Nuri Fırat: Hitler’in Radyosunda Kürt Karşıtı Türkçe Yayın

Yazarlar

16 Temmuz 1933 tarihli Milliyet gazetesine bakarsanız şöyle bir başlık göreceksiniz: “Alman Başvekil diyor ki: Türkiyede doğan ve parlıyan yıldız bize takip edilecek yolu gösterdi.” (Yazım hataları korunmuştur.)

Alman Başvekil’den kasıt Adolf Hitler’dir ve sözüm ona Türkiye’de parlayan yıldız ise Mustafa Kemal ve kurduğu devlet. Hitler Milliyet gazetesine verdiği demeçte, Osmanlı zamanındaki Türk-Alman yakın ilişkilerine dikkat çekiyordu ve iki devletin birlikte çöktüğünü belirtiyordu. Ardından Türkiye’nin ayağa kalkmasını “mukaddes bir hamle” olarak nitelendiren Hitler, bu durumun başladıkları milli kurtuluş için kendilerine “derin bir kanaat” verdiğini ekliyordu. Türkiye’nin özellikle köylü kesimi üzerinden bir kalkınmaya giriştiğini belirten Hitler, böylece Türkiye’de “parlayan yıldızın” kendilerine “takip edilecek yolu” gösterdiğini söylüyordu. Mustafa Kemal’i “ebediyen asrımızın en büyük adamlarının en ön safında” bulunan kişi olarak göklere çıkaran Hitler, Türkiye ile yakın ilişkilerinde ekonominin önemli bir rol oynadığını kaydettikten sonra, esas önemli noktayı şöyle ifade ediyordu: 

“İktisadi işlerin iki memleket münasebatındaki tesirlerinin ehemmiyeti malûmdur. Fakat bu münasebetlerde en büyük rolü oynayan âmil yalnız bu değildir. Bu işte karşılıklı sempatinin rolü de büyüktür. Bu sempati, faaliyet gayeleri aynı olan büyük Türk milleti ile Alman milleti arasında bilhassa çok kuvvetlidir.”

1930’lu yıllarda Hitler’in Türkiye’ye yönelik güzellemelerinin başka örneklerine de rastlanabilir. Hitler’in daha yeni iktidara geldiği bir dönemde verdiği bu demeç, iki açıdan dikkat çekicidir. Birincisi, dönemin politik atmosferiyle ilgilidir. İkincisi ise, Hitler’in Türkler ile Almanlar arasındaki sempatiyle açıkladığı ideolojik benzerliktir. Dolayısıyla Hitler, dönemin şartları gereğince politik hesaplar yaptığı kadar, söylediklerinde samimiydi de ve bir bakıma doğruları da söylüyordu. Bu hususları biraz açmakta fayda var. 

Türklerle Almanlar arasındaki kritik ilişkiler ta Osmanlı’nın son dönemlerinden beri söz konusuydu. Osmanlı devleti, dönemin hakim iki gücü, İngilizler ile Çarlık Rusyası arasındaki çekişmenin ortasında yer alıyordu ve bu nedenle konumu önemliydi, bugünkü Türkiye gibi. Ama konumu önemli olsa da ayakta durabilecek gücü yoktu. Bu nedenle esasında Osmanlı’yı neredeyse bir yüzyıl daha ayakta tutan İngiliz siyasetiydi. İngilizler Rus Çarlığının bölgeye yayılmasını engellemek amacıyla Osmanlılara hamilik yapıyordu, ayrıyeten ekonomik açıdan bataklıkta olan Osmanlı’ya bol bol borç da veriyordu. Öbür yandan Osmanlı, varlığını sürdürebilmek amacıyla epey bir zamandan beri ordusuna çeki düzen vermeye çalışıyordu. 1800’lerin ikinci yarısında bu konuda öne çıkan isimler Almanlar olmuştu. Meşhur Goltz Paşa başta olmak üzere pek çok Alman subayı Osmanlı ordusunu modernize edebilmek amacıyla göreve getirilmişlerdi. Üstelik bu Almanlar, can ciğer oldukları İttihat Terakki Cemiyeti (İTC) zamanında değil, Erdoğan’ın kahramanı Abdülhamid zamanında iş başına getirilmişlerdi. 

Almanlar sadece askeri açıdan Osmanlı’ya rota çizmiyorlardı, siyaseten de ufuk belirliyorlardı. Örneğin Alman Goltz Paşa 1800’lerin sonlarında imparatorluğun Anadolu’ya çekilmesini ve hatta başkentin Konya veya Kayseri’ye taşınmasını önermişti. Abdülhamid tarafından 1883’te “iki yıllığına Harbiye Mektebi yetkilisi olarak” atanan Goltz Paşa, ordunun modernleşmesi için yaptığı etki kadar “asker millet”in inşa edilmesi gibi politik düşünceleriyle de özellikle İTC’nin ve hatta Türkiye’yi kuran kadroların gelecek siyasetini epey belirlemiş gibidir (Dündar 2010:63-64). Hakeza Çanakkale savaşında Türkler galip gelirken, bugün Türk milliyetçileri pek adını anmasa da, Osmanlı kuvvetlerinin başındaki kişi de bir Alman’dı, yani Mustafa Kemal’in komutanı Alman Mareşal Liman von Sanders idi ve Çanakkale savaşının kazanılması üzerine Alman imparatorundan Mustafa Kemal’e “Birinci Dereceden Demir Haç Madalyası” verilmesini teklif eden de oydu. Mustafa Kemal de bu madalyayı alan iki kişiden biridir. 

Nihayetinde İttihatçılar Osmanlı’nın iktidarını padişah Abdülhamid’den devraldıktan sonra Almanlarla ortaklığa gitmişlerdi ve Birinci Dünya Savaşında İngilizlerin başını çektiği cepheye karşı birlikte savaşmışlardı. Sonuç, hem Almanların hem de Osmanlı’nın ağır yenilgisi oldu ve Osmanlı tarihe karıştı. Hitler’in demecinde dikkat çektiği ortak geçmiş özetle böyleydi. 

Ancak yeni Türkiye kurulurken, tıpkı Almanya gibi epey zorluklarla karşılaşmıştı. En önemli zorluk ise elbette ekonomiydi. Mustafa Kemal’in Türkiye’si, henüz Hitler iktidara gelmemişken, Almanlarla mümkün mertebe sınırlı bir ilişki kurmak istiyordu. Bunun bir nedeni, kısa süre önce Birinci Dünya Savaşında Almanlarla yaşadıkları yıkıcı deneyimdi; ama en önemlisi Mustafa Kemal’in devletini kurduğu dönemdeki politik güç dengeleriydi. 

Mustafa Kemal’in kurduğu Türkiye, politik açıdan kritik bir coğrafyada bulunuyordu. Artık Çarlık Rusya yoktu, onun yerine Komünistlerin iktidarda olduğu Sovyetler Birliği vardı. Öbür yandan artık eski gücünde değildiyse de, hala dünya siyasetinde son sözü söyleyebilen İngilizler ve onun batılı müttefikleri vardı, ki bunlar Osmanlı’yı yıkmıştı. Sovyetler ve Batı dünyası arasında ideolojik ve politik olarak tamamen karşıtlık söz konusuydu. Ama Mustafa Kemal’in her ikisiyle de ilişkileri vardı ve daha da önemlisi Mustafa Kemal bu ilişkilerin varlığını son derece önemsiyordu. Bu hem ekonomik hem de politik açıdan yeni kurduğu devleti garantiye alması için şarttı. 

Sovyetler Birliği, yeni kurulmuştu ve esasında o da sosyal, ekonomik ve politik açıdan epey çalkantılı bir dönemden geçiyordu. Ama buna rağmen özellikle batı dünyası karşısında yanına alabilmek ya da en azından tarafsız tutabilmek için Türkiye’ye olabilecek her türlü desteği vermişti, epey uzun süre de vermeye devam etti. İngiltere Lozan Antlaşmasından sonra resmen tanıdığı Türkiye devletiyle son olarak 1926’da Musul meselesini de hal ettikten sonra yakın ilişki kurmaya başlamıştı ve Türkiye üzerinde o da epey etkiliydi. 

Mustafa Kemal, bu iki güç odağı arasında Almanlarla ilişkilerini temkinli yürütüyordu. Özellikle İngilizlerle karşı karşıya gelmek istemiyordu. Ama elbette ilişkileri tümden de kesmemişti, özellikle de ekonomik ilişkiler vardı ve bu, Türkiye için önemliydi. Örneğin 1923-1939 aralığındaki Türk-Alman ilişkileri hakkında araştırma yapan Ahmet Özgiray’a (1998) göre, 1936 yılı itibarıyla Türkiye ihracatının yüzde 49.5’ini Almanya’ya yapıyordu ve ithal edilen malların yüzde 46’sı da Almanya’dan sağlanıyordu. Yani Türkiye’nin dış ticaretinin yarısı Almanya ile idi. Türkiye, bir yandan bu ekonomik bağımlılığı bir şekilde sürdürmeye çalışırken, öbür yandan hakikaten göze batmamaya son derece dikkat ediyordu. Öyle ki, yine Ahmet Özgiray’ın aktardıklarına bakılırsa, Almanya ile kurulan her ilişkinin ardından dönemin Dışişleri Bakanı Rüştü Aras, İngilizleri bilgilendiriyordu. 

Ancak elbette adım adım İkinci Dünya Savaşı’na gidilirken bu tür bir denge siyasetini sürdürebilmek epey zordu. Ama ilginçtir, Türkler bunu bir şekilde başardılar. Son derece yıkıcı olan dünya savaşında tarafsız kalmayı tercih ettiler, ne Nazilerle ne Sovyetlerle ne de İngilizlerle karşı karşıya gelmek istiyorlardı. Kuşkusuz Türkiye’nin herhangi bir cephede yer alması durumunda ne ekonomik ne de politik olarak ayakta kalma şansı olmayacaktı. Bu yüzden kendileri için en iyisini yapmışlardı. Ta ki Hitler’in yenildiğinin anlaşılmasıyla, yani beş yıllık savaşın bitimine birkaç ay kala Türkiye ABD ve İngiltere’nin başını çektiği galipler cephesinde yer aldığını duyurmuştu. Bu da savaş sonrası ABD’nin sağladığı Marshall planı kapsamındaki kredilerle veya parayla ilgiliydi. 

Almanya’da 1933’te iktidara geldikten sonra Hitler de yandaş bulmaya çalışmıştı. Türkler aradığı yandaşlar arasındaydı. Girişte aktardığım demecindeki abartılı övgülerin bir nedeni bu politik hesapla ilgiliydi. Hitler, tıpkı Birinci Dünya Savaşı’ndaki Almanların yaptığı gibi, mümkünse Türkleri yanına çekebilmeyi, ama bu olmasa Türkleri tarafsız konumda tutmayı istiyordu. Hitler bunu yaparken Türklerin özellikle İngilizlerden dolayı epey çekingen davrandıklarını da biliyordu. Ama yine de pohpohlayarak ve elbette ekonomik ilişkileri canlı tutarak Türkiye ile bir şekilde bağları sağlam tutmaya çalışıyordu. Hatta Türklerin korkularını yatıştırma yoluna bile gitmişlerdi. Öyle ki, mesela Naziler Avrupa’nın her yerine saldırılara başlayıp ta Bulgaristan ve Yunanistan’a kadar gelmişlerken, Türkiye’ye saldırmayacaklarına dair garanti vermişlerdi ve hakikaten de sözlerinde durmuşlardı. Türkiye bu yüzden de dünya savaşında tarafsız kalmıştı. 

Sadece ekonomik ilişkilerle de değil, Hitler diplomatik yollardan, eğitim, kültür ve propaganda kanallarından da Türkiye’yi bir şekilde yanında tutmaya çalışıyordu. Girişteki demeç ve daha sonraki benzer açıklamalar tam da bunun içindi. Hatta Ahmet Özgiray’ın aktardığına göre “Almanların Türkiye’yi Nazi çemberi içerisinde tutma gayretleri bununla da kalmadı. Kültürel propagandaya giriştiler. Bazı yazarlara ve gazetelere Alman hükümeti para yardımı yaparak Türk Alman dostluğundan söz ettiriyor, Türk talebelerini Alman Üniversiteleri ve kolejlerinde eğitim yapmaya çağırıyordu.” (Özgiray 1998)

Hitlerin “Türk dostlarını” yanına çekmek için giriştiği çabalardan biri de Berlin Radyosunda Türkçe yayın yapılmasıydı. Bunu da ömrünü Kürtlerin Türklüğünü ispatlamak ve Kürtler adına dünyanın neresinde bir şey yapılmışsa devlete bildirmekle geçirmiş olan ırkçı Kadri Kemal Kop adındaki zattan öğreniyoruz. Kendisi 1940’lı yılların başında Türk basın kurumunun Kürtlerle ilgili bölümünden sorumlu olarak atanmış ve konuyla ilgili devlete düzenli olarak raporlar yazmıştı. Bu raporlardan biri 6 Mart 1947 tarihliydi ve burada Berlin Radyosunda yapılan Türkçe yayın hakkında şu bilgiler yer alıyordu: 

“11.-12.9.1944 tarihinde Berlin Radyosu, Türkçe yapmış olduğu bir yayında, Sovyetler’in Irak, Suriye ve Lübnan’da bölgelerde giriştikleri faaliyetler bahis mevzuu edilmekteydi. Bu arada, bu memleketlerde vazifelendirilen 2.000 Ermeni’nin Kürtlerin istiklalleri için geniş bir faaliyette çalıştıklarına işaret edilmekte ve müstakil bir Kürdistan kurmak hususundaki çalışmaları destekledikleri bildirilmekteydi. Bu radyo yayını, müstakil bir Kürdistan hükümeti kurmak hususunda Sovyetler’in esaslı planları bulunduğunu anlatmış, İran’ın Kürtlerle meskûn mahallerindeki okullarda Kürtçe derslerinin okutulmasına başlandığı bu yayınlara ilave edilmişti. 

“İran’ın şimalinde yerleşmiş olan Rusların bu Kürtler vasıtasiyle Irak’a nüfuz etmek yolunu takip etmekte oldukları da bu konuşma arasında izah edilmişti. 12.9.1944 günü yine Berlin Radyosu, Türkçe yaptığı neşriyatla ‘Sovyet Rusya’nın Irak, Suriye, Lübnan ve Mısır üzerindeki emelleri izah edilerek bir Kürdistan kurmak yolundaki çalışmaları’ anlatılmıştır. Bu arada, ‘Sovyet Rusya radyo ve basınının da Türkler hakkında kullandıkları dil, Moskova’nın maksatlarını aydınlatmaktadır’ denilmekteydi.” (Yıldırım (der.) 2011:200. Yazım hataları korunmuştur.)

Berlin Radyosunda yapılan Türkçe yayınların özet hikâyesi böyleydi. Buradaki önemli nokta Kürtlerle ilgilidir. Hitler, 1943’te Moskova önlerine kadar gitmiş, ancak başta Stalingrad’da olmak üzere pek çok cephede yenilmiş ve ardından çekilmek zorunda kalmıştı. Ayrıca Berlin Radyosunda Türkçe olarak Kürt karşıtı yayınlar yapıldığı sırada, beş yılı bulan savaşın da sonuna doğru geliniyordu ve Hitler’in yenilgiyi kabul etmesine sadece birkaç ay kalmıştı. Anlaşıldığı kadarıyla, bu zor şartlar altında Hitler ve propagandacıları son barutlarının bir kısmını Türkiye’nin Kürt korkusunu depreştirerek yeni bir cephe açmak için kullanmışlardı. Sovyetlerin sözüm ona Kürtçü faaliyetleri Türkçe propaganda edip böylece Türkiye’nin bu yemi yutması için beklemişler. Ancak Türkiye, Kürtlere dair her nerede bir şey varsa karşı çıkmışsa ve hala çıkıyorsa da, Hitler’in yemini yutmamış gibi. En azından Hitler için yeni bir cephe açmadığını biliyoruz. 

Girişte aktardığım Hitler’in demecindeki politik hesaplarla ilgili hususlar ve Berlin Radyosunun Türkçe yaptığı Kürt karşıtı yayınların hikâyesi bu şekilde. Öbür yandan Hitler’in sözünü ettiği samimiyet mevzusu vardır, ki bu esasında Türk devleti ile Hitler Almanya’sı arasındaki ideolojik yakınlıkla açıklanabilir. Bu arada sadece Hitler’in Mustafa Kemal’e ve onun siyasetine sempatisi söz konusu değildi. Örneğin Hitler’in Ankara Elçisi Rosenberg, 6 Haziran 1935’te Mustafa Kemal ile yaptığı görüşmenin ardından bir rapor yazmış ve edindiği izlenimlerden hareketle raporunda “Atatürk ile İnönü’nün ‘Yeni Almanya ve liderine gerçekten sempati duyduklarını, bunun sadece nezaket olmadığını’” kaydetmişti (Giray 1998).

Hitler ile Mustafa Kemal arasındaki sempatinin neden kaynaklanmış olabileceğine dair pek çok noktaya dikkat çekmek mümkündür. İkisi de tek adamdı örneğin, askeri diktatörlükle ülkelerini yönetiyorlardı, kendi ırkdaşları dışındaki kimsenin varlığına ve yaşamına müsamaha göstermiyorlardı, ırkçı ideoloji ve siyasetlerini hakim kılmak için soykırım dahil her türlü yol ve yönteme başvurmuşlardı. Birisi “yüce Alman ırkını” inşa edip bunun için her şeyi yaparken, öbürü “yüce Türk ırkı” için aynı dönemlerde iş başındaydı. Özellikle 1930’lara bakıldığında Mustafa Kemal’in isteğiyle başlatılan tarih ve dil çalışmaları ve bu kapsamda tüm medeniyetlerin ve hatta tüm insanlığın Türklerden türediğine dair ırkçı görüşler ile Hitler’in üstün Alman ırkına dair faaliyetleri örtüşüyordu. Mustafa Kemal, örneğin Zilan ve Dersim’de Kürtlere karşı soykırım gerçekleştirirken, ondan hemen sonra Hitler Yahudiler başta olmak üzere Alman olmayan herkese karşı soykırım yaptı. Bu arada Alman medyasında Dersim’de Kürtlere karşı kullanılan kimyasal gazların Hitler’den alındığı kaydedilmişti, ki Hitler Yahudileri gaz odalarında öldürmüştü. Burada da ortak özellikleri ortaya çıkıyor. 

Türk ırkçılığına dair nadir çalışmalardan birine imza atan Nazan Maksudyan (2005) ve başka pek çok kişi, çoğunlukla Türk ırkçılığının Alman ırkçılığından esinlendiğini kaydeder. Ancak bana göre, esasında tersini söylemek de pek ala doğru olacaktır. Örneğin zamanlamaya bakılırsa, Hitler’in ırkçı siyasetinin ve pratiklerinin hep Mustafa Kemal’in yaptıklarından sonraya denk geldiği görülecektir. Bu durumda, belki de her iki tarafın da, Hitler’in ifadesiyle, birbirlerine sempatiyle baktıklarını ve birbirlerine hayranlık duyduklarını söylemek yeterli olacaktır. 

Ayrıca bu sempatinin öncesi de vardı, 1930’larda ortaya çıkan bir durum da değildi. Nitekim Hitler buna da dikkat çekiyordu. Daha önce Osmanlı ordusunu modernize etmekle görevlendirilen Goltz Paşa’nın Türklere önerdiği siyasetten bahsetmiştim. Goltz Paşa, Osmanlı’nın yıkılmasından en yirmi sene önce imparatorluğun Anadolu’ya çekilmesi gerektiğini söylemişti, yeni kurulan Türkiye ile bu gerçekleşmişti. Aynı zamanda Goltz Paşa, bu yeni devletin “asker-millet” doktrini çerçevesinde inşa edilmesini önermişti ve bu da birebir hayata geçirildi. Örneğin Türk milliyetçiliği, Hitler’in Almanya’da yaptığı gibi ve üstelik daha Hitler ortada yokken, askerler tarafından ileri sürüldü, onlar tarafından hayata geçirilmeye çalışıldı ve bugüne kadar da korundu. “Her Türk Asker Doğar” ve “Askerlik Peygamber Ocağıdır” gibi sloganlarda ifadesini bulduğu gibi Türk milliyetçiliği tamamen militarist karakterdedir ve bu yüzden saldırgan, ırkçı ve yıkıcıdır. Zaten Hitler de böyleydi. 

Bununla birlikte Hitler ile Mustafa Kemal arasında önemli bir fark da vardı. Hitler ırkçı siyasetini Avrupa’nın dört bir yanına yaymaya kalkmış ve nihayetinde bunun bedelini ödemişti. Ama Mustafa Kemal, böyle yapmadı: Örneğin bütün medeniyetlerin ve insanların Türklerden türediğini iddia ediyordu, hatta bunun için kafataslarını bile ölçmüştü, ama kalkıp bunun için bütün dünyaya savaş da ilan etmiyordu. Bütün ırkçı retoriğine rağmen Mustafa Kemal sadece ve sadece egemenliği altındaki Kürdistan’da Türk ilan ettiği Kürtleri ezebildiği kadar ezdi. Ve Hitler’den ırkçılığın hesabını bir şekilde soranlar, Türkiye’nin jeopolitik konumunu iyi pazarlayan ve aynı zamanda yapıp edeceklerinin sınırlarını da iyi bilen Mustafa Kemal’i görmezden geldi, hatta onu destekledi. 

Podcast Yayını 

https://www.youtube.com/watch?v=caBa0zFA1g4 

Kaynakça

Belge, Murat (2011). Militarist Modernleşme. İstanbul: İletişim Yayınları

Beşikçi, İsmail (1986). Türk Tarih Tezi ve Kürt Sorunu. Stockholm: Dengê Komal

Beşikçi, İsmail (1992a). Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi. İstanbul: Yurt Kitap-Yayın

Bora, Tanıl (2017). Cereyanlar / Türkiye’de Siyasî İdeolojiler. İstanbul: İletişim Yayınları

Dündar, Fuat (2010). Modern Türkiye’nin Şifresi / İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918). İstanbul: İletişim Yayınları 

Fırat, Nuri (2024a). Mustafa Kemal’in Afet’i. https://www.youtube.com/watch?v=7-pb0P0PJqA 

Fırat, Nuri (2024b). Abdülhamid ve İttihatçıların Kürt Siyaseti. https://www.youtube.com/watch?v=UP3oI_aGKQY 

Maksudyan, Nazan (2005). Türklüğü Ölçmek / Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi / 1925-1939. İstanbul: Metis Yayınları

Özgiray, Ahmet (1998). Türkiye – Almanya İlişkileri (1923-1939). https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/58404 

İlginizi Çekebilir

Amed 8’inci Kitap Fuarı başladı
SOHR: Halep havaalanında kontrolü SDG ele aldı

Öne Çıkanlar