Nuri Fırat: Erdoğan’ın ‘Yalancı Kurdu’ ve bir MGK Filmi

Yazarlar

AKP’nin televizyonu ATV’de 2021-2022 sezonunda “Yalnız Kurt” adında bir dizi yayınlanıyordu. Bu dizinin bir bölümünde, dizide ifade edildiği biçimiyle “Kuzey Irak’ta” Türkiye adına casusluk faaliyeti yürütmek, adam takibi yapmak ve düşman denilen kişilere yönelik plan yapıp saldırıları organize etmek suçlamasıyla bir kişi yargılanıyordu. Yargılama Kürdistan Bölgesel Yönetiminde yapılıyordu. Yargıçların iki tarafında Kürdistan bayrağı ve arkalarındaki duvarda ise Mesud Barzani’nin fotoğrafı bulunuyordu. Türkiye devletinin istihbaratçısı rolüyle ekranda bulunan sanığın son derece küstah, hadsiz, kibirli tavrı karşısında mahkeme başkanı kendisini şöyle uyarıyordu: “Haddini bil, burada Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi adına bulunuyorum.” Sanığın verdiği karşılık ise şöyleydi: “İyi de sayın başkan, ben ne sizin bu yönetiminizi ne de bu mahkemeyi tanımıyorum. Beni yargılayamazsınız.” Bu sözlerinin devamında sanık, daha da ileri giderek şunları söylüyordu: 

“Böyle kendinize bölgesel yönetim falan diyorsunuz ya, aslında siz Büyük Ortadoğu Projesinin uydu oluşumlarından birisiniz. Biz 1200 senedir bu topraklarda yaşıyoruz. Selçuklu’yu, ata beylikleri, İlhanlı’yı, Akkoyunlu’yu, Karakoyunlu’yu, Osmanlı’yı inkâr edebilir misin? Bu öyle tapu ya da nüfus kaydı yapmakla bitmez bu iş! Bu coğrafyadaki izimizi silmeye değil senin, tillahın gelse beceremez! Ben haddimi de bilirim, hadsize haddini bildirmeyi de bilirim. Kerkük gök yurttur, bu toprakların asıl sahipleri Türkmenlerdir! Kerkük ve Musul bizimdir. Erbil’deki en büyük caddenin ismi Musa Ferit’in Gökbörü caddesidir. Gün gelir bu ismi silersiniz belki, ama tarihi silemezsiniz, Fuzuli’yi silemezsiniz, Kerkük türkülerini sazlardan söküp atamazsınız! İki Türk bir araya geldiğinde devlet kurar! Sizse misyonunuz bittiğinde çöp gibi atılacak olan birer piyonsunuz, basit bir piyon! Bunlar [Amerikalıları kastediyor] olmazsa sizler de olmazsınız, bunlar günün birinde gidecekler, emin olun, gidecekler! İşte o zaman siz hesap vereceksiniz! … Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, ne sizi ne de başkanı olduğunuz bu mahkemeyi tanımıyorum. Kuzey Irak diye bir coğrafya yok, Irak’ın kuzeyi var!”

AKP’nin televizyon kanalında 2022’nin Haziran ayında yayınlanan “Yalnız Kurt” adlı bu dizinin aktardığım fragmanı, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzyıllık Kürt tarihini ve söylemini özetliyordu. Şimdiye kadar “Türkiye’nin Kürt Tarihi” adlı podcast ve yazı dizisiyle size aktarmaya çalıştığım tarihsel, olgusal, siyasal, ideolojik, askeri, kültürel, diplomatik, ekonomik vesaire bütün bir Türk milliyetçiliğinin ve ırkçılığının Kürtlere yönelik bakışını bu dizi bir fragmanda aktarıyordu ve hakikaten de yüzyıldır olup bitenlerin kendini defalarca tekrarlayan basit bir fragmandan ibaret olduğu da böylece söylenebilir. 

Kürtlerin siyasi varlıklarının reddedilmesi; tarihsel, kültürel, politik, coğrafi olarak kimliklerinin inkâr edilmesi; yalanlar üzerine kurgulanmış tarih ile var olan her şeyin sahiplenilmesi; gerçekte kendileri tarafından yapılmış her türlü kötülüğün Kürtler eliyle gerçekleştirildiğinin ileri sürülmesi; Kürtlerin siyasi varlıklarının dış güçlerin uşaklığı olarak gösterilmesi vesaire… Bütün bunlara bakıldığında gerçeklerin bir popüler televizyon dizisi ile bir kez daha nasıl manipüle edildiğini görmekten çok daha fazlasının söz konusu olduğunu söylemek mümkündür. 

İsmindeki Kurt’tan tutun da işlenen konuya ve yaratılan karakterlere kadar bu televizyon dizisi tartışmasız biçimde Kürt düşmanlığını veya inkârını düstur edinmiş ya da varlık gerekçesi kabul etmiş Türk milliyetçiliğini ve ırkçılığını propaganda ediyordu. Dikkat çektiğim üzere üstelik bütün bunlar Türk milliyetçiliğinin karakteri haline gelmiş olan yalan ve manipülasyon üzerinde gerçekleştiriyordu. Örneğin birkaç hususa bakalım… 

“Kuzey Irak değil, Irak’ın kuzeyi” deniyor. Halbuki Irak devletinin anayasasında Kürdistan Bölgesel Yönetimi resmen kabul ediliyor ve dünya da, hatta Türkiye Cumhuriyeti de, bu siyasi otoriteyi resmen tanıyor. Bu dizide bırakın bu güncel meşru siyasi otoriteyi, Kürdistan’ın coğrafi ve tarihsel varlığı da inkâr ediliyor. Tarih milliyetçilerin en sevdiği bilim veya anlatı türü olmakla birlikte aynı zamanda onların Aşil topuğudur, yani en zayıf ya da öldürücü noktalarıdır. Bu dizi Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesini işliyordu ve tarihi de buna göre değerlendiriyordu. Ancak dizi karakterinin gururla dillendirdiği tarihe bakıldığında görülecektir ki, gurur duyduğu ataları zamanında ve bizatihi onlar tarafından kabul edilmek kaydıyla, tarihsel, coğrafi, siyasi, idari, kültürel ve sosyal açıdan Kürdistan Kürtlerin yurdu olarak hep vardı ve bugün de vardır. Irak’ın kuzeyi ise Kürt inkârı üzerine kurulmuş bir söylemden ibarettir; belirttiğim gibi üstelik oradaki Kürdistan Bölgesel Yönetimi Türkiye Cumhuriyeti tarafından da resmen tanınıyor. 

Erbil’deki cadde ile Fuzuli’nin isminin değiştirilmesi veya Kerkük Türkmen türkülerinin sazlardan sökülüp atılması meselesine gelince; yine ortada kocaman bir yalan ve manipülasyon var. Öncelikle Fuzuli, Osmanlı zamanında yaşamış divan edebiyatının önde gelen şairi olarak bilinmekle birlikte, aslen Kürt’tür; ama işte benzer yüzlerce meşhur isim gibi Türk ırkçılığı onu da Türk yapıp gurur duymaktan geri durmuyor. Bırakın bir caddeyi, dağların, nehirlerin, yaylaların, platoların, kurdun-kuşun, köylerin, kasabaların, ilçelerin, illerin ve elbette ülkelerin ismini değiştiren de bizatihi Türkiye Cumhuriyetidir. Sadece 1978’e kadar yaklaşık 28 bin isim değiştirildi. Bunların 12 bin 211’i köy ismi olurken, diğer kalanlar ise dağ, nehir, ova, dere isimleri idi. Hakeza 2005’te Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) desteğiyle Ağrı’da yapılmış bir projede, bilim çevrelerinde kabul edildiği şekliyle, kızıl Kürdistan tilkisi Vulpes Vulpes Kurdistanica, Ermeni koyunu da Ovis Armeniana isimleriyle kayda geçirilince buna bile tahammül edemeyen Türkiye Cumhuriyeti ve onu yöneten AKP yönetimiydi (Bkz. Fırat 2010). 2018’de Kilis’teki 300 yıllık Kürtler Camii’nin adını Türkler Camii yapan da AKP hükümetinin Kültür ve Turizm Bakanlığıydı. Haziran 2022’de Diyarbakır’ın Sur ilçesindeki Kıtılbil Mahallesinin, Ermenice veya Süryaniceden geldiği düşünülen ismi değiştirildi, Fetih Mahallesi yapıldı. Türkiye’nin işgali altında bulunan Rojava’nın Efrin kentinde yüzbinlerce Kürt yerinden sürüldüğü gibi, burada eğitim dili Türkçe yapıldı, neredeyse tüm yer isimleri Türkçe veya Arapça yapıldı. 

Suavi Aydın’ın (2006) yerinde tespitleriyle olup bitenleri özetleyecek olursam; “ad değiştirme operasyonundan en fazla nasibini alanlar” “Ermenice, Rumca ya da Kürtçe gibi” dillerle ilişkili olan “ve bu yüzden bu halkların hâtırasını canlı tuttuğu veya onların Türkiye’deki tarihsel varlıklarına kanıt teşkil edeceği düşünülen isimler olmuştur.” 

Öbür yandan on yıllar boyunca varlığı kabul edilmeyen, konuşulması yasaklanan ve ceza konusu yapılan, küçümsenen ve horlanan Kürt dili ile konuşmak ve öğrenmek, güya 2000’den sonra yapılan değişikliklerle “farklı dil ve lehçeler” çerçevesinde de olsa yasaldır. Ancak görüldüğü gibi hala yasalarda bile ismi telaffuz edilmeyen Kürtçe resmi bir statüye sahip değildir, Kürtçe eğitim yasaktır. Kürtçe hala Meclis başta olmak üzere pek çok resmi kurumda “bilinmeyen – anlaşılmayan X dil” diye kayıtlara geçiriliyor. Kürtçe alfabenin Q, W ve X harfleri hala tanınmıyor (Bütün bu konular için bkz. Fırat 2015). Bütün bunlar bir yana, 2024’ın Haziranında Diyarbakır’daki Pîne Cafe’nin sahibi müşterilerine Kürtçe hizmet vereceğini açıkladığı için gözaltına alındı, ev hapsi ile cezalandırıldı ve kim bilir ne kadar yıl ceza alacak… Kürdistan Bölgesel Yönetiminde ise Türkmence resmi dil statüsünde, bu dille eğitim ve öğretim yasal bir hak ve Türkmenler kendi adlarını taşıyan partilerle Meclise girebiliyor, siyaset yapmakta özgür; kısacası Kürdistan Bölgesel Yönetiminde Kürtler ne hakka sahipse Türkmenler de aynı hakka sahipler. 

Şarkıların-türkülerin sazlardan sökülüp atılması meselesi… Bu konuda da muhtemelen dünyada Türkiye’nin eline su dökebilecek ülke yoktur. Bırakın birkaç şarkıyı, sistematik bir devlet politikası olarak, Kürt kimliğinin inkâr edilmesi ve Kürtlerin Türk olduğunun ilan edilmesi çerçevesinde binlerce Kürtçe şarkı ve ezgi Türkçeleştirildi. Bu Türkleştirme faaliyetleri sadece Türkiye’nin egemenliği altındaki Kürdistan parçasıyla da sınırlı kalmadı; Irak, İran ve Suriye’nin denetimindeki Kürdistan parçalarından da Kürtçe şarkılar alınıp Türkçeymiş gibi sunuldu. (Bu konuda daha önce 3 bölüm halinde hazırladığım podcast’leri dinleyebilirsiniz Fırat 2022; Ayrıca bkz. Özhan 2017).

Kerkük meselesi… Bu yeni bir konu değil, öteden beri, daha doğrusu açık biçimde 1950’lerin sonlarından itibaren Türk milliyetçilerinin sürekli biçimde provoke edip bunun üzerinden Kürt düşmanlığını körüklediği bir konudur. Günümüzde Kerkük, Kürtler, Türkler ve Araplar arasında bölgenin önemli ihtilaf konularından biridir. Kürtler tarihsel ve güncel Kürdistan coğrafyasının bir parçası olarak Kerkük’ü görüyor; Irak’ın Arap yönetimi ise öteden beri Kürtlerle müzakerelerinde Kerkük’ün statüsünü merkezi otoritenin kontrolünde tutmakta ısrar ediyor. 2003’te Saddam Hüseyin devrildikten sonra ise, Kürdistan Bölgesel Yönetiminin resmen kabul edildiği yeni Irak’ın siyasi ve idari modelinde Musul, Xaneqîn, Diyala, Selahaddin gibi Kerkük’ün de statüsü daha sonra belirlenmek üzere ertelendi. Yapılacak bir referandumun ardından bu vilayetlerin Kürdistan bölgesine mi, Irak merkezi yönetimine mi bırakılacağı taahhüt edilmesine rağmen, aradan 20 yıl geçtiği halde hala somut bir adım atılmış değil. Irak’ın geleneksel reflekslerle hareket ettiği söylenebilir; özellikle Kerkük ve Musul’u zengin petrol kaynakları ve bundan elde edilen milyarlarca dolarlık gelir nedeniyle Kürtlere bırakmak istemiyor. 

Türklerin Kerkük ve Musul ısrarına bakıldığında ise, fragmanını aktardığım ırkçı diziden anlaşılacağı üzere, görünürdeki gerekçe Türkmenlerin varlığıdır. Türkiye’nin öteden beri siyaseten ileri sürdüğü görüşe göre, Kerkük Türkmenlerin kurduğu bir şehirdir, Kürtler buradaki Türkmenlere zulüm ediyor, şehrin tapularını ve demografik yapısını değiştiriyor vesaire… Oysa Kerkük’te öteden beri demografik yapıyı değiştirenler, aslında şehri Araplaştırmak isteyen Arap milliyetçileridir (MEW 2003). Bununla birlikte Türkiye’nin siyaseten desteklediği bazı Türkmen çevrelerini ayrıyeten silahlandırdığı ve resmi söylemini bunlara propaganda ettirerek Kürtlerle zaman zaman gerilimlerin yaşanmasına neden olduğu doğrudur. 

Kerkük’ün Türkmen şehri olduğu iddiasına bakıldığında ise, Kürtlerin ileri sürebilecekleri argümanların ve kanıtların zenginliği bir yana, bizatihi Türkiye Cumhuriyeti’nin kayıtları kendilerini yalanlamaya yetiyor. Örneğin Osmanlı dağıldıktan sonra Musul vilayetinin İngilizlerin kontrolündeki Irak’a mı, yeni kurulan Türkiye’ye mi bırakılacağının müzakere edildiği 1923’teki Lozan görüşmelerinde Türk yetkilileri, argümanlarını haklı çıkarmak için vilayetin çoğunluğunun Kürt nüfustan oluştuğunu ortaya koyuyordu. Hakeza İngilizler de aynısını yapıyordu. Türk heyetinin başındaki İsmet İnönü’ye göre, özetle Kürtler Türklerden yanaydı ve bu yüzden de o zamanlar Kerkük’ün de bağlı olduğu Musul vilayeti Türkiye’ye bırakılmalıydı. İnönü, vilayetin nüfus oranlarını da “resmi” Türk istatistiklerine göre şöyle paylaşmıştı: Musul vilayeti genelinde toplamda 503 bin kişi yaşıyordu; bunlardan 263 bin 830’u Kürt’tü, 146 bin 960’ı ise Türk’tü, geriye kalanlar ise Araplar, Yahudiler ve Müslüman olmayan diğer milletlerden oluşuyordu. Sadece Musul sancağında ise Kürtlerin sayısı 140 bin, Türklerin ise 35 bin idi. Musul vilayetine bağlı Kerkük sancağına gelince, İnönü’nün verilerine göre, 97 bin Kürt ve buna karşın 79 bin Türk vardı (Göldaş 2009:104-105; Fırat 2023). 

Elbette Türk milliyetçileri ve ırkçıları bütün bu tarihsel hakikatleri, kendi ataları ortaya koymuş olsa bile, inkâr etmekte ve böylece tarihi ters yüz etmekte ısrar ediyor. Bu nedenle Kerkük’le ilgili iddialar, sadece bahsettiğim televizyon dizisinin konusu değildir; hala güncel siyasetin de en önemli malzemelerinden biridir. Kürt partileri hariç, iktidar ve ana muhalefet dahil Türkiye’deki bütün siyasi partilerin ve benzer görüşteki organizasyonların bu dizide dile gelen görüşü paylaştığı ve savunduğu rahatlıkla söylenebilir. Örneğin 2002’den beri Türkiye’yi yöneten AKP’nin başındaki Tayyip Erdoğan, 2017’de Kürdistan Bölgesel Yönetiminde bağımsızlık referandumu yapıldığında, gerçekte Yalnız Kurt dizisindeki ırkçı karakterden pek de farklı bir tutum ortaya koymamıştı. Hatta Kürtleri sınırları kapatmak suretiyle aç bırakmak ve olası bir askeri müdahalede bulunmak ile de tehdit etmişti. Kerkük konusunda ise, mütemadiyen Erdoğan dizi karakteriyle aynı görüşü savunageldi. Nitekim söz konusu bağımsızlık referandumu zamanında pek çok kere tekrarladığı üzere Erdoğan’a göre, Kerkük Türkmen şehridir, Kürtlerin orada bir tarihleri de, haliyle hakları da, işleri de yok.

Özetle yüzyıllık Kürt düşmanlığının ve ırkçılığın koşullandırdığı bir televizyon dizisinden hareketle bu mevzuların altını çizdikten sonra, bir hususa daha dikkat çekmek isterim. Aslında Türk televizyonculuk ve sinema sektöründe bu dizi ilk örnek değildi ve muhtemelen son da olmayacaktır. Öteden beri Türk filmlerinde Doğulu olarak yaratılan karakterler hiçbir zaman doğrudan Kürt olarak ifade edilmedi; nadiren bazen Kürtlerden söz edildiyse de ağır sansüre maruz bırakıldı. Kürt kimliğine sahip kişilerin yaptıkları işleri burada konu dışında tutarak, 2000’lerden sonra bazı Türk filmlerinde bu geleneksel çizginin dışına çıkıldığı doğru ise de, genel eğilim hala bozuk veya şiveli Türkçe konuşan, feodalitenin etkisi altında olan, medeniyet namına pek gelişme göstermemiş, cahil ve geri kalmış Doğuluların filmlerde konu edilmesi yönündedir. (Türk sinemasının Kürt “temsili” hakkında Kürt Araştırmaları Dergisinde Ferhat Buğday’ın Sebahattin Şen ile yaptığı röportajı mutlaka okumanızı öneririm… Buğday 2023) 

Bu tür filmlerin üretimi elbette devletin Kürt siyaseti ve söylemiyle yakından ilgilidir ve hatta devletin sıkı kontrolü altında ve onayıyla bu filmlerin üretilmesi söz konusudur. 

Ancak ilginçtir, Türk devletinin bunlarla yetinmediği de anlaşılıyor. Türk devleti yüzyıl boyunca bütün yapıp ettiklerine rağmen sonuç itibarıyla Kürt meselesini bastırmayı başaramadı; 1990’ların başından bugüne ise Kürt meselesi bastırılamaz bir hal aldı. Ancak yine de Türkiye Kürt meselesiyle baş etmenin yollarını aramaktan vazgeçmedi. Bunlardan biri de bizzat film çekmekti. Evet, Türkiye Cumhuriyeti Kürtleri öcüleştiren, yok sayan, horlayan kontrolündeki sektörün çektiği filmleri yeterli bulmamıştı. Devlet bizzat kendisi Kürt filmini çekmeye karar vermişti; senaryosunu kendisi yazacaktı, yönetmenliğini kendisi yapacaktı, prodüksiyonunu üstlenecekti vesaire… Ama bu hikâye bir kara komedi değildi, son derece gerçekti… 

PKK Lideri Abdullah Öcalan, 1998’in sonbaharında Türkiye’nin savaş tehditleri sonrasında Suriye’den ayrılmış; Rusya, Yunanistan, İtalya ve en son Kenya’ya gitmiş, ancak hiçbir yerde sığınma imkânı bulamamıştı. Zira Türkiye’nin uluslararası alanda kurduğu siyasi, diplomatik ve ekonomik ilişkiler ve en başta da Amerika Birleşik Devletleri’nin kendisine verdiği destek Öcalan’a çok da şans tanımıyordu. 

Öcalan’ın önemli uğrak yerlerinden biri İtalya idi. Bu nedenle İtalya ile Türkiye arasında diplomatik kriz yaşanırken, öbür yandan Türkiye’de Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığında Başbakanın, Dışişleri ve İçişleri Bakanlarının, istihbarat teşkilatı temsilcilerinin ve askeri yetkililerin katıldığı Milli Güvenlik Kurulu’nun toplantılarından biri yapılıyordu. Elbette 28 Şubat 1997’de bir kez daha hükümete müdahalede bulunan, bazı yorumlara göre de post-modern darbe yapan ordunun başındaki generallerin gündem belirleyeceği bir toplantıdan söz ediyoruz. Bu toplantının en önemli ve belki de tek gündemi PKK’ye karşı alınacak tedbirlerdir. Gazeteci Belma Akçura’ya göre, 27 Kasım 1998’deki “toplantıda Öcalan’ın Roma’da yakalanmasından sonra PKK’nın özellikle Avrupa’da muhatap bulma ve siyasal kimlik kazanma uğraşısına karşılık bir eylem planı hazırlanıyor. Plana göre; içinde PKK’nın da yer alacağı dünyadaki terör olaylarını konu alan belgesel bir film yapılacak ve dünyaya PKK’nın bir terör örgütü olduğu anlatılacak.” (Akçura 2011:27)

Aradan altı ay geçiyor. Bu arada Öcalan İtalya’da değil, 15 Şubat 1999’da Kenya’da yakalanmış ve ABD tarafından Türkiye’ye teslim edilmişti. Ama MGK, planına sadık kalıyor ve altı ay sonra TRT’den referansı olan Mukadder Kızılca adlı birini yönetmen koltuğuna oturtarak belgesel filmi çekmeye karar veriyor. Öcalan hakkında idam kararının verildiği 29 Haziran 1999’dan sonra, Temmuz 1999’da MGK yönetmenle görüşüyor; 34 bin ABD dolarını, filmin bedelinin üçte biri olarak önceden veriyor. 

Bu arada filmin senaryosu da ömrünü Kürtlerin Türklüğünü ispatlamakla geçirmiş, Kürtlerin yaptığı her türlü siyasi, kültürel, sosyal faaliyeti dış güçlerin Kürtçülük planı çerçevesinde değerlendirmiş olan Mim Kemal Öke tarafından yazılıyor. Öke’nin yazdığı 9 sayfalık ön taslak MGK’de tartışılıyor ve müdahalelerle 23 sayfaya çıkarılıyor. Anlaşıldığı üzere MGK, Türkçü-ırkçı Mim Kemal Öke’nin yazdıklarını bile yeterli bulmuyor. Aradan zaman geçiyor ve MGK’nın her aşamadaki hassasiyetleri nedeniyle bir türlü filme başlanmıyor. Dokuz ay sonra bu kez belgeselin metni üzerinde uzun uzadıya tartışmalar yapılıyor ve pek çok ifadenin nasıl düzeltilmesi gerektiği not ediliyor. Örneğin “… uluslararası dikkatleri Kürt sorunu üzerine çekmekti” ifadesi “… uluslararası dikkatleri sözde Kürt sorunu üzerine çekmekti” şeklinde değiştiriliyor. 

Bir yıl iki ay sonra yönetmen Mukadder Kızılca kaba montajla kurul üyelerinin karşısına çıkıyor. Yine müdahaleler söz konusu oluyor. Örneğin filmde Anıtkabir’in neden yer almadığı, bayrağın Anıtkabir’le birlikte gösterilmesi, yok aslında bayrağın Anıtkabir’in önünde ya da arkasında gösterilmesi ya da neden askerlerin kıyafetlerinin döküntü gösterildiği veya o sıralar ilişkilerin iyi olduğu Filistin veya Mısır’la ilgili bazı bölümlerin neden yer aldığı vesaire… 

Sonuç olarak, “aylık rutin toplantılarının 20’sinde bu belgesel filmi gündemine” alan MGK, 2000’lerin ortalarına gelindiğinde, adını “Terör Çıkmazı” koyduğu belgesel filmin yayınlanmamasına karar veriyor. Belma Akçura’ya göre, söz konusu dönemde Kürt meselesiyle ilgili gelişmeler bu kararın alınmasında etkili olmuştu. Zira Öcalan yakalanmış, idama mahkûm edilmiş, dosyası Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmiş, bu arada PKK güçlerini Türkiye’nin dışına çıkarmış ve silahlı eylemlerine son vermiş, Türkiye’de ayrıca Avrupa Birliği’ne üyelik yolunda epey heyecanlı bir dönem yaşanıyor vesaire… Terörle mücadelede önemli bir plan olarak değerlendirilen ve epey mesai harcanan, ancak yayınlanmayan film için, Akçura’nın aktardığına göre, “sadece yönetmene 102 bin dolar” harcanmıştı (2011:35). 

Kuşkusuz, bu film meselesindeki bütün absürtlükler bir yana, sadece harcanan paraya bakıldığında bile Türkiye Cumhuriyeti’nin öteden beri Kürt meselesini bastırmak adına nasıl bonkörce para harcadığı da anlaşılmış oluyor. Bu vesileyle bir anekdot da eklemiş olayım. 

Aslında bu film için harcanan para devede kulak bile değil, muhtemelen en fazla bir tüy olabilir. Bizzat Tayyip Erdoğan’ın Şubat 2015’te açıkladığına göre, o güne dek PKK ile mücadelede Türkiye 350 milyar dolar harcamıştı. Hatta AKP’li Binali Yıldırım, Erdoğan’dan dört yıl önce, 2011’de, 1984-2011 yılları arasında doğrudan harcamalar için 300 milyar, dolaylı harcamalar için de 700 milyar olmak üzere toplamda 1 trilyon doların harcandığını açıklamıştı. Bu maliyete elbette 2015 sonrasını da eklemek gerekecektir. Türkiye 2015’ten sonra yeniden şiddet yöntemlerini esas aldı; üstelik sadece sınırları içinde de değil, Güney ve Rojava Kürdistan’da da epey geniş bir alanda askeri işgale girişti. Bu dönemdeki askeri işgallerin teknolojik ve lojistik harcamaları ile faaliyet alanlarının yaygınlığı önceki dönemleri aşan boyutlardaydı. Dolayısıyla bu dönemde harcanan para da hesaba katıldığında PKK ile mücadelenin Türkiye’ye ekonomik maliyeti, aktardığım miktarların en az iki katı olarak değerlendirilebilir. Türkiye’nin 2011’den beri Kürtlere karşı Suriye’deki cihadçı-İslamcı terör gruplarına sağladığı mali finansman da eklendiğinde bu maliyet daha da katlanacaktır. Bu durumda örneğin 1996’da, 2001’de ve özellikle 2018’den sonra yaşanan ağır ekonomik krizlerin en önemli nedenlerinden biri de anlaşılmış oluyor. Nitekim ekonomik şartların kötüleşmesinden, çarşı pazardaki fiyatların yüksek olmasından şikâyet edenlere, Erdoğan, “Sizin bir merminin fiyatının ne kadar olduğundan haberiniz var mı?” şeklinde yanıt vermişti. 

Kürt meselesinin öteden beri Türkiye’ye olan ekonomik maliyeti bu şekildeyken ve bu durumda çöp olmuş bir filme harcanan 102 bin doların lafının bile edilemeyeceği ortadayken, devletin bu tablodan ders çıkardığını sanmak ise ham hayalcilik olur. 

Film meselesiyle devam edecek olursam… Özellikle 2010’dan sonra hükümete yakınlığıyla bilinen bazı televizyon kanallarında Kürtleri ve Kürt meselesini bir şekilde konu edinen pek çok dizi film yayınlanmaya başlandı. Bu filmlerin önceki dönem örneklerinden bazı farkları da vardı. Kürtleri konu edinen bu filmlerde arada Kürtçe konuşmalara ve şarkılara artık yer veriliyordu; ancak önceki dönemin alışkanlığı da terk edilmiyordu, örneğin Kürtler araya serpiştirilen bazı bozuk Kürtçe ifadelerin yanı sıra esas olarak şiveli Türkçe ile konuşturulmaya devam ediliyordu. Bu dizi filmlerin ortak özelliği, terör örgütü olarak gösterilen Kürt hareketinin bu zavallı Kürtlere yaptığı zulmün ve buna karşılık Türk devletinin merhametinin gösterilmesidir. Bu dizilerin önemli bir diğer ortak özelliği ise, neredeyse tamamının AKP’ye veya bir zamanlar onunla ortak olan Fethullah Gülen Cemaatine bağlı televizyon kanalları tarafından üretilmiş olmasıdır. Bu dizilerde Kürt hareketi dış güçlerin piyonu ve acımasız terörist bir organizasyon olarak gösterilirken, böylece siyaseten elbette Kürtlerin hak mücadelesi değersizleştirilmeye ve yok sayılmaya devam ediliyordu. Kürtlerin varlığı ancak arada bir yer verilen bozuk ve anlamsız bir Kürtçenin konuşulmasıyla sınırlıydı ve siyaseten ileri sürülecek her şey teröristlikle ve elbette önceki dönemlerin ezberi olarak dış güçlerin işi olmakla eşdeğerdi. Bu dizilerde AKP öncesindeki yönetimlerin, özellikle de seküler Kemalistlerin zaman zaman Kürtlere yaptıkları haksızlıklara da yer veriliyordu; ancak nedenleri pek de sorgulanmazdı. Buradaki maksat da hem laik Kemalistlerin kötülenmeye devam edilmesi hem de Kürtlerin esasında İslam kardeşliği siyasetiyle iktidara yedeklenmek istenmesiydi. 

Kürtleri konu edinen Türk sineması ve televizyon dizileri üzerinden yapılacak bir analiz ile aynı zamanda dönemsel olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt siyasetinin ve söyleminin anlaşılması da mümkündür. Örneğin 2002’de iktidara gelen AKP’den önceki dönemlerde ana-akım çevrelerin yaptığı sinema filmlerinde veya dizilerde bozuk da olsa Kürtçeye yer verildiğini görmek neredeyse mümkün değildir. Ancak AKP sonrasında işler biraz değişti. Bu durum, bir başka podcast’te ayrıntılı biçimde anlattığım AKP’nin Kürt siyasetiyle ilgilidir (Fırat 2023a). Özetle AKP döneminde Kürt meselesiyle ilişkilendirilebilecek bazı kısıtlı kültürel hakların tanındığı, aynı zamanda şiddet ortamının sonlanması için bazı dönemsel adımların atılmaya çalışıldığı vesaire söylenebilir. Sonuç ise, zaman zaman toplumda umutlar yaratsa da bu tür çabaların akamete uğraması oldu, sonlanmayan şiddet aksine 2015’ten beri tavan yapmış durumda. Ve fakat 2002’den beri Türkiye’yi yöneten Tayyip Erdoğan ve partisi AKP’ye göre Kürt meselesi çözüldü, artık böyle bir mesele yok, var olan ise terörle mücadeledir. Meselenin nasıl çözüldüğüne bakıldığında ise, kültürel ve yayıncılık alanlarındaki bazı yasal düzenlemelerden başka bir şey yok, ki söz konusu bu kısıtlı hakların kullanımı elbette devletin belirlediği sınırlar dahilinde mümkündür, aksi halde bahsettiğim gibi Pîne Cafe’nin başına gelenler işten bile değil. Öbür yandan örneğin Kürtlerin kendilerini yönetmesi veya Kürtçe eğitim gibi siyaseten hak talebinde bulunmak eskiden olduğu gibi terörizm suçlamasıyla karşılık buluyor. 2015’ten itibaren ırkçı MHP ile kurulan ortaklıkla birlikte ise, Kürt meselesinin bastırılması için AKP öncesi bütün söylemlerin ve uygulamaların devreye konulduğu söylenebilir. Girişte fragmanını verdiğim dizi filmi, aynı zamanda bu durumun da bir göstergesidir. Denebilir ki, AKP’nin Kürt filmi, devletin pek kadim senaryolarıyla çekilmeye devam ediliyor. 

İlgili Podcast

Kaynakça 

 

Akçura, Belma (2011). Devletin Kürt Filmi / 1925-2011 Kürt Raporları. İstanbul: Postiga Yayınları

Aydın, Suavi (2006). Bir Tilkinin Ettiği: İsimler Milli Birliği Nasıl Bozar?, https://birikimdergisi.com/guncel/1001/bir-tilkinin-ettigi-isimler-milli-birligi-nasil-bozar Erişim Tarihi: 10 Ağustos 2022

Buğday, Ferhat (2023). Sebahattin Şen İle Söyleşi: Kürt Sineması Anti Kolonyal Bir Arzuyu ve Fikri Görünür Kılıyor. https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-286 

Fırat, Nuri (2010). Kürtler Aslında Yoklar! Diyarbakır: Med Yayınları

Fırat, Nuri (2015). Politikanın Kürtçesi. İstanbul: Everest Yayınları

Fırat, Nuri (2022). Stranên Kurdî Yên Hatine Dizîn û Tirkîkirin. https://www.youtube.com/watch?v=KN5ovfHwYWs 

Fırat, Nuri (2023). Lozan Antlaşması ve Bir Büyük Yalan. https://www.youtube.com/watch?v=V_pFaO9a1fM 

Fırat, Nuri (2023a). Erdoğan’ın 20 Yıllık Kürt Dosyası. https://www.youtube.com/watch?v=hZo3RmTD6sQ 

Göldaş, İsmail (2009). Lozan / ‘Biz Türkler ve Kürtler’. İstanbul: Avesta Yayınları

MEW (Middle East Watch) (2003). Irak’ta Soykırım / Kürtlere Karşı Yürütülen Enfal Askeri Harekatı. İstanbul: Avesta Yayınları

Özhan, Hatice (2017). Türkçeleştirilen Kürdce Şarkılar. https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2017/08/02/turkcelestirilen-kurdce-sarkilar Erişim Tarihi: 10 Ağustos 2022

İlginizi Çekebilir

Ali Engin Yurtsever:  Özerklik ve 1921 Anayasası 
Tuncel: AKP, Kürtsüz ve demokrasisiz bir cumhuriyet inşa etmek istiyor

Öne Çıkanlar