Nuri Fırat: İki İsyan ve ‘Azgın Kürdofoblar’

Yazarlar

“Mensubu bulunduğum Kürt milletinin muhtaç olduğu ilmî teşebbüsler şimdiye kadar erbâb-ı ced ve cehdin gayretlerine karşı pek çok maniler bulunuyordu. Bilhassa istibdat ve onu takip eden diğer istibdat gerçekleştiriyordu ve bu eğitim akabinde (Van) lise dönemlerinde ‘Kürt’ kelimesi kullananlara adeta asi nazarıyla bakılıyordu. Diğer milletlerin her türlü teşebbüsatına ve inkişâfına yardım edildiği halde bu biçare masumları ezmek, lisanlarını unutturmak, memleketlerinde eski ilmî müesseseleri bulunan medreseleri bile ‘mektep açacağız’ diye tahrip etmek ve maarif teşkilâtına gelince ‘bütçe müsaade değil’ demek velhâsıl her fırsat ve her suretle Kürtleri cahil olarak yetiştirmek adet olmuş idi. ‘Bizim de bir lisanımız, bir tarihimiz vardır’ diyenleri fesat çıkarıyor diye yanık veya hapis ve işkenceden hali kalmıyorlardı.” (Koç 2018:185-186)

Hakkârili Rahmi ya da bugün bilindiği adıyla Abdurrahim Rahmi Zapsu, 30 Ocak 1919 tarihli Kurdistan dergisinin birinci sayısında yayınlanan “Tazyîk-i İnkişaf” başlıklı yazısında bunları dile getiriyordu. Abdülhamid’in baskı rejimi sona ermiş, onun yerini İttihat Terakki Cemiyeti’nin (İTC) baskı rejimi almıştı; Hakkârili Rahmi de özellikle Kürt diline yönelik yasak ve baskı örnekleriyle olup bitenleri izah ediyordu. Ancak çok daha beteri vardı. 

Osmanlı İmparatorluğunun 1912’deki Balkan yenilgisinin ardından Enver ve Talat paşaların liderliğindeki İTC’li kadrolar 1913’te darbe yapmış ve muhalefetin tamamen etkisizleştiği bir İTC dönemi başlamıştı. Bazı araştırmacılara göre, İTC zaten bu Balkan yenilgisini savaştan önce kabullenmişti ve hatta ortaya çıkacak yenilgi üzerinden tüm ipleri ellerine alarak iktidarını sağlamlaştırmak gibi planlara bile sahipti (Bkz. Dündar 2002; 2010). En önemli plan, elde kalan topraklarda, Talat Paşa’nın ifadesiyle bir kale olan Anadolu’da daha güçlü savunulabilecek, Türkleştirilmiş ve kalıcılaştırılabilecek bir Türk devletinin korunması veya inşasıydı. Ancak hem bu darbeden önce hem de darbeden sonra İTC’nin bu Türkçü emellerini gerçekleştirebilmelerinin önündeki önemli engellerden biri Türk olmayan Müslüman Kürtlerdi. 

Önceki yazı ve podcastlerde aktardığım üzere Babanzâde İsmail Hakkı örneğinde olduğu gibi erken dönem Kürt milliyetçileri Osmanlılık fikri etrafında Müslüman Kürtlerle Müslüman Türklerin kader birliğine iman etmeye devam ederken, İTC iktidara geldikten kısa süre sonra başkent İstanbul’daki Kürt kurum ve yayınlarına yönelik baskılara başlamıştı (Bkz. Fırat 2023). İTC, İsmail Hakkı’nın da yazı yazdığı gazeteyi (ki iki ayda sadece 9 sayı yayın yapabilmişti) ve gazetenin bağlı olduğu Kürt Teavün Terakki Cemiyeti’ni 1909’da kapatmıştı. Yanı sıra Süreyya Bedirxan’ın yazdığına göre, 1910’da İstanbul’da kurulan Kürd Neşr-i Maarif Cemiyeti bir Kürt okul açmış ve daha sonra Kürdistan’ın her tarafında şubeler kurmayı amaçlamıştı. Ancak İTC’nin baskısıyla hem cemiyet hem de okul kapatılmıştı (Malmîsanij 2020:25; ayrıca bkz Dersimî 1986:26; Bajalan 2010:116). Naci Kutlay da 31 Mart Vakası olarak da bilinen 1909’daki olayların ardından İTC’nin yaptığı işlerden birinin de Türk olmayanların haklarında kısıtlamalara gitmek olduğuna dikkat çekiyor ve şunları aktarıyordu: “31 Mart Olayı’nın ardından, İstanbul’daki Kürt okulu, Kürt gazeteleri ve Kürt Klüpleri baskı gördüler ve kapatıldılar. [Bu nedenle] birçok Kürt yurtseveri yeniden ülke dışına kaçtılar.”

1909’da çıkarılan Cemiyetler Kanunu da, millet veya ırk adını taşıyan cemiyetlerin kurulmasını zorlaştırmıştı, tabi Türk ismi hariçti (Kutlay 1992:230, McDowall 2004:141). 1912’de Kürt Talebe Hêvî Cemiyeti kurulmuş ve cemiyetin Rojî Kurd adlı dergisi de bir yıl sonra yayına başlamıştı. Aynı yıl içinde bu dergi İTC hükümeti tarafından kapatılınca yerini Hetawî Kurd dergisi almıştı. Birinci Dünya Savaşı başlayınca cemiyetin ve derginin birçok kadrosu cepheye gönderilmiş ve böylece bu kurumlar da fiilen kapanmıştı (Bozarslan (ed.-ter.) 1985:112-113; ayrıca bkz Bajalan 2010). Ayrıyeten İTC’nin 1913’teki darbesi sonrasında “Osmanlı liberalizminin simge simalarından Prens Sabahattin ve Şerif Paşa sürgüne yollanmıştır.” (Bozarslan 2008:28)  Sadece bu isimler değil elbette, pek çok başka kişi de sürgün edilmişti, ki bunlar arasında bazı önemli erken dönem Kürt milliyetçileri de, örneğin Bedirxan Ailesine mensup pek çok isim de yer alıyordu. Bu arada Ocak 1913’teki Babı Ali darbesinin hedefi olan “liberallerin” oluşturduğu Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile ilişkileri bulunan Şerif Paşa, Osmanlı sonrası bölgenin yeniden siyasi dizaynında Kürtlerin de hak elde etmeleri için mücadele etmişti (Bajalan 2010:120). Sürgünden sonra da İTC’nin Şerif Paşa’ya yönelik çeşitli başarısız suikast girişimleri de söz konusu olmuştu (Kutlay 1992:237; Ayrıca bkz. Jwaideh 2014). 

Abdülhamid’in “istibdat rejimine” karşı kendisine destek vermiş ve umut bağlamış İstanbul’daki erken dönem Kürt milliyetçilerine bu tür muameleleri reva gören İTC, öbür yandan Kürdistan’da da boş durmuyordu. İki önemli vaka bu açıdan dikkate değerdir. 

Esasında İTC’nin iktidarı döneminde yerel ölçekli Kürt aşiretlerinin pek çok isyanından söz edilir. Bunların çoğunlukla ağırlaştırılan vergilere, askeri şartlara, kısıtlanan özerkliklerine ve hatta Halife Sultan Abdülhamit’in iktidardan indirilmesine gösterilen tepkilerden kaynaklandığı belirtilir (Bruinessen 2011; Jwaideh 2014). Bu isyanların dikkat çekenlerinden biri Barzan bölgesini kontrol eden Şeyh Abdusselam Barzani liderliğindekidir. 

Mesud Barzani’ye göre, Barzan Aşiretinin Osmanlı ile gerilimleri İTC’den önceye, Abdülhamid dönemine uzanır. Molla Mustafa Barzani’nin babası ve Mesud Barzani’nin dedesi olan, “zühd ve takvasıyla ünlü” ve Barzan tekkesini “komşu aşiretlerden mazlumların sığınağı” haline getiren Şeyh Muhammed, bu özelliklerinden dolayı Abdülhamid’e şikayet edilmiş ve bunun üzerine “Türkiye Kürdistanı’nda Bitlis kentine sürgün” edilmişti. Burada bir sene hapis yattıktan sonra Barzan’a geri dönen Şeyh Muhammed 1903’te vefat etmişti. Bunun üzerine yönetimi oğlu Şeyh Abdusselam devralmıştı (Barzani 2004:23). 

Mesud Barzani, Şeyh Abdusselam’ın “Osmanlı zulmünden kurtulmanın yollarını” aradığını aktarıyor. Bu nedenle Şeyh Abdusselam, Osmanlı’ya Kürt bölgelerinde Kürtçenin resmi dil olarak kabul edilmesi, eğitimin Kürtçe yapılması, Kürtçeyi iyi bilen memurların atanması, şeriata uygun kararların verilmesi ve yeni vergi sisteminin değiştirilmesini içeren beş maddelik bir talep listesini sunmuştu. Osmanlı’nın Şeyh Abdusselam’a yanıtı, üzerine ordu göndermek olunca 1907’de çatışmalar yaşanmış ve Şeyhin güçleri yenilmişti. Bu arada İTC, Osmanlı yönetimini II. Abdülhamid’den devraldıktan sonra gerilimler devam etmişti. Mesud Barzani’ye göre, Şeyh Abdusselam Barzani’nin söz konusu dönemde İstanbul’da faaliyet gösteren Kürt Teavün ve Terakki Cemineyi, Hêvi Cemiyeti ve Kürdistan Bağımsızlık Cemiyeti gibi Kürt örgütleri ve aynı şekilde dönemin öne çıkan Kürt liderlerinden Sımko Ağa, Şeyh Mahmud Berzenci, Seyid Abdülkadir Nehri ve Emin Ali Bedirxan ile de iyi ilişkileri vardı (2004:25). Ayrıca Şeyh Abdusselam’ın Rus Çarlığı ile de ilişkileri olduğunu yazan Mesud Barzani’nin aktardığına göre, Şeyh Çar’ın temsilcisi Garandük ile Tiflis’te görüşmüş, bu görüşmede İsmail Ağa Şikak (Simko Ağa), Patrik Mar Şamun Bünyamin ve Ermeni Antranik de bulunmuştu. Görüşmede “Rusya Kürdistan’ında ve Ermenistan’da federal bir devletin kurulması kararlaştırılmıştı. Çar bu devleti koruyacağını ve kurulmasına yardımcı olacağını vaat etmişti. Ancak olaylar aksine gelişti ve bu düşün gerçekleşmesine imkân vermedi. Şeyh Abdusselam şehit edildi. Derken Birinci dünya savaşı patlak verdi ve Ermeniler katledildi. Mar Şemun, Sımko tarafından öldürüldü. Bu da Rus projesinin suya düşmesine yol açtı.” (2005:365)

Mesud Barzani’nin “aksine gelişen olaylar” diyerek dikkat çektiği üzere, Osmanlı ile devam eden gerilimler neticesinde 1914’te yeniden çatışmalı duruma gelen Abdusselam Barzani ve korumaları tutuklanmıştı. İTC yönetimi dönemin Musul Mutasarrıfı Süleyman Nazif Paşa’nın eliyle göstermelik bir yargılamanın ardından Abdusselam Barzani ve korumalarını idam etmişti (Barzani 2004:27. Mesud Barzani, idam tarihleri tam olarak bilinmediği için Aralık 1914 ve Ocak 1915’i işaret ediyor.) 

Elbette manevi kişiliğinin yaşatılmaması ve Kürtler arasındaki etkisinin kırılması için İTC yönetiminin paşası Süleyman Nazif, Şeyh Abdusselam Barzani’nin mezar yerini gizlemişti ve hala da bilinmiyor. Bu da Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet Türkiye’sinin Şeyh Said, Seyyid Abdulkadir, Cibranlı Halit ve Seyyid Rıza’nın cenazelerine yaptığı muamelenin hangi akıldan beslendiğini göstermesi bakımından dikkate değerdir. 

Burada Süleyman Nazif’ten biraz bahsetmekte fayda var. Nazif’in özet portresiyle ile ilgili Kürt araştırmacı Malmîsanij’ın aktardıkları aydınlatıcı olduğu kadar ibretliktir de. Malmîsanij dönemin Kürt milliyetçilerinden Memduh Selim Bey’in 1930’lu yıllarda yazdığı bir mektuba yer verir. Memduh Selim Bey’e göre, Süleyman Nazif 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet’ten sonra “aniden ortaya çıkmış bir Kürt milliyetçisiydi ama vali olarak atandıktan sonra düşünce değiştirip azgın bir Kürdofoba dönüştü.” (Malmîsanij 2020:53)

Açıkçası Süleyman Nazif’i Kürt milliyetçisi olarak tanımlayabilmek için yeterli verilerin olduğu kuşkuludur. Ancak Kürtler hakkındaki birkaç “olumlu” yazısından sonra Süleyman Nazif’in Türkçülüğe hızlı bir dönüşünden söz etmek mümkündür. Örneğin Malmîsanij’in aktardığına göre, 1908-1909 yılları arasında Kürt Teavün ve Terakki gazetesinin birkaç sayısında çıkan yazılarında Osmanlı’nın Kürtlere karşı kötü yönetimini eleştirmişti. Hatta Nazif, Osmanlılar nazarında Kürtlerin vergi vermek ve askerlik yapmakla mükellef “bir sürüden başka bir şey” olmadığını yazmıştı.  Ancak iki üç yıl sonra bu kez de mesela dönemin “Kürt kökenli” Türkçülerinden Ziya Gökalp’i geride bırakacak biçimde, Kürtçenin Farsçanın “pek sevimsiz” bir taşra ağzı olduğunu, “Kürdçe diye bir lisânın bulunmadığını” ve dolayısıyla Kürtlerin, medeniyet namına “ilerlemek istiyorlarsa, ‘Lâzlar ve Çerkesler gibi’ Türkçe öğrenmek mecburiyetinde” olduklarını vaz ediyordu. 1920’lerin hemen başında ise Süleyman Nazif, Hz. İbrahim’den tutun da Hz. İsa’ya, Hz. Musa’ya ve elbette Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin Türk olduğunu ilan edecek denli Türkçüydü (Malmîsanij 2020:53-54). Ki bu tür savsatalar özellikle 1930’lu yıllarda popüler hale gelecekti, anlaşılacağı üzere Süleyman Nazif bunun ön hazırlıklarını yapmıştı. Yine bir rivayete göre, Süleyman Nazif, aynı dönemin simalarından Doktor Abdullah Cevdet “Onun babası Sait Paşa Kürt’tür” deyince, şu yanıtı vermişti: “Benim anam babam, yedi ceddim Türk’tür.” 

Bu “Kürt kökenli”, gözü kara Türkçü ve “azgın Kürdofob” Süleyman Nazif hakkında Musa Anter’in bir anısını da aktarmak isterim. 

Anter, Süleymaniyeli Baban Ailesinin bir diğer bilinen ismi olan Prof. Şükrü Baban ile uzun yıllara dayanan ilişkilerinden söz eder. Anter Baban’a o kadar yakın ki, artık yaşlı olan Baban’ın kendisine vekalet çıkardığını ve bu yüzden pek çok işini kendisi yaptığını aktarır. Bu işlerden biri de mezar taşıma olayıdır. Türkiye’nin İstiklal Marşı’nı yazan Mehmet Akif Ersoy’un mezarı 1960’da yapılan yol çalışması nedeniyle Edirnekapı Mezarlığı’ndan alınıp yeni yerine, Edirnekapı Şehitliğine taşınacaktı. Ancak bu işlem yapılırken iki kişinin daha mezarlarının taşınması gerekecekti. Bu iki kişiden biri gözü kara Türkçülüğüne rağmen 1927’de sefalet içinde ölen ve cenazesi bile ortada kalan Süleyman Nazif Paşa’dır, diğeri de Naim Baban’dır. İlginçliğe bakın, Mehmet Akif Ersoy aslen Arnavut’tur; Süleyman Nazif ve Naim Baban ise Kürt. Bu üçlünün tarihe geçmesini ve devlet nezdinde itibarlı olmasını sağlayan ise, Türk milliyetçiliğine ve dahi Türk-İslamcılığa yaptıkları katkılardır. Süleyman Nazif Abdusselam Barzani’yi idam edip mezar yerini gizleyen İTC’liydi; Naim Baban bugünkü siyasal İslam’ın ilk fikir babalarından kabul edilir ve Mehmet Akif Ersoy malum İstiklal şairi… Ersoy ölmeden önce mezarının bu ikisinin mezarlarının ortasında yapılmasını vasiyet etmiş ve vasiyeti yerine getirilmiş. Haliyle mezarlar taşınırken de üçü yine bir arada olacaktı. Taşınma işlemi için devlet ölenlerin vasilerini çağırır; Naim Baban’ın vasisi olan Şükrü Baban’ın yerine vekaleten Musa Anter gider, sonrasını kendisinden okuyalım: 

“Şükrü Baban adına vekaleten ben gittim. Naim Bey ve hanımı için iki kefen ve iki tabut yaptırdım. Mezarlığa götürdüm. Biraz sonra, işçiler ile belediye bandosu geldi. Mezarları açtık, kemikleri kefene koyduk, tabutlarına yerleştirdik. Süleyman Nazif’in de mezarı açılmıştı; kafası mezarın kenarında duruyordu. Kendisine nefretim olduğu için, oradan geçerken, heyecanlandım ve kasden olmasa da ayağımla kafa kemiğine dokundum. Dokunmamla tekrar mezara yuvarlandı. Ağzındaki altın dişleri dökülmüştü. İşçiler ceplerine koydular, ben de görmezden geldim. Sonra, bando ile tabutlar alındı; merasimle, tabii ben de ön safta, şehitlikte hazırlanan yere, M. Akif ortada ve diğerleri iki tarafında olmak üzere gömüldüler.” (1991:67)

Musa Anter’in Süleyman Nazif’le ilgili anısından sonra tekrar İTC zamanındaki Kürt isyanlarına dönecek olursam; öne çıkan bir diğer isyan da 1913’te Bitlis’te yaşanmıştı. Osmanlı’nın resmi iddialarına göre, isyan pek çok Kürt kentini kontrol eden Ruslar tarafından çıkarılmış ve böylece Ruslar güdümlü bir Kürt oluşumunu teşvik etmişti. Bunun aksine ise, İTC zamanındaki vergi sistemi, merkezileşmeye dair siyasetin daha fazla dayatılması, Abdurrezak Bedirxan gibi bazı Kürt milliyetçilerinin bağımsızlık yanlısı çabaları ve hatta 1912’de yapılan mebus seçimlerinde İTC’nin hile yapması gibi faktörlerin isyanın ortaya çıkmasında çok daha belirleyici olduğu belirtilir (Jwaideh 2014; Kutlay 1992; Bajalan 2010). İTC’nin tepkileri bastırmak için askeri güç yollaması üzerine çatışmalar yaşanmış ve nihayetinde Bitlis-Siirt yöresinin önde gelen pek çok ismi yakalanarak idam edilmişti. Mehmet Emin Bozarslan’ın döneme dair değerlendirmesi oldukça çarpıcıdır: 

“Kısa süre sonra, Abdülhamid’in diktatörlüğünün yerine Osmanlı İttihad ve Terakkî Partisi’nin zalim diktatörlüğü kuruldu. O parti diğer halklara da, Kürd halkına da kan kusturdu. O partinin başındaki üç paşa, yani Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa öylesine sert ve kanlı bir diktatörlük kurdular ki egemenlik altındaki ezilen halklar da, özgürlükçü Türklerin kendileri de Abdülhamid rejimini yedi kez özlediler. Abdülhamid, 33 yıl süren padişahlığı döneminde Kürdistan’da hiç kimseyi siyasal nedenlerden ötürü idam etmemişti. Ama Osmanlı İttihad ve Terakkî Partisi’in hükümeti, 1913 yılında yalnızca Bitlis kentinde üç gece art arda sehpalar kurdu ve 18 seçkin Kürdü idam etti.” (Bozarslan (ed.-ter.) 1991:82. Ayrıca bkz. Bozarslan (ed.-ter.) 1987.)

Ceberut İTC’nin Kürtlere yönelik siyaseti ve uygulamaları bunlarla sınırlı değildi. Bahsettiğim gibi özellikle 1912’deki Balkan yenilgisi sonrasında tamamen Anadolu’ya çekilmeye karar vermiş olan ve Anadolu’yu da Türk yurdu olarak yeniden kurgulamayı planlayan İTC’nin, Kürtlerle baş edebilmek için yapacağı çok daha esaslı bir şey vardı. Bu da Kürtlerin Türkleştirilmesi işiydi. 

İktidarlarını sağlamlaştırdıktan sonra bütün ipleri ellerine alan İttihatçıların üç meşhur soykırımcı paşasından görece daha “merhametli” olanı olan Cemal Paşa, anılarında önemli bir konuya dikkat çekmişti. Anılarında özellikle Ermeni Soykırımı sırasındaki rolünü aklamaya çalışırken bile olup bitenlerin esas sorumluluğunu katlettikleri Ermenilere yükleyen ve geride kalan Ermenileri de tehdit etmekten geri durmayan Cemal Paşa, liderlerinden olduğu İTC’nin yönetim anlayışına dair görüşlerini paylaşıyordu. 

Cemal Paşa, “1908 inkılabı” sırasında “İttihat ve Terakki gizli cemiyetinin iç siyaset programı”nın Kanun-i Esasi’ye dayandığını ve bu kanunun “temeli[nin] de, Osmanlı mülkünde ‘İdare-i camia-i Osmaniye’ ve ‘Tevsi-i mezuniyet’ esaslarının uygulanması” olduğunu kaydediyordu. Burada kastedilen ve ”yetki genişliği” ile tercüme edilen yönetim biçiminin merkezin bazı idari yetkilerini taşraya atadığı memurlara devretmesi anlamına geldiği belirtilebilir; herhangi bir özerk idari yapıdan söz edilemez, aksine merkeze bağlı ve merkezin siyasetinin atanmış memurlar veya idareciler marifetiyle inisiyatifli biçimde kullanılmasından söz edilebilir. İTC’nin bu yönetim anlayışına karşın Cemal Paşa, “Makedonya Bulgar Komitesiyle, …Makedonya Rum Komitesinin ve yine Makedonya Harp Komitesinin ve Arnavut, Ermeni, Arap ihtilal komitelerinin prensipleri[nin] [ise] ‘siyasi adem-i merkeziyet idaresi’ usulü” olduğunu belirtiyordu. “Siyasi adem-i merkeziyet” fikrini “bu değişik unsurların yaşadıkları mıntıkalara iç işlerinde özerklik vermek ve hepsini ‘Osmanlı İmparatorluğu’ ismi altında idareye çalışmak” şeklinde ifade eden Cemal Paşa, şayet Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasını bütün can ve gönülleriyle arzu eden ve bunun için bin türlü entrikalara kalkan dış düşmanlar olmasaydı, ‘İttihat ve Terakki’ Cemiyeti[nin] de … bu prensibi kabul etmekte bir dakika tereddüt” etmeyeceğini ileri sürüyordu. 

Anlaşılacağı üzere, Cemal Paşa bir yandan geleneksel “dış güçler” hikâyesiyle merkeziyetçi yönetim anlayışını meşrulaştırmaya çalışırken, devamında aslında esas niyetini gayet açık ortaya koyuyordu. “Kendi hesabıma her şeyden önce Osmanlı’yım, fakat ondan sonra Türk olduğumu hiç unutmam” diyerek bir tür Osmanlılık fikrini savunuyor gibi görünse de, Cemal Paşa, Türk’ün “Osmanlı İmparatorluğunun temel taşı olduğuna tamamıyla” inanıyordu veya ona göre, “esasen Osmanlı İmparatorluğu, Türk’tür.” Bu yüzden İTC’nin Osmanlı ile kastının açık biçimde Türk devleti veya yurdu olduğunu Cemal Paşa’nın şu sözlerinden de anlamak mümkündür: 

“…Türk’ün mübarek yurdu olan Anadolu’dan yükselen Türk sedası yine ‘Osmanlı İmparatorluğu’ şarkısını söylüyor. Türk’ün ufacık bir yuvası olan Batı Türkiye’nin necip evladı, Osmanlı namına canını dişine takarak devam ettirmeye çalışıyor. O halde Osmanlı topluluğunu güçlendirmek isteyenlere ihtar ederiz ki, onların en büyük görevleri Türk’ü yükseltmek, Türk’ü yaşatmak, Türk’ü çoğaltmaktır.” (2006:371-373-374)

Cemal Paşa örneğinde görüldüğü üzere Türklük İTC’nin temel siyasetiydi; bununla birlikte Osmanlılık da tedavülde tutulmaya devam ediliyordu. Bu ikiyüzlü siyaset; bir yandan “Türk yurdu” olarak tarif edilen elde kalmış topraklarda esas niyetin Türkçülüğün hâkim kılınmasını, öbür yandan ise Osmanlılıkla bu topraklarda var olan Türk olmayan Müslüman milletlerle baş edilmesini ifade ediyordu. Baş etmenin bir yolu Türk olmayan bu Müslüman milletlerin elde kalan toprakların korunması ve savunulması için seferber edilmesi iken, ikinci önemli yolu da bunların Türklük önünde engel olmaktan çıkarılmasıydı. Bu durumda muhtemelen en öne çıkan millet Kürtlerdi. 

1927’de kurulan ve Ağrı İsyanına öncülük eden Kürt Xoybûn Cemiyeti’nin 1930’da Kahire’de Doktor Bletch Chirguh adıyla yayınlanan ve aslında Süreyya Bedirxan tarafından yazıldığı kaydedilen broşüründe yer alan şu tespitler dikkat çekicidir: 

“Genç Türkler [Jön-Türkler] İran, Türkistan ve Azerbaycan yönünde genişleyerek Turancı bir imparatorluk yaratmak istiyorlardı. Fakat Ermeniler, Kürtler ve Persler onların bu yolunu kapatıyordu. Türkler Ermenileri yok etmeye, Kürtleri asimile etmeye ve emperyalist projelerindeki bu iki engel ortadan kalktıktan sonra, Perslere karşı koyabilme araçlarını incelemeye karar verdiler. İmparatorluğun Türk olmayan diğer ırklarına yer ayrılmamıştı fakat proje asimile edilebilenlerin asimilasyonunu, diğerlerinin ise yok edilmesini gerektiriyordu. Genç Türkler tarafından kurulan bu milliyetçi politik savununun çok fazla zamana veya tüm Türkler tarafından benimsenmesi için büyük zorluklarla ve zıtlıklarla mücadele edilmesine ihtiyacı yoktu. 

“Asimile etmek için Türklerin ilk sırada tuttukları millet Kürtlerdi. Bunun nedeni ise Kürtlerin, Türk egemenliği altına alındıktan sonra kör cehalete itilmiş, geneli Müslüman, büyük bir millet olmasıydı. Kürtlerin büyük bir bölümünün dini inancının Türklerle özdeş olması, Kürt kentlerinde büyük zorluklarla karşılaşmadan projelerini başarmaları konusunda Türklere çok umut vermişti.” (Chirguh 2009:46-47)

Xoybûn’un bu broşüründe Abdülhamid, İttihatçılar ve son olarak Mustafa Kemal tarafından her defasında Kürtlere karşı devreye konulan ve bence hala da devam ettirilen “din kardeşliği” siyasetine pek çok kere dikkat çekilirken; esas amacın, belirtildiği üzere, asimilasyon veya Kürtlerin Türklüğe ikame edilmesi olduğu açıktır. 

Nitekim soykırımcı üç paşadan biri olan “İttihatçıların tartışılmaz lideri Talat Paşa [da], “Vramian adlı bir Ermeni aydınına Kürtleri asimile etme projesinden bahsetmekteydi.” Fuat Dündar’ın aktardığına göre 1908-1912 döneminde Erzurum mebusu olan Armen Garo (Karekin Pastırmacıyan) Talat Paşa’ya şu yanıtı vermişti: 

“Neyle? Hangi kültür ile? Tarihinizi bilmiş olsaydınız bu saçma açıklamada bulunmazdınız. Topraklarımızda 500-600 seneden beri olduğunuzu unutmayınız ve sizden önce de birçok millet bu topraklardan geçti: Farslılar, Romalılar, Araplar, Bizanslılar. Eğer bunlar Kürtleri asimile edemediyseler, siz nasıl edeceksiniz?” (Dündar 2010:77)

Tarihsel bir hakikatin dile gelmesi gibi görünse de Ermeni vekilin bu sözlerinin söz konusu dönemde yaşanacakların pek de farkında olmamak gibi korkunç bir öngörüsüzlüğü barındırdığı da açıktır. Nihayetinde çok değil, birkaç yıl sonra Talat Paşa’nın liderliğindeki İTC Ermeni tehcirini ve soykırımını gerçekleştirecekti ve akabinde bir de Kürtleri tehcir etme planını devreye koyacaktı. Ancak daha da önemlisi Kürtlerin nasıl asimile edilebileceğine dair tartışmalar ve planlar zaten yapılmaktaydı. Haliyle Ermeni vekilin “Neyle?” sorusunun çok da önemi yoktu; siyasi bir planın olup olmamasının ve bunun nasıl hayata geçirileceğinin esasında önemi vardı. Burada Osmanlılık ve Türklük mevzusunda zaten yürütülmekte olan tartışmalar epey kritik sonuçlar üretecekti. 

Naci Kutlay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun anılarından hareketle, Cemal Paşa, Ziya Gökalp ve Bahattin Şakir arasında yaşanmış bir tartışmayı hatırlatır. Buna göre, Cemal Paşa her ne kadar din kardeşliği ile kamufle edilen ve fakat Türkçülük demek olduğu gayet açık olan Osmanlılık fikrini savunmuşsa da, bu Ziya Gökalp’i tatmin etmemişti. Bu yüzden Gökalp şöyle karşılık vermişti: 

“Osmanlı devleti suni bir müessesedir. Eğer Osmanlılık dilleri, ırkları kültürleri birbirinden ayrı bir sürü unsurları bir araya toplayıp bir birlik meydana getirmek ise bunun adına sadece, boş hayal diyeceğiz. Çünki, bu unsurların birleşmesi imkanı yoktur.” (Kutlay 1992:253)

Bir diğer önde gelen İttihatçı olan Bahattin Şakir’in “Hay Allah senden razı olsun! İşte bu gerçeği söylemek lazımdır” diyerek kendisini desteklediği Gökalp için aslında bu unsurların birleşmesinin bir imkânı vardı. Mevzu bahis İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kürt siyaseti olunca, her şeyden önce kendisi Kürt olduğu halde Türkçülüğün ideoloğu haline gelen Ziya Gökalp’in yapıp ettiklerine bakmadan geçmemek gerekir. Zira Gökalp ve İttihatçıların Kürt siyasetine dair en iyi çalışmalara imza atan isimlerden biri olan Fuat Dündar’ın yerinde tespitiyle, “Gökalpsiz bir İttihat ve Terakki, sadece Selanik Cemiyeti olarak kalacak ve Kürdistan da İttihatçılar için hep bir ‘terra incognita’ (bilinmeyen ülke), böylece Türkiye Cumhuriyeti’ne götüren Türk milliyetçilik modeli ortaya çıkmayacaktı.” (2010:422) Bu nedenle denebilir ki, Gökalp’in ön gördüğü, planladığı ve yönettiği siyaset, sadece İTC’nin değil, Mustafa Kemal’in de esas aldığı siyaset haline gelmişti. Dolayısıyla Talat Paşa’nın Kürtleri asimile etmekten söz ederken Ermeni vekilin “Neyle?” diyerek sorduğu sorunun yanıtını da Gökalp üzerinden bulmak mümkündür. Bu arada Memduh Selim Beg’in Süleyman Nazif için kullandığı ‘Azgın Kürdofob’ tabiri, bir rivayete göre Süleyman Nazif’in kuzeni olan Ziya Gökalp’e de epey uyuyor… Sonraki yazı ve podcastte bir “gayr-i müfid” olan Gökalp’in portresini aktaracağım… 

 

İlgili Podcast

İttihatçılar ve Kürtler: İki İsyan ve ‘Azgın Kürdofoblar’ https://www.youtube.com/watch?v=XCa3QH8cXc4 

Kürtlerin ‘Babanzâde İsmail Hakkı Yanılgısı’. https://www.youtube.com/watch?v=t2ejGy3KD-E

Kaynakça

Anter, Musa (1991). Hatıralarım (1. Cilt). İstanbul: Yön Yayıncılık

Bajalan, Djene Rhys (2010). Jön Kürtler / Birinci Dünya Savaşı’ndan Önce Kürt Hareketi (1898-1914). İstanbul: Avesta Yayınları

Barzani, Mesud (2004). Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi I. İstanbul: Doz Yayınları

Barzani, Mesud (2005). Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi II. İstanbul: Doz Yayınları

Bozarslan, Hamit (2008). Türkiye’nin Modern Tarihi. İstanbul: Avesta Yayınları

Bozarslan, M. Emin (ed.-ter.) (1985). Jîn / Kovara Kurdî-Tirkî / Kürdçe-Türkçe Dergi / 1918-1919. Cild 1. Uppsala: Weşanxana Deng

Bozarslan, M. Emin (ed.-ter.) (1987). Jîn / Kovara Kurdî-Tirkî / Kürdçe-Türkçe Dergi /1918-1919. Cild IV. Uppsala: Wexanxana Deng

Bozarslan, M. Emin (ed.-ter.) (1991). Kurdistan / Rojnama Kurdî Ya Pêşîn – İlk Kürd Gazetesi / 1898-1902. Uppsala: Weşanxana Deng

Bruinessen, Martin van (2011). Ağa, Şeyh, Devlet. İstanbul: İletişim Yayınları

Cemal Paşa (Yay. Haz. Alpay Kabacalı) (2006). Hatıralar / İttihat ve Terakki, I. Dünya Savaşı Anıları. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Chirguh, Dr. Bletch (2009). Kürt Sorunu – Kökeni ve Nedenleri. İstanbul: Avesta Yayınları

Dersimî, M. Nuri (1986). Hatıratım. Stockholm: Roja Nû Yayınları

Dündar, Fuat (2002). İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası (1913-1918). İstanbul: İletişim Yayınları

Dündar, Fuat (2010). Modern Türkiye’nin Şifresi / İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918). İstanbul: İletişim Yayınları

Fırat, Nuri (2023). Kürtlerin ‘Babanzade İsmail Hakkı Yanılgısı’. https://www.nupel.tv/nuri-firat-yuzyil-once-kurtlerin-ismail-hakki-yanilgisi-270054.html 

Jwaideh, Wadie (1999). Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi Kökenleri ve Gelişimi. İstanbul: İletişim Yayınları 

Koç, Yunus (2018). Osmanlının Son Döneminde Yayımlanan Kürtçe Dergilerde Kimlik ve Siyaset Tartışmaları (1900-1920). Doktora Tezi. T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı

Kutlay, Naci (1992). İttihat Terakki ve Kürtler. İstanbul: Beybûn Yayınları

Malmîsanij, M. (2020). 1925’ten Önce Ayrılma Taraftarı Kürt Örgütleri. İstanbul: Vate Yayınları

McDowall, David (2004). Modern Kürt Tarihi. İstanbul: Doruk Yayınları

 

İlginizi Çekebilir

İHD: 15ê Gulanê Cejna Zimanê Kurdî Pîroz Be! 
A. Halûk Ünal: Göçmen Mücadelesi Üzerine

Öne Çıkanlar