Güneyin okumuş Kürtleri arasında daima, onca Kürt şairin, şiirin balad türü için son derece elverişli olan kendi dilini ihmal edip neredeyse sadece bu dilde yazmalarına neden olan Farsçaya tutkuyla bağlı olma modasının olduğunu belirtmek gerekiyor.” (Soane 2007:255)

Oysa Soane’e göre, Kürtçenin sonradan araya karışan bazı kelimeler dışında Arapça ile hiçbir alakası yoktur ve her ne kadar Arap soyundan geldiklerini ileri sürseler de bu aşiretlerin “Kürt olduklarını ve Kürtten başka bir şey olmadıklarını kanıtlayan sayısız kanıt var”dı. Öbür yandan yine Soane’e göre, “günümüzün olabildiğince güzel ve mükemmel – en çok kulağa hoş gelen ve tüm Aryen dillerinin en gelişmiş- Farsçası muhtemelen, eski olduğuna dair, Kürtçenin ortaya koyduğu kadar kanıt ortaya koyamaz.” (Soane 2007:199-396)

Gerçekte İngiliz Ely Bannister Soane olan Mirza Gulam Huseyn, altı aydan fazla bir süre Adile Hanım’ın ve Tahir Beyin yaşadıkları konakta kalır. Bu sürede iyi Farsça konuştuğu için ikilinin yazışma ve mektup işleriyle de uğraşır, yani bir tür sekreterlik veya katiplik işi… Ama elbette üstlendiği yeni kimliğinin gereği olarak ticaret işleriyle de uğraşır. 

Soane’in anlattıklarına bakılırsa, sıradan bir köy iken önemli bir pazar merkezine ve konağa kavuşan ve ticaretin döndüğü bir yer haline gelen Halepçe’nin hikâyesi de Adile Hanım’la başlar. Soane, şöyle anlatır: 

“Halepçe’de, hepsi kapalı ve kubbeleri tuğladan yapılmış sağlam kemerli dükkanların oluşturduğu geçitlerle birbirine bağlanan dört kapalı dükkan dizisine sahip kare yapılı bir çarşı inşa etti ve ticaret önemi artmakta olan Halepçe’ye akıyordu. Öneminin artması üzerine Türkler tam anlamıyla kıskanmaya başladılar ve burada nüfuz sahibi olmaya çalışarak, aşiretin karşı çıkıp tellerini keserek itirazını sergilediği bir telgraf hattı kurdular. Adile Hanım aynı zamanda Türklere onarmamalarını tavsiye etti, çünkü Türklerin topraklarına saldırmalarına fazlasıyla karşı çıkıyordu ve onarılır onarılmaz halkın onları tekrar keseceğini söyleyerek uyardı. Ve bu yüzden üniformalı bir memurun orada bulunup Posta ve Telgraf Amiri unvanının tadını çıkarmasına rağmen Halepçe’de bugüne kadar hala bir telgraf yok. 

“Adile Hanım, Halepçe’nin içinde ve çevresinde, evlerin etrafını çevreleyen bahçelerden ayrı olarak İranlılara özgü bahçeler yapma modasını başlattı ve şimdi bu küçük kentin dışında, ancak İran’da görülen çok sayıda zarif ve sık ağaçlı bahçeler var. Gölgeli derinliklerinde daha önce hiç akla gelmeyen çardaklar ve çiçek tarhlarıyla gölgeli büyük ağaçların ıssızlığı bahçeler. 

“Sonuç olarak burada, çürüyen ve yozlaşan Türk İmparatorluğunun uzak bir köşesinde, Kürt bir kadının yönetimi altında bir köyden kent durumuna gelen ve bir zamanlar dağlık, çıplak olan küçük bir nokta iken şimdi bahçelerle bezenmiş ve bunlar bir ölçüde bu bölgelerin eski halinin yenilenmiş bir halini oluşturuyor.” (Soane 2007:240-241)

Peki, Adile Hanım’ın gücünün kaynağı nereden geliyordu, nasıl oluyordu da Erdelanlardan gelmiş bir kadın Caf aşiretini yönetecek pozisyonu elde edebilmişti? Soane, bu durumu şöyle izah ediyor: 

“Adile Hanım Halepçe’ye yerleşir yerleşmez, ailesinin prestijinin yardımıyla Osman Paşanın da karşı çıkmadığı, pozisyonunu sağlamlaştırma sürecine başladı. İran’dan getirttiği inşaat ustalarına Süleymaniye’deki en görkemlisinden daha da güzel olan, Sine’dekilerin modelinden iki tane çok güzel ev yaptırdı. Hizmetçilerinin hepsi İran uyrukluydular ve Halepçe’de yeni evlerinde İran Kürtlerinden küçük bir koloni oluşturup bu ülkeden gelmekte olan ve de bu ülkeye gitmekte olan tüm yolculara kapılarını açtı ve beş günlük bir uzaklıkta olan Sine ile devamlı bağlantı halinde oldu. 

“Zamanla resmi yetki onun eline geçti. Osman Paşa sık sık bir takım işleri nedeniyle çağrılıyor ve yönetimle ilgili işler için zaman zaman Süleymaniye, Kerkük ve Musul’a yolculuklar yapması gerekiyordu. Bu nedenle onun yokluğunda idare görevlerini üstlenen Adile Hanım yeni bir cezaevi inşa etti ve başkanı olduğu bir adalet sarayı kurdu ve o gücünü öylesine pekiştirdi ki, Osman Paşa Halepçe’de olduğu zamanlar karısı kenti yönetirken o sigara içerek, yeni hamamlar inşa ederek ve bayındırlık faaliyetleriyle zaman geçiriyordu.” (Soane 2007:239-240)

Kuşkusuz ataerkil hükümlerin geçerli olduğu aşiret düzeninde normalde örneğin Caf aşiretinin reisi Osman Paşanın oğullarından Tahir Beyin idareyi üstlenmesi beklenirdi ve fakat o da babası gibi Adile Hanım’ın otoritesine razı olmuştu. Caf aşiretinin idaresini elinde bulunduran bu Kürt kadını, aynı zamanda aşiretlerin işleyişinin vazgeçilmez parçası olan divanlara da başkanlık yapıyor, şikâyetleri dinliyor, adaleti tesis ediyor, sorunları çözüyor, gerekli hallerde cezalara karar veriyor, ticaretle ilgileniyor, askeri konularda söz söyleyebiliyordu. Kitabında aktardığına göre Soane de pek çok kere Adile Hanım’ın divanlarına katılmıştı, zaten divanlarının en önemli özelliklerinden biri de halka açık olmasıydı, bu da Adile Hanım’ın otoritesini ve özgüvenini Soane için ilginç kılan bir başka husustu. 

Aylarca Adile Hanım ve Tahir Beyin yanında kalan Soane’in son derece titizlikle koruduğu bir gizemi vardı, bu da İngiliz kimliğiydi. Soane, Adile Hanım’ın konağında sekreterlik yaptığı süre boyunca Şirazlı tüccar ve ibadetini aksatmayan Şii mezhebine mensup Müslüman Mirza Gulam Huseyn idi. Kitabında yazdıklarına bakılırsa, bu sırrı sadece bir kere ortaya çıkmak üzereydi. Bu da daha İstanbul’da iken tanıştığı bir şeyh yüzünden olmuştu. Bu şeyh de Soane gibi yöreye yabancıydı, aslında İran Kürtlerindendi ve çeşitli ailevi ihtilaflardan dolayı memleketinden uzaklaşıp buralara gelmişti. Soane Adile Hanım’ın konağındayken, bu şeyhin de Süleymaniye yakınlarında kendisine dervişler topladığını ve bir tekke kurduğunu öğrenir. Daha da kötüsü bu şeyhin Adile Hanım’ın konağına gelmeye niyetli olduğuna dair duyumlar alır. Soane bu gerçekleşmeden şeyhin tekkesine gider, fakat görüşmeleri gerilimli geçer ve nihayetinde sırrını korumak için şeyhle bir şekilde uzlaşır ya da Soane şeyhi kandırdığını sanır. Ancak Soane’in şeyh ile irtibatından sonra artık eskisi gibi Adile Hanım’ın yanında rahat olmadığı anlaşılıyor. Aradan bir süre geçmişken, Soane, Süleymaniye’de bulunduğu bir sırada şeyhin Adile Hanım’ın konağına gittiğini ve gerçek kimliğini divanda deşifre ettiğini öğrenir. Bu sırada Adile Hanım’ın Soane’in hizmetine verdiği Heme adlı kişi de olup bitenlere tanık olur ve o da Soane’den öğrendiği şekliyle şeyhin sahtekârlıklarını anlatır. Sonuç itibarıyla Adile Hanım ve Tahir Bey, şeyhin sahtekâr olduğuna ikna olurlar ve böylece Soane sırrını korumuş gibidir. Ancak bu olup bitenlerden kısa süre sonra Soane, Halepçe’den ayrılıp Bağdat’a gitmeye karar verir. Muhtemelen kimliğine dair hoşnutsuzlukları barındıran şüphelerin artmış olması ve bunun yarattığı tedirginlik Soane’nin böyle bir karar vermesinde etkili olmuştu. Tabi aynı zamanda Soane nihayetinde bir misyon gereği seyahate çıkmış biridir, kalıcı olarak bir yerde yaşamaya karar veremezdi. 

Soane, Adile Hanım ile Tahir Beyin kalması için ısrar etmelerine rağmen Halepçe’den ayrıldığını ve kimliğiyle ilgili sırrını sadece bir kişiye, Halepçe’yi terk edeceği sırada, açıkladığını yazar. Bu kişi, Süleymaniye’de bulunan Keldani Hıristiyanlarından Matti adındaki bir tüccar dostudur. Matti’ye durumu şöyle açıkladığını yazar: 

“Sonuçta, ne İranlı ne Türk, ne Kürt ne de Keldaniyim, İngiltere’de İngiliz bir anne babadan doğma, o ülkede büyümüş bir İngiliz olduğumu söylemem gerekiyor ve bu gerçeğin kendisi de sanırım burada bulunma nedenimi kısmen açıklıyor, çünkü benim ırkımdan olan insanların sadece görmek ve insanlarını tanımak dışında bir neden olmaksızın dünyanın her tarafını dolaştıklarını biliyor olmalısın. Yaşamımın dokuz yılını İran’da geçirdim ve orada dil, gelenek görenekleri ve yaşam biçimini öğrendim. O ülkenin insanlarını yakından tanımak için –görünüşte- Müslümanlığı kabul ettim ve uzun bir teolojik dini eğitimden geçtim. İki yıl önce, kendimi güneydoğu Kürdistan’da Kirmanşah’ta buldum ve halkın ve dilinin ilginç bir araştırma konusu olduğunu fark ederek mümkün olduğu kadar bunun peşine düşmeye karar verdim. Böylece, geçen yılı bir süre İngiltere’de kaldıktan sonra, Kürdistan’ın ve Kürdistan dağlarının merakının beni cezbettiğini görünce, tekrar bir süreliğine görmeyi kafama koydum. Ancak, bir Avrupalı olarak bu mümkün değildi ve arzu edilir bir şey değildi; çünkü bildiğin gibi bir Avrupalı ecnebi, hiç tanıdığı olmayan, davranışları kısıtlanan ve çoğu kez bir yerden yere gitmesine izin verilmeyen, izole bir konumda ve tehlikeli bir yabancı olacaktı. Dahası, bu şekilde seyahat etmek istesem bile yapamayacaktım, çünkü çok az paradan başka bir şeyim yoktu, görüyorsun hepsi, eğer Kürdistan’ı tekrar görmek istiyorsam mütevazı olmalı ve bir yerli olarak gitmem gerektiği gerçeğinden kaynaklanıyordu. Böylece Konstantiniye’den kılık değiştirmiş olarak yola çıktım ve yavaş yavaş, şimdiye kadar Avrupalılarca bilinmeyen Süleymaniye dilini öğrenmek için bir süre kalmak istediğim buraya kadar geldim. Şimdi amacıma ulaştım ve bir süreliğine tekrar Kürdistan’dan ayrılmak istiyorum.” (Soane 2007:332-333)

Soane, neden kılık değiştirip Kürdistan’a geldiğini bu şekilde açıklıyor. Bu, hikâyenin Soane tarafından anlatıldığı şeklidir. Bu arada dönemin bir başka İngiliz sömürge görevlisi olan Edmonds’un Soane hakkında yazdıklarına bakılırsa, hikâyenin Soane tarafından bize anlatılmayan başka bir boyutu var, şöyle: 

“Tahir Bey Gulam Hüseyin’in davranışlarındaki bazı tuhaflıklardan dolayı kuşkulanmıştı. Tavırları diğer hizmetkârlarınkinden farklı olarak oldukça kibardı ve yaptığı işlerde oldukça dikkatliydi. Bir kere konuşurlarken Gulam Hüseyin, (Major Soane) in ağzından ‘na’ yerine ‘no’ çıkıverdi. Tahir Bey bir an şaşakaldı ve Gulam Hüseyin isimli bu şahsın aslında İngiliz olduğu sonucuna vardı. Çünkü ‘no’ İngilizce ‘na’ anlamına geliyordu.” (Soane 2007:10)

Bu epey fantastik hikâyeye dair anlatılanlar böyle ve bir hususa ayrıca dikkat çekmek lazım. Soane’in anlattığı şekliyle, onun ırkından olan “insanların sadece görmek ve insanlarını tanımak dışında bir neden olmaksızın dünyanın her tarafını dolaştıklarını” ileri sürmek hiç gerçekçi olmayacaktır. Burada da Soane’in dostu Matti’ye karşı tam anlamıyla dürüst davranmadığını not etmek gerekiyor. Zira daha önce de belirttiğim gibi, mesela o sırada iddia ettiği gibi Soane’in yolu Kirmanşah’a öylesine düşmemişti; Arnold Wilson’un yazdığı gibi oraya bir İngiliz petrol şirketinin görevlisi olarak gönderilmişti. Haliyle Süleymaniye ve Halepçe’ye yaptığı bu ziyaret de sıradan bir seyyahın keyfe keder macerası olarak nitelendirilemez. Nitekim birkaç yıl sonra Süleymaniye’ye Kürt isyanını bastıran İngilizlerin binbaşı rütbeli yöneticisi olarak bir kez daha dönecekti ve Adile Hanım ile bu kez gerçek kimliğiyle görüşecekti. 

Aşiretinin sorumluluğunu 1924’te ölünceye kadar üstlenen Adile Hanım, aşireti, otoriterliği, Müslüman bir toplumda kadın olarak reislik görevini üstlenmesi, yaşam tarzı, Farsçayı bilmesi, güzelliği gibi birçok özelliğiyle Batılıların dikkatini çekmişti. Soane de, bu özelliklere sahip olduğunu söylediği Adile Hanım’a Gulam Huseyn olarak yanaştı. Adile Hanım, Martin van Bruinessen’in “[20.] yüzyılın başında Güney Kürdistan’ın belki de en önemli aşireti” olarak nitelendirdiği Caf aşiretinin lideri olarak, İngilizlerle ilişkilerini iyi tutmaya özen gösterdi. “O, İngilizlerin ‘sadık’ dedikleri türden bir şefti. 1919’da Süleymaniyeli Şeyh Mahmud ayaklandığında ve kendini Kürdistan’ın kralı ilan ettiğinde, Adile Hanım ve onun Caf aşireti İngilizlerin safında yer aldılar… İngiliz yönetimi daha sonra Adile Hanım’a bir Hint nişanı olan ‘Han Bahadır’ lakabını verdiler ama onun bu unvana İngiliz yazarlar kadar çok önem atfedip etmediği açık değildir.” İngilizlerin “Han Bahadır” olarak ilan ettikleri “sadık” Adile Hanım, Edmonds tarafından ise “Şarezor’un taçsız kraliçesi” olarak nitelendirildi (Bruinessen 2013:135). 

Tesadüfe bakın, İngiliz Ely Bannister Soane, namı diğer Şirazlı Mirza Gulam Huseyn ile Adile Hanım birer yıl arayla, genç yaşlarda ölmüşlerdi. İngiliz sömürge görevlisi Arnold Wilson’un şu notlarıyla konuyu kapatayım: 

“1924 yılında ölen o muhteşem şahsiyet eski Bahadır Hanı Adile Hanım evinin Soane’in yaşamış olduğu odasını ve çeşmenin yanında üzerinde dualarını okuduğu döşeme taşını büyük bir gururla göstermeyi alışkanlık haline getirmişti.” (Soane 2007:13)

Podcast Yayını

https://www.youtube.com/watch?v=1yStz8Qpu90 

Kaynakça

Bruinessen, Martin van (2013). Adile Hanım’dan Leyla Zana’ya: Kürt Tarihinde Siyasi Liderler Olarak Kadınlar. Shahrzad Mojab, Devletsiz Ulusun Kadınları / Kürt Kadını Üzerine Araştırmalar içinde. İstanbul: Avesta Yayınları

Edmonds, C. J. (2003). Kürtler, Türkler ve Araplar. İstanbul: Avesta Yayınları

Fırat, Nuri (2015). Aşiret ve İsyan / Batının Kürt Algısı. İstanbul: Avesta Yayınları

Soane, E. B. (2007). Mezopotamya ve Kürdistan’a Gizli Yolculuk / Kürdistan’ın Kürt Aşiretleri ve Keldanilerine İlişkin Tarihsel Notlar. İstanbul: Avesta Yayınları

İlginizi Çekebilir

Hakan Tahmaz: Açık, demokratik müzakere
Cafer Solgun: Özlem. Aşk gibi bir şey…

Öne Çıkanlar