Nuri Fırat: İki Kürt Said ve Türk İslamcıların Riyakârlığı

Yazarlar

Tayyip Erdoğan 1 Şubat 2024’te şöyle demişti: 

“Yaklaşık bin yıldır Türkler İslam’ı, İslam da Türkleri muhafaza etmiş; Türkler İslam’ın, İslam da Türklerin kılıcı olmuştur. Tarih kitaplarına şöyle bir göz attığınızda karşınıza çıkacak hakikat şudur: Türk demek, aynı zamanda Müslüman demektir.”

Tayyip Erdoğan’ın bu sözleri, her şeyden önce Türk İslamcılarının milliyetçilikle olan ilişkilerini açık biçimde ortaya koyuyor. Kuşkusuz, bu ilişki İslam’ın yeniden kurgulanmasından ve bu haliyle, benimsenen güncel dünyevi davanın amaçları için siyasallaştırılmasından ibarettir. Ama bu hakikati ilk kez bu denli açık dile getiren Tayyip Erdoğan değildi, onun da içinden çıktığı ve bugün bir bakıma liderliğini yaptığı bir Türkçü-İslamcı gelenek var. Bu yazıda İslam’ı milliyetçi davaları ve siyasetleri için araçsallaştıran Türk İslamcılarının Kürt meselesine yaklaşımları hakkında genel bir çerçevede çizmeye çalışacağım… 

27 Mayıs darbesinin lideri Cemal Gürsel’in Türkçe ezanın yeniden getirilmesini hararetle savunduğu yıllarda, 1960’larda, Mehmet Tevfikoğlu adındaki bir zat, din ve millet birliği üzerinden “Doğulu kardeşlerine” hitaben “O, Türktür Kürt Değil” adlı bir kitap yayınlamıştı. Kürtlerin Türklüğüne dair bütün savsataların tekrarlandığı bu kitapta, ayrıca daha vurgulu olarak, Kürtlere Kürt “lakabının” verilmesinin Ermenilerin işi olduğu ileri sürülüyordu. Bunlarla birlikte kitabı ilginç kılan ise, son derece çiğ ve ajitatif bir vaaz üslubuyla kitabı yazmış olan Mehmet Tevfikoğlu adındaki zatın sadece Türklük değil, aynı zamanda İslam üzerinden “doğulu kardeşine” seslenmesidir. Muhtemelen bu yönüyle Kürtlerin Türklüğünü iddia eden nadir kitaplardan biridir. Ancak Kürde yapılan bu propaganda türü yeni değildir; daha sonra değineceğim üzere, İslam üzerinden kurgulanan kadim bir siyasetin çok daha vurgulu biçimde Türklükle özdeşleştirilerek sunulması söz konusudur. 

“Din ve Millet Nedir?” ara başlığı altında Tevfikoğlu, “Doğulu Kardeş”e şöyle sesleniyordu: 

“Şu dar dünyada 2 gözünüz, 2 kulağınız, 2 kolunuz, 2 bacağınız gibi, 2 şeref kaynağımız vardır. Bunlar dinimiz ve milletimizdir. … Dinimize de, milletimize de, kem gözle bakanın gözünü çıkarırız. … Kurnaz düşmanların er meydanında askerlerimizi yeneceklerine akılları kesmeyince başka bir melanet düşünmek adetleridir. Maksatları bizi parça parça yutmak, dinimizi de, cinsimizi de, yer yüzünden kaldırmaktır. Bu koca milletten bir parça koparıp almak için Türk ve Kürt diye ikilik icat etmişlerdir. 2 kol ve 2 bacağı birbirinden ayırarak İslâm dinini ve Türk milletini ölüme sürüklemek istiyorlar. Halbuki Kürt ile Türk tek bir cins, tek bir kan tek bir dindendirler. Ayrı ayrı iki millet değildirler. … Bugün biz, dün babalarımız, daha eski günlerde dedelerimiz ve 1000 lerce yıldan beri atalarımız, islamiyeti korumuşlar, Türk ve Kürt lâkaplı Türk elele verip din düşmanlarımızın gözlerini yıldırmışlardır.” (1964:8-9-10. Yazım ve imla hataları korunmuştur.)

Mehmet Tevfikoğlu’dan aktardığım bu alıntıda rahatlıkla görülebileceği üzere; Türklük ile İslam’ın özdeşleştirilmesi ve İslam’da Türklüğe öncü rolünün verilmesi, Kürtlerin bu çerçevede ve ayrıyeten tarihsel olarak Türk ilan edilmesi, Kürtlerin ayrı bir millet ve haliyle haklar sahibi olduğu iddiasının İslam ve Türk’e düşman olanların icadı olarak sunulması söz konusudur. Kürtlük çerçevesinde dile getirilen iddiaların “düşman dış güçlerin” işi olduğu savunulurken de, şu mantıktan hareket ediliyor: İslam’a düşmanlık Türk’e düşmanlık, Türk’e düşmanlık İslam’a düşmanlıktır! Nihayetinde bu sefil akla göre, Türk ve İslam bir bütündür ve Kürtler bu daireye dahil oldukları oranda kardeştir, aksi halde düşmandır veya düşmanın tuzağına düşmüş uşaktır! Bu arada bu zatın iddialarına baktığınızda, pekâlâ bugünün Cübbeli Hocalarını falan da görebilirsiniz… 

İkinci baskısını elde edebildiğim kitabın ilk yayımlandığı 1960’lı yıllarda ne derece propaganda etkisi yarattığını bilemiyorum; zira yazarı hakkında ne yazık ki bilgi elde edemedim. Ancak kitaptaki propaganda söyleminin veya iddiaların hiç de yeni olmadığını söylemek pekâlâ mümkündür. 

Öncelikle Türklerle Kürtlerin İslam kardeşliği veya ümmet çatısı altında ortak düşmanlara karşı seferber edilmesi düşüncesi, daha doğrusu propagandası yeni değildir. Örneğin 1800’lü yılların sonlarına doğru aynı zamanda halife sıfatını da taşıyan Osmanlı padişahı II. Abdülhamid’in bu propagandayı epey sistemli biçimde geliştirdiği ve bir siyaset olarak da yürürlüğe koyduğu biliniyor. Hakeza Abdülhamid’den sonra, onu tahtından indiren İttihat ve Terakki Cemiyeti de aynı siyasete epey başvurmuştu. İttihatçılarla birlikte çöken Osmanlı’nın enkazından yeni bir devlet kurmaya çalışan Mustafa Kemal de özellikle “Kurtuluş Savaşı” olarak ifade ettiği yıllar boyunca Kürtleri Türklerle birlikte harekete geçirmek için aynı siyasete başvurmaktan geri durmamıştı. Birbirini izleyen bu üç dönemde Kürtlerle Türklerin din kardeşliği propaganda edilirken, en belirgin ortak düşman olarak, Mehmet Tevfikoğlu’nun da bir kez daha dillendirdiği üzere “gavur Ermeniler” işlevsel kılınmıştı. (Konuyla ilgili bkz. Karpat 2004; Zürcher 2005; Bozarslan 2005a-2008; Dündar 2010; Hür 2012; Klein 2014; Somer 2016; Bora 2017)

Kürtlerle Türklerin din kardeşliği söyleminin, çoğunlukla Mehmet Tevfikoğlu’nun açıkça ileri sürdüğü gibi olmasa da, esasında her daim Türk ve İslam özdeşliğiyle yaratılmış olan üst kimliğe daveti içerdiği söylenebilir. Dolayısıyla Müslüman olan Kürtlerin Türkleşmesinin en pratik veya kolay yollarından biri olarak İslâm’ın keşfedildiği belirtilebilir. Nihayetinde İslâm’ın Türklük kimliğiyle veya Türklüğün İslâmcı kimlikle özdeşleştirildiği bir durumda, Müslüman Kürtler pekâlâ Türkleştirilebilirdi. 

Bu noktada Ziya Gökalp’i anmadan geçmemek gerekir. Osmanlı’nın son dönemlerinde “Üç Tarz-ı Siyaset” çerçevesinde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük kavramları üzerinden nihayetinde ırkî temelde Türklüğü öne çıkaran Yusuf Akçura’ya karşın, Ziya Gökalp (2018), “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” kavramları çerçevesinde bir Türklük tarifine girişmişti. Gökalp’in görüşüne göre, millet olabilmek adına Batının bilim ve tekniği gerekliydi, muasırlaşmaktan kastı buydu. Türklük ise ırkî olmaktan ziyade harsî (kültürel) bir formda inşa edilebilirdi, bu nedenle Gökalp’in Türklük tarifinde özellikle dil vurgusu öne çıkıyordu. Millet olarak Türklüğün inşasında İslâm da önemli bir yer tutuyordu. İslâm Ümmetçiliği ve İslâm Milliyetçiliği ayrımını özellikle yapan Gökalp, İslâm Milliyetçiliğini Türklüğün temel taşlarından biri kabul ediyordu. Gökalp, aynı dili konuşan insanların aynı vicdana, eğilimlere ve zihniyete sahip olacağına inanıyordu ve bu durumda Türklerin neredeyse tamamının mensubu olduğu İslamiyet ile sahip oldukları ortak dil, Türk milletinin teşkil edilmesinde temel taşlar olacaktı. 

AKP iktidarı sonrasında muhtemelen en popüler dönemlerinden birini yaşayan Türk-İslam sentezinin ilk fikrî alt yapısını oluşturan isimlerden olan Gökalp, Kürtlerle de epey ilgiliydi. Daha önceki yazı ve podcastlerde detaylı söz ettiğim için tekrarlamadan özetle belirtmek gerekirse, Gökalp, asimilasyon çerçevesinde Kürtlerin Türkleştirilebileceğini vaaz ediyordu (Bkz. Fırat 2024). Gökalp’e göre, bu durumu mümkün kılan en önemli unsur bizatihi İslam’dı ya da aynı dine mensubiyetti. Nitekim 1922’de yazdığı “Türkler’le Kürtler” başlıklı yazısında Gökalp, Türkler ile Kürtlerin diğer bütün milletlerden daha fazla benzerliklere sahip olduklarını (öyle ki “içleri birbirine benzediği gibi dışları da benzer”) ve “muazzez vatanımızı düşmandan, mukaddes dinimizi fesattan esirgemek için daima birlikte cihada atılmış iki dost millet” olduklarını vurguluyordu. Devamında Türkler ile Kürtlerin “bin senelik müşterek din, müşterek tarih, müşterek bir coğrafya neticesi olarak hem maddî, hem manevî bir surette” birleştiklerini ileri süren Gökalp, yazısını şu cümleyle noktalıyordu: “Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir, Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa Kürt değildir.” (1992:115-118)

Gökalp, Kürtlerle Türkleri tarihsel bir “sevgiyle” birbirine bağlarken, kuşkusuz iki ayrı milletin varlığından ve eşit haklara dayalı birlikteliğinden söz etmiyordu. Nihayetinde Gökalp, kendisi gibi tüm Kürtlerin asimilasyon yoluyla Türkleşebileceğine / Türkleştirilmesi gerektiğine inanıyordu. Türklük ülküsü etrafında yaratılacak olan bu birlik hali için, Gökalp’in bin senelik müştereklikle ifade ettiği İslâm temel araçlardan biriydi. 

Dikkat edilirse, Ziya Gökalp ortak dine mensubiyet çerçevesinde Kürtlerin Türkleştirilmesi gerektiğini ortaya koyarken, ondan yaklaşık 40 yıl sonra Mehmet Tevfikoğlu adlı zat ise Türklükle özdeşleştirdiği İslam dairesinde Kürtleri Türk ilan etmişti. Bu arada Cumhuriyet sonrasında, Gayri-Müslimlerden farklı olarak, Kürtlerin “müstakbel ve de makbul yurttaşlar” dairesinde Türklüğe dahil edilmek istenmesi de bu zihniyetin bir sonucuydu (Bkz. Yeğen 2006; Fırat 2023b). 

Bu noktada bir hususu ayrıca belirtmekte fayda vardır. Türk İslamcılığı ve milliyetçiliği ele alındığında çoğunlukla temel bir ayrımın yapıldığını kaydetmeliyim. Buna göre, bir kısım Türk İslamcısı ümmetçi iken, diğer bir kısmı ise Türkçü’dür ve çeşitli adlarla yıllar içinde faaliyet gösteren Türk İslamcıları esasında bu iki kategoride ifade edilebilir. Buradaki farkın Ziya Gökalp’in de işaret ettiği İslam Ümmetçiliği ve İslam Milliyetçiliği çerçevesinde ele alındığı ileri sürülebilir. Kabaca bu kategorizasyon çerçevesinde Gökalp, Tevfikoğlu ve bugünkü MHP’yi İslam Milliyetçiliğini benimseyen ve bunu Türklüğün harcı olarak esas alan gruba dahil etmek mümkündür. Öbür yandan 2002’den beri Türkiye’yi yöneten AKP’nin ve onun öncüsü olarak 1960’ların sonlarından beri siyaset sahnesinde olan Refah Partisi ya da Milli Görüş geleneğinin çoğunlukla İslam Ümmetçiliği kategorisine dahil edildiği görülür. Bu ikinci kategorideki Türk İslamcıların en genel haliyle kavmiyetçiliği, dolayısıyla milliyetçiliği reddettiği belirtilir. MHP ve türevleri için durum gayet açıkken, AKP ve öncüleri için gerçekten durum iddia edildiği gibi midir? Yani hakikaten evrensel bir iddia olarak ümmet çatısı altında mensubu oldukları Türk kimliği dahil tüm kavmiyetçi kimlik iddialarına karşı mıydılar? Doğrusu, Türkiye koşullarında bu sorunun yanıtı bulmanın gayet basit bir yolu var: Müslüman Kürtlere yaklaşım! Ümmetçi olduğu belirtilen Türk İslamcılarının Kürt meselesine yönelik tutumlarını anlamak için bazı örneklere bakalım… 

 

Şeyh Said İsyanı

Şeyh Said liderliğinde 1925’te Kürtlerin gerçekleştirdiği başkaldırı Türkiye Cumhuriyetini sarsan ilk ve en önemli tarihsel vakalardan biridir. Bu isyanın lideri, dinî kimliği de olan biriydi. Haliyle isyanın Kürtlerin hak ve özgürlüğüyle ilgili olduğu kadar dinî bir içeriğe ve görünüme sahip olduğu da kuşkusuzdur. Örneğin Kürt ve Türklerin din kardeşliğini sembolize eden hilafetin laik Cumhuriyet tarafından ortadan kaldırılmasının yarattığı huzursuzluktan söz etmek mümkündür. Dolayısıyla dinin bu milli isyanın gerekçelerinden ve daha da önemlisi Kürt milliyetçiliğinin seferber edilmesindeki en önemli araçlardan biri olduğu belirtilebilir. 

Bu hususlar, dindar bir liderin ve onun laik olmayan düşüncelerinin etki ettiği isyanın Kürt milliyetçiliğiyle ilgisi olmadığı anlamına gelmez. Aksine Hamit Bozarslan’ın ifade ettiği biçimiyle bu isyanla birlikte Kürt milliyetçiliğinin “iki damarı” bir araya gelmişti. Kemalistler gibi seküler ve Jakoben özellikler taşıyan ve görece marjinal olan birinci kesimin Osmanlı’nın yerine kurulan yeni devleti “reddetme neden[ler]i, kısaca onun bir devlet olmasından çok, bir Türk devleti olmasından –yani bir Kürt devleti olmamasından – ileri geliyordu.” “Geleneksel” Kürt seçkinlerinin temsil ettiği ve toplum nezdinde daha etkili nüfuz sahibi olan ikinci kesim ise, Bozarslan’a göre, devletin “Türk”lüğünden ziyade, yeni vasıflarıyla ilgiliydi. Yeni laik Türk devletinin “İslam karşıtı” uygulamaları, “Kürtlerin geleneksel liderlerinin zihninde”, Kürtlüğün ve İslam’ın bu kez başka koşullar altında özdeşleştirilmesine yol açmış ve bu özdeşlik, “Türklerle din kardeşi olmayı değil, Türk karşıtı olma ve Kürt milliyetçiliğini savunma anlamlarını kazanmıştı.” (2005a:219-227; Ayrıca bkz. Aydınkaya 2024) Haliyle “Türk” ve “gâvur” bir rejime karşı mutabık kalan Kürt milliyetçiliğinin iki damarının ortak başkaldırısından söz edilebilir. 

Nihayetinde seküler ve dindar Kürt milliyetçilerini bir araya getiren bu başkaldırı kısa süre sonra kanlı biçimde bastırıldı ve epey trajik sonuçlar da ortaya çıktı. Burada bu hususlara değinmekten ziyade, Türk İslamcılarının olup bitenlere nasıl yaklaştığına dikkat çekmek isterim. 

Türkiye’nin geçmişten bugüne resmî söylemi ve siyaseti, Şeyh Said İsyanının irticaî ve gerici bir isyan olduğuna dairdir. Buna göre, isyanın Kürtlerin hak ve özgürlüğüyle ilgili olan millî vasfı özellikle manipüle edilirken veya görünmez kılınırken, öbür yandan laik ve ilerici olduğu savunulan Cumhuriyete karşı gericiliğin ve irticanın ifadesi olarak isyanın dinî niteliği özellikle ön plana çıkarılıyor ve propaganda ediliyor (Örneğin bkz. Mumcu 1993). 

Mustafa Kemal öncülüğünde kurulan laik Cumhuriyetin gericilikle itham ettiği dindar kesimler sadece Kürtlerle sınırlı değildi ve Türk İslamcılarının da bu yeni ceberut laik devletin uygulamalarından epey canlarının yandığı doğrudur. Bu durumda, Şeyh Said ve onun yolunda giden Müslüman Kürtlerin ve İslam’ı referans kabul eden Müslüman Türklerin dindarlık ortak paydası nedeniyle laik Cumhuriyetin zulmünden benzer acıları tecrübe ettikleri belirtilebilir. (Kürtlerin millî kimlikleri nedeniyle ekstra ve daha özel olarak bu zulme maruz kaldıklarını akılda tutarak bunu söylüyorum.) Haliyle “dindarlık” ortak paydasında zulme maruz kalmış bu iki kesimin “ortak düşmana” karşı ortak hareket etmeleri de beklenebilirdi. Ancak Türk İslamcılarının Şeyh Said İsyanına yaklaşımına bakıldığında, ortaya çıkan sonucun böyle olmadığı görülecektir. 

Türk İslamcılarının veya bunları temsilen herhangi bir organizasyonun Şeyh Said İsyanına destek verdiğine dair bir bulguyu ortaya koymak neredeyse imkânsızdır. Uğur Mumcu gibi devletin propaganda söylemlerini sorgusuz sualsiz doğru kabul eden bazı Kemalist yazarların ileri sürdüğü bazı iddialar var, örneğin hilafeti isteyen Osmanlı hanedanından bir prensin bu isyanla ilişkilendirilmesi gibi… Ancak bu iddiayı ortaya atanlar için propaganda söylemi yeterli ve objektif kanıt göstermek pek gerekli olmuyor; devlet demişse doğrudur onlar için! Öbür yandan bütün bu propagandaya karşın örneğin isyancı Müslüman Kürtler Elazığ’a ulaştıklarında karşılarında sadece devletin güçlerini değil, aynı zamanda devlet güçleriyle işbirliği yapmış dindar Türkleri de bulmuşlardı. 

Bu durumda denebilir ki, ağırlıklı olarak Türk İslamcıları Şeyh Said İsyanına baktıklarında, laik Kemalist Cumhuriyetin yaptığı manipülasyonun bir başka türevi olarak sadece Kürtlüğü görüyorlardı, İslamî unsurları görmezden geliyorlardı. Ya da 1990’lardan sonra zaman zaman bazı İslamcı yayınlarda karşımıza çıktığı gibi, Şeyh Said İsyanının Kürtlüğünü tamamen gizleyip sadece kıyam başlığı altında dincileştirip kendilerine yonttukları da oluyordu, ki bunu zaman zaman bazı Kürt dinci çevreleri de yapıyor. Dolayısıyla Türk İslamcılarının bu isyan dolayısıyla Kürtlerle din kardeşliği çerçevesinde bir araya gelmeyi değil, Türklük çerçevesinde gerek sessiz kalarak gerek pasif tutum alarak gerekse de aktif destek vererek laik devletle işbirliğini tercih ettikleri söylenebilir. 

Türk İslamcıları, sadece isyan sırasında bu tür bir tutumun sahibi değillerdi; sessiz kaldıkları uzun yılların ardından, az da olsa bir kısmı Şeyh Said ve isyanına el atmaya başlamıştı ve fakat bunların da isyanın Kürt niteliğiyle mesafeli bir anlatıyı tercih ettikleri görülüyor. 

Ruşen Çakır’a göre, Türkiye’deki İslamcı oluşumlar on yıllar boyunca Şeyh Said İsyanını görmezden gelmişti. Çakır, Laik Cumhuriyet’e ve Kemalizm’e karşı olan bazı radikal İslamcı çevrelerin çıkardığını belirttiği Girişim dergisinin ise “1989 Ağustos tarihli 47. sayısında, 64. yıldönümü münasebetiyle Güneydoğu’daki Şeyh Said ayaklanmasını kapak konusu” yaptığına ve bunun “İslami cephede şok etkisi” yarattığına dikkat çeker. Buna rağmen bu zamana kadar çoğunlukla Kürt meselesine karşı sessiz kalmayı tercih eden İslamcı oluşumların tutumlarında pek bir değişiklik de olmamıştı. Kürtlerle ilgili zaman zaman yaptığı yayınlar dolayısıyla bazı Türk İslamcı kesimler tarafından Kürtçülükle de itham edilen Girişim dergisinin Şeyh Said anlatısı ise Kürt milliyetçilerinin anlatısından tamamen farklıydı. Dergiye göre, “kıyam” olarak değerlendirdiği isyan “milliyetçi değil İslamcı” idi (Çakır 1990:148). Bu varsayım, her ne kadar zıt kutupta bulunuyorsa da, devletin Kürt kimliğini görünmez kılarak sadece isyanın dinî niteliğini öne çıkaran görüşüyle aynıdır. 

Bu derginin bir özelliği de Mehmet Metiner gibi bazı “Kürt kökenli” İslamcılar tarafından çıkarılıyor olmasıdır, ki bu yüzden Kürtçülük ithamına maruz kalmışlardı. Ve bu “Kürt kökenli” İslamcılar, Şeyh Said’i Kürt kimliğinden soyutlayarak İslamî anlatıya monte etmeye çalışmalarına rağmen Türk İslamcı cenahta aforoz edilmişlerdi. 

Girişim dergisinin önde gelen “Kürt Kökenli” isimlerinin, örneğin Mehmet Metiner’in daha sonra ana-akım Türk İslamcı hareketlere eklemlendiğini görüyoruz ve son yıllara bakıldığında pek çok Türk İslamcısının da, ille de söz etmeleri gerektiği zamanlarda, Şeyh Said’i Kürt kimliğini dillendirmeden veya önemsizleştirerek sadece dinî kimliğiyle görmeye başladığı söylenebilir. 

 

Said-i Nursi – Nurcular

Girişim dergisiyle aynı yılda, 1989’da bazı Kürt İslamcılarının da önemli bir girişimi söz konusu olmuştu ve onlar, yayınladıkları dergi ile ana-akım Türk İslamcılarıyla yollarını ayırmıştı. 

Nisan-Mayıs 1989’da Dava isimli bir dergi yayın hayatına başladı. Dergiyi çıkaranlar, Said-i Nursi’nin yolunda gidenlerdi ve Nursi’nin bir zamanlar Van’da kurmayı hayal ettiği Medresetü’z Zehra isminden ilhamla bunlara Med-Zehra grubu deniyordu. Konuyla ilgili önemli bir araştırmaya imza atan Fulya Atacan (2020), Türkiye’deki ana-akım Nurcu hareketten ayrılan bu grubu “yalnızca Türkiye’deki önemli bir Nurcu hareketi değil, aynı zamanda önemli bir Kürt İslamcı hareketin temsilcisi” olarak niteler. 

Med-Zehra’nın Dava dergisiyle başlayan yolculuğu, Fulya Atacan’ın tespitlerine bakılırsa, tam da Kürtlere dair hassasiyetle ilgilidir. Atacan, şöyle yazıyor: 

“Dava dergisi, Med-Zehra’nın ikili Kürt ve İslam kimliklerine vurgu yapmaktadır. Med-Zehra, Nurcu hareketinin kurucusu olarak tanınan Nursi’nin Kürt kökenini göz ardı ettiği –ve hatta inkâr ettiği- için ana akım Nurcu hareketini keskin bir şekilde eleştirmiştir. Med-Zehra, diğer pek çok şeyin yanı sıra, Nursi’nin Kürt bakış açısını kapsayan, sansürlenmemiş çalışmalarını yayınlayarak dengeyi sağlamaya çalışmıştır.” 

Nurcular, yolunda gittiklerini belirttikleri Said-i Nursi’nin 1960’da ölmesinin ardından, hatta Fulya Atacan’ın aktardığına göre, daha cenazesi ortadayken fikir ayrılıkları yaşamaya başlamış ve nihayetinde farklı Nurcu grupları ortaya çıkmıştı, bugün de bunlardan pek çokları var ve epey de etkilidirler. Ancak Kürt Nurcuların Türk Nurcularından ayrılmasının esas nedeni, biraz önce de aktardığım üzere Said-i Nursi’nin Kürt kimliği ve onun Kürtlerle ilgili görüşleriydi. 

Fulya Atacan, iki konuda bu ihtilafın yaşandığını aktarır. Birincisi, “Med-Zehra [grubu], bazı Nurcu grupların [Said-i Nursi’nin öğretilerini, İslam anlayışını içeren] Risale-i Nur’un metnindeki ‘Kürd’ ve ‘Kürdistan’ gibi kelimeleri ‘köylü’, ‘doğulular’, ‘aşiret’ gibi kelimelerle değiştirdiğini vurgulamaktadır. Med-Zehra ayrıca, orijinal metinde yer alan ve çoğunluğu Türkiye’nin siyasi rejimine ilişkin olan bazı paragrafların [da] çıkarıldığını ileri sürmektedir.” (Bu konuyla ilgili ayrıca bkz. Malbat 2014;2023)

Atacan’ın aktardığına göre, “Med-Zehra ile diğer Nurcu gruplar arasında anlaşmazlığa sebep olan bir diğer konu ise, mehdiyet konusudur.” “Mehdi genellikle, Peygamber’in soyundan gelmiş ya da Allah tarafından ‘mukadder bir lider’ olarak Allah’ın hükmünü egemen kılmak ve dünyada adaleti tesis etmek amacıyla gönderilmiş bir kişi olarak kabul edilmektedir.” İşte bu noktada Nursi’nin Kürt kimliği sorun olmaya başlıyor. Özetle, Türk İslamcıları Kürt olan birini “mehdilik” makamına uygun görmüyorlardı. Bunu kabul ettiklerinde ise, bu kez Nursi’nin Kürt kimliğini ya görmezden gelmişler ya da onun Arap veya Türk olduğunu ileri sürmüşler. “Mehdiyet’i kişisel bir dava olarak değil, bir toplumsal dava ve bir süreç olarak kabul etmiş” olan Med-Zehracılar ise, Nursi’nin peygamber soyundan gelmediğinden ve olup bitenlerin Nursi’nin etnik kimliğiyle ilgili olduğundan emindirler. Bu da, Türk Nurcularıyla yollarını ayırmalarının bir diğer önemli nedeniydi zaten. 

Kürt Nurcular, anlaşıldığı üzere, bir yandan Said-i Nursi’nin onun yolundan gittiklerini ileri süren Türk İslamcılarının nasıl gadrına uğradığını deşifre ederlerken, öbür yandan da onun Kürt kimliğinin yeniden keşfiyle karşı bir “Kürt İslam’ı” yorumunu geliştiriyorlar. Bu husus da epey tartışmalı olagelmiştir. Bugün pek çok Kürt Nurcusuna göre, Said-i Nursi’nin İslam davasına olduğu kadar Kürt davasına da görmezden gelinmemesi gereken hizmetleri olmuştur. En önemli argümanları ise, Nursi’nin Şeyh Said İsyanı sırasındaki tutumu oluyor. Bugün açık kaynaklara bakıldığında, Şeyh Said’in torunları da dahil olmak üzere, pek çok Kürt Nurcusunun Nursi’nin Şeyh Said ile ilişkileri olduğunu, hatta isyanın hazırlık aşamalarında birlikte hareket ettiklerini ve fakat isyanın plansızca patlak vermesi nedeniyle dahlinin gerçekleşemediğini, buna rağmen isyan gerekçesiyle sürgüne yollandığını ve yıllarca Cumhuriyetin zulmüne maruz kaldığını söyledikleri görülebiliyor. Bazı Kürt milliyetçileri için ise bu argümanların tatminkâr olmadığını eklemek lazım. 

Bununla birlikte, Said-i Nursi hakkında son yıllardaki nadir yetkin çalışmalardan birine imza atan Fırat Aydınkaya’nın (2022) dikkat çektiği bir mevzuya kısaca değinmekte fayda görüyorum. Aydınkaya, Mevlana Halid ve Said-i Nursi gibi Kürt olan isimlerin Osmanlı’nın son zamanlarından itibaren politik İslamcı görüşlerin veya Nakşibendi, Nurcu gibi İslamcı oluşumların şekillenip bugünlere kadar ulaşmasında öncü rollere sahip olduklarını kaydeder. Fakat Aydınkaya, bu isimlerin Kürt olmalarına rağmen inşa ettikleri İslam’ın Kürt İslam’ı değil, Türk İslam’ı olduğunu belirtir. Bu noktada Aydınkaya’nın “genelde Kürt İslamı, özelde Bediüzzaman [Said-i Nursi] için Türk kimliğinin veya Türklüğün nasıl bir anlamı vardı? Türk kimliği, Bediüzzaman ve Kürt İslamı için ne ifade ediyordu?” sorularına verdiği yanıt dikkate değerdir. Şöyle yazıyor: 

“Bediüzzaman için Türk unsuru ne ifade ediyordu? Yazdıklarına bakılırsa Bediüzzamanın Türk unsuruna yaklaşımı aslında pek tartışma götürmez cinstendi. Maide süresinde geçen ‘sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler’ şeklindeki ayeti tefsir ederken işaret parmağının gösterdiği topluluk Türklerdi. Başka bir yerde ise ona bakılırsa ‘hamiyeti diniye ve İslamiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamen mezc olmuştu’. Bu türden yorumlar pek de tevil edilecek cinsten değil ve açık konuşmak gerekirse onun için (Müslüman) Türk demek, görüldüğü üzere ümmeti sevk ve idare eden beyin demekti. Ümmeti bir vücut olarak tasvir edersek, onun indinde Türk demek, bir vücudun beynini içinde taşıyan ‘baş’ demekti. Onun neden bu tarz bir millet hiyerarşisine başvurduğu izaha muhtaç bir konu. Zira millet hiyerarşisinin peşinden gelen şey, kendisi bunu murat etmese bile bir ırk hiyerarşisidir. Üstelik Maide süresini delil göstermek suretiyle, Türk unsuruna seçilmiş millet olma vasfı yüklemek, tarihten bugüne Türk Müslümanlarının dahi aklına gelmeyen bir kurucu ilkeydi. Ayet tescilli seçilmiş millet mitolojisi kadar, Osmanlı ordusuna evliya ordusu muamelesi çekmek, hamallara söylevlerde Türklerin peder olarak tasvir edilmesi benzeri kutsiyet kompartımanlarını, söylendiği dönem bağlamında düşünsek dahi bile ciddi sorundur. Üstelik kurucu pederin, Kürtlere yapıp ettiklerine bizzat şahit olduğu halde bu türden yorumlar yapması daha da ilginçti.

Fakat şu da var ki onun mefkuresinde Türk kimliği kendiliğinden kıymetli değildi. Müslüman olması şartıyla Türk unsuru peder kabul edilebilirdi. İslamdan uzaklaşan Türk unsurundan, o da uzaklaşıyordu.”

Aydınkaya’nın yazdıkları böyle ve konuyu burada keseyim. İleriki zamanlarda ayrıyeten Said-i Nursi’nin İslam ve Kürt davalarına dair hikâyesi hakkında bir podcast ve yazı planlıyorum. (Bu ihtilaflı mevzular ve daha fazlası için bkz. Aydınkaya 2020 – 2022; Malbat 2014 – 2023 – 2024; Atacan 2020; Beşikçi 2020 – 2021; Zinar 2022)

 

İslamcı Basın ve Kürt Meselesi

Türk İslamcılarının Kürtlere bakışı hakkındaki bir diğer örnekle devam edeyim. Türkiye’deki İslamcı basının Kürt meselesini nasıl ele aldığına dair yapılan bir araştırma var ve araştırma, yakın oldukları İslamcı cenahın tutumuna paralel olarak, bu basında ya sessizliğin ya ilgisizliğin ya da olumsuz yargıların epey fazla olduğunu ortaya koymuştu. 

En önemlisi de, İslamcı ya da muhafazakâr basında, elbette propagandasını yaptıkları İslamcı oluşumların siyasetleri çerçevesinde sıklıkla dillendirilen bir husus var ve sözünü ettiğim araştırma bunun da bir şehir efsanesinden ibaret olduğunu ortaya koyuyor. İddia edilen hususu şöyle özetlemek mümkündür: 

Bugün örneğin Türkiye’de var olan Kürt meselesi, bizatihi Kemalist Cumhuriyetin laiklikle inşa ettiği ulusçuluktan kaynaklanıyor. Oysa İslamî bir yaklaşım veya iktidar olsaydı, böyle bir durum söz konusu olamazdı. Zira İslam, kavmiyetçiliğe kesinlikle kapıları kapatır ve bu durumda Kürtlerin varlığının inkâr edilmesi ya da haklarının reddedilmesi söz konusu olamazdı. 

AKP yanlısı basında özellikle 2015 öncesinde sıklıkla karşılaşabileceğiniz bu iddiaların ne derece doğru olduğu kuşkusuz tartışmalıdır ve benim fikrime göre oldukça sorunludur. Bunu başka yazı ve yayınlarda detaylı anlatmıştım, bu yüzden burada detaylara girmeyeceğim (Bkz Fırat 2021b; 2023a; 2023b). Bununla birlikte sözünü ettiğim araştırma zaten bu propagandayı yapanların aslında dürüst davranmadıklarını veya tamamen zıt bir yerde durduklarını ortaya koyuyor. Ayrıca Şeyh Said ve Said-i Nursi hakkında aktardığım hususları açıklayan bir çerçeve de sunuyor. 

Murat Somer, Türkiye’deki “laik” ve “dindar” basının 1996-2004 aralığında Kürt meselesini ve bununla ilgili kavramları nasıl işlediğine ilişkin karşılaştırmalı bir analiz yapıyor. Bunun için sözü edilen dönem aralığında 4 bin 850 gazete nüshasından 42 bin 463 yazının incelendiğini aktaran Somer, diğer bütün ilginç sonuçlar bir yana, örneğin “dindar” Türklerin yayın organları olan Yeni Şafak, Milli Gazete ve Zaman’da Kürtlere yapılan referansların Cumhuriyet ve Milliyet gibi “laik” gazetelere oranla az olduğunu belirleyerek, şu tespiti yapıyor: 

“Eğer daha İslami bir milli kimlik anlayışı dindar elitler için etnik sorunlara yaklaşımda bir avantaj sağlıyor olsaydı o zaman Kürtlere yapılan referansların dindar gazetelerde daha fazla yapılması (hem Kürtlerden Kürt olarak bahsedilmesi hem de Kürtlerin sorunlarının tartışılması anlamında) hem de Kürtlere dair yargıların İslami gazetelerde daha müspet olması gerekirdi. Oysa laik gazetelerde Kürtlere referans (gazete başına 325) dindar gazetelerin (gazete başına 125) iki buçuk katına yakındı. Yani bahsettiğimiz etnik farklılıklara açık olmak iddiasıyla çelişir biçimde, Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olan Kürt meselesi, İslami basında Kürtlere referans yapılarak daha az tartışılmıştı.” (2016:316)

Somer’in Türk İslamcı cenahın Kürt meselesine yaklaşımı hakkındaki önemli bulguları ve tespitleri böyleyken, bu cenahın tutumunu test etmek açısından bir diğer önemli örnek ise Halepçe Katliamıdır. 

 

Halepçe Katliamı – İslam İşbirliği Teşkilatı

1987-88 yılları arasında gerçekleştirilen ve en az 182 bin Kürdün katledildiği Enfal Soykırım Harekatının en önemli aşamalarından biri de 5 binden fazla insanın kimyasal gazlarla aynı anda öldürüldüğü 16 Mart 1988’deki Halepçe Katliamıdır (Bkz. Middle East Watch 2003). Bu katliam, hem genel olarak İslam dünyasının hem de Türkiye’deki İslamcıların Müslüman Kürtlere yönelik ikiyüzlülüklerini ve gerçek kimliklerini ortaya çıkarması bakımından bir turnusol kâğıdı işlevi gördü, görmeye devam ediyor (Bkz. Fırat 2021a). Bu açıdan bazı bulgular dikkat çekicidir. 

Saddam Hüseyin 16 Mart 1988’de Halepçe’de katliam yaparken İslâm İşbirliği Teşkilatı (İİT – o zamanki adıyla İslam Konferansı Örgütü), iki gün sonra Kuveyt’te toplandı ve 53 İslam ülkesinin temsil edildiği toplantıya Türkiye adına 12 Eylül Darbesi’nin baş generali Kenan Evren (Cumhurbaşkanı sıfatıyla) katılmıştı. Avrupa ülkelerinden Saddam’a gönderilen kimyasal silahların rotasının Türkiye olduğunu (Mersin limanı üzerinden sevk edildiğini) ise bizatihi “Türkiye Türklerindir” diyen Hürriyet gazetesi 17 Nisan 1988’de yazmıştı. Haliyle, Evren’in Türkiye’sinin ağırlığını hissettirdiği İTT toplantısından sonra yayımlanan bildiride, Bulgaristan’da Türklerin isimlerinin Bulgar isimleriyle değiştirilmesi ve Yunanistan’ın Batı Trakya’da Türk çocuklarının anadilleriyle eğitimini engellemesi kınanmıştı. Ve elbette bildiride, katliam yapan Saddam Hüseyin için hiçbir şey denilmemişti; sonuçta Irak teşkilatın üyesiydi ve Müslüman Kürtleri temsilen bir devletleri de yoktu (Beşikçi 2015a:310).

Evren’in katıldığı toplantının bildirisinde doğal olarak, Türkiye’deki Kürtlerin yaşadığı zulme ya da Türkiye’de Kürtçe isimlerin yasak olmasına veya Kürt çocuklarının Kürtçe eğitim alamamalarına da hiç değinilmemişti. İİT ve etkin üyelerinden Türkiye’nin Kürtlere yönelik çifte standartlı tutumu 2017’de de ortaya çıktı. İİT, 13 Aralık 2017’de Türkiye’nin ev sahipliğinde Müslüman Filistin için toplanmıştı. İsrail zulmü bir kez daha sert ifadelerle kınanıp eleştirildikten sonra Filistin’in davası devlet hakkı talebiyle sahiplenilmişti. Oysa aynı dönemlerde Kürtler Irak’ta bağımsızlık referandumuna gittikleri için, mazlum Filistin dahil, hiçbir Müslüman devletin desteğini alamamış; aksine Irak, İran ve en çok da Türkiye’nin sert tepkisiyle karşılaşmışlardı. Erdoğan, 25 Eylül 2017’de ise, Barzani’nin liderliğindeki Irak Kürdistan Bölgesinde referandumun yapıldığı gün, petrol vanasını kapatmak ve Kürtleri aç bırakmakla tehdit etmişti. Nitekim Kürtlere yönelik askerî gözdağı verildiği gibi, sıkı bir ekonomik ambargo da uygulanmıştı. 

Halepçe Katliamına dair bir hususa daha değinmek isterim. 

Halepçe Katliamı Irak ve bazı devletlerce resmen soykırım olarak kabul edilirken, Türkiye’nin de Mecliste bu yönde bir karar alması için yıllardan beri HDP’liler (bugünkü DEM Partililer) tarafından önergeler veriliyor. Ancak AKP yetkililerine göre, (örneğin AKP’li Bülent Turan’ın 27 Mart 2018’de savunduğu şekliyle), “Parlamentolar tarih yazamaz”, “Tarihî olayları Mecliste soykırım çerçevesine sıkıştırmanın siyasi mülahazaların konusu olması doğru değil.” Oysa “Müslüman” Boşnaklara yönelik Srebrenitsa Soykırımı resmen tanınmıştı. Bu arada sadece Mecliste soykırımın siyasi mülahazaların konusu yapılması engellenmemişti; dönem dönem Kürdün ağzına bir parmak bal çalmak maksadıyla dillendirilen retoriğin aksine, hukuken de Kürt soykırımının mülahazası yasak çerçevesine alınmıştı. Örneğin Middle East Watch’un “Irak’ta Soykırım / Kürtlere Karşı Yürütülen Enfal Askerî Harekâtı” adlı kitabı (raporu), 14 Mayıs 2018’de İdil Sulh Hâkimliği tarafından “terör propagandası” gerekçesiyle yasaklandı. Bu yasağı, Kürtlere dair yüzyıllık yayın yasaklarının güncel bir parçası olarak değerlendirmek kadar, esasen Türkiye’deki müesses nizamın Saddam rejimiyle örtüşen ve Kürt soykırımını meşru addeden zihni yapısı ve bunun siyasi ve hukuki bir pratiği olarak ele almak daha doğru olacaktır. 

En önemlisi de Halepçe Katliamına dair ortaya çıkan tablonun sadece darbeci Kenan Evren’in veya diğer Müslüman ülkelerin geçmişte kalmış tutumlarıyla ilgili olmamasıydı. Söz konusu dönemde doğrusu katliamla pek de ilgili olmayan İslamcı cenah aradan geçen 30 yıldan sonra bile bu tutumunu değiştirmedi. Daha da beteri, AKP iktidarı dönemindeki siyaset ve uygulamaların da gösterdiği gibi, İslamcı cenahın esasında Kenan Evren’den pek de farklı bir tutuma sahip olmaması dikkate değerdir. 

 

Filistin – Kürdistan

Filistin meselesi ele alındığında açıkçası İslam dünyasının Kürtler konusunda izlediği çifte standartlı veya ikiyüzlü tutumu anlamak daha olanaklı hale geliyor. En aktüel örneklerden biri 2023’ün sonbaharında yaşandı. Filistin davası adına mücadele ettiğini ileri süren cihadist Hamas, 7 Ekim 2023’te İsrail’de sivil yerleşim yerlerine baskın düzenlemiş ve DAİŞ terör örgütünün 2014’te Rojava ve Güney Kürdistan’da yaptığı barbarlığın benzerini gerçekleştirmişti. Bu terör saldırısı sonrasında İsrail’in Gazze’deki Hamas hedeflerine yönelik askeri harekâtı başladı. 

“İslam Dünyası”, Hamas’ın terör saldırılarını kınamadı, en naif ifadeyle sessiz kaldı, daha da beteri Türkiye ve İran gibi bazı devletlerde bu barbarca saldırı kutlamalara vesile edildi. Hamas’ın saldırısına sevinenler, ardından İsrail’in harekâtı başlayınca bu kez de kendilerinden bekleneceği üzere ve zaten defalarca sistematik biçimde yaptıkları şekilde anti-semitist kampanyaya başladılar. Onlara göre, İsrail barbardı, işgalciydi, çoluk çocuk öldürüyordu; Hamas ise, Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi, Filistin davası için özgürlük mücadelesi veren bir oluşumdu. 

Burada on yıllardan beri devam edegelen İsrail-Filistin ihtilafına dair haklı-haksız tartışmasına veya ihtilafın tarihsel gerçekliğine, politik mahiyetine ve niteliğine değinmeyeceğim. Daha önce bu konulara ve bunların Kürtlerle ilgisi hakkında ayrıyeten bir yazı yazmış ve bir de podcast yapmıştım, okumanızı ve dinlemenizi öneririm (Aşağıda linkini bulabilirsiniz). Ancak bu son aktüel örneğin bariz biçimde gösterdiği ikiyüzlülüğe değinmek gerekir. 

Türkiye, mazlum Filistin için bağırıp çağırırken, İsrail’i işgalci olmakla, çocuk öldürmekle, sivil alt yapıyı çökertmekle, hastaneleri bombalamakla, insanları yerinden yurdundan etmekle vesaire suçluyordu, hala da suçluyor. Türk devlet yetkililerine göre, İsrail’in yaptıkları açıkça insanlığa karşı işlenmiş soykırım suçuydu. Ama Türkiye, örneğin aynı zaman diliminde defalarca Rojava’daki Kürt kentlerini bombalıyordu, sivil alt yapıyı çökertmeye çalışıyordu, çocuk ve yaşlılar dahil onlarca sivili katlediyordu, hastane ve benzeri yerleri yerle bir ediyordu, binlerce insanı yerinden yurdundan göçertiyordu. Üstelik bütün bunlar kameralar karşısında açıkça ilan edilerek gerçekleştiriliyordu ve Türkiye, İsrail’e atfettiği her türlü eylemi hala da yapmaya devam ediyor. Peki, bunlar insanlığa karşı suçlar kapsamına girmiyor mu? Müslüman Filistin’e yapılınca soykırım kapsamına giren şeyler, Müslüman Kürt söz konusu olunca meşru mu oluyor? 

Hakeza Türkiye gibi Hamas’ı askeri, finansal, lojistik, siyasi ve diplomatik olarak besleyen bir diğer önemli devlet, İran’dır. İran da İsrail’i Türkiye gibi suçlayadururken, öbür yandan neredeyse her gün Kürt gençlerini darağaçlarında sallandırıyor, Kürt muhalefetine göz açtırmıyor, Rojava ve Güney Kürdistan’ı doğrudan veya sahaya sürdüğü vekil terör örgütleri aracılığıyla sistematik biçimde bombalıyor, buraları istikrarsızlaştırıp yok etmek için her türlü yola başvuruyor. 

Türkiye ve İran’da yönetimde olan siyasi erkler ise İslamcı oldukları iddiasındadırlar ve Kürtlere karşı yaptıkları dahil bütün siyasetlerini de İslam adı altında meşrulaştırıp propaganda ediyorlar. Türkiye ve İran Müslüman Kürde karşı bunları yaparken, Filistin davası için bu iki ceberut devletin arkasına sıralanan “İslam Dünyası”ndan da tek bir söz çıkmadı, çıkmıyor; çıkan ses de bu iki devletin haklılığına dair oluyor. 

 

Milli Görüş – AKP

Şeyh Said, Said-i Nursi, Halepçe Katliamı ve Filistin örnekleri, ümmetçilik fikriyatına bağlı olduklarını iddia eden Türk İslamcılarının gerçekte kavmiyetçiliği Türkçü hassasiyetler çerçevesinde muhafaza ettiklerini göstermesi bakımından önemlidir. Daha da önemlisi güncel siyasi duruma bakıldığında bile rahatlıkla görülebileceği üzere Türkçülük İslamcı iddialarla her defasında yeniden üretilmeye devam ediliyor. Bunu yapan en önemli aktör de 2002’den beri Türkiye’de iktidarda olan Tayyip Erdoğan’ın AKP’sidir. AKP’nin ise epey uzun bir geçmişi var. Bu nedenle Türkiye’deki İslamcı siyaseti domine eden ana-akım oluşumlardan biri olan Milli Görüş geleneğinin de mutlaka ele alınması gerekiyor. 

1960’ların sonlarından bugüne Türk siyasetinde önemli bir yer tutan Milli Görüşçüler Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet, Saadet, Yeniden Refah gibi adlarla bugüne değin pek çok parti kurdular. Bu parti geleneğinin en etkili olanları olarak Milli Nizam, Milli Selamet, Refah ve Fazilet partileri din gerekçesiyle devlet tarafından kapatıldı. Öbür yandan 2001 yılında Milli Görüş’te ayrışma yaşandı ve Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde ayrılanlar Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdular ve bu parti, 3 Kasım 2002’deki seçimden bu yana tek başına Türkiye’yi yönetiyor. Bununla birlikte bu partiyi de ümmetçi Türk İslamcılarının siyaseti merkeze alan geleneğinin, yani Milli Görüşün bir parçası veya devamcısı olarak ele almak pekâlâ mümkündür. 

“Türkiye’nin Kürt Tarihi” başlığıyla hazırladığım podcast ve yazı serisinin kuşkusuz önemli bir bölümü de Necmettin Erbakan’ın liderliğini yaptığı Milli Görüş’ün ve Erdoğan’ın liderliğindeki AKP’nin Kürt siyasetlerine dairdir. Bu nedenle daha önce zaten bu konularla ilgili yaptığım dört podcast yayınını bu seriye ekleyeceğim, aşağıda linkleri bulabileceksiniz, mutlaka dinlemenizi öneririm… 

Böylece “Türkiye’nin Kürt Tarihi” başlıklı serinin sonuna gelmişken; bu yazıyı, burada işlediğim konuyla ilgili olduğunu düşündüğüm Mehmet Mim Kurt’un (2020) şu tespitleriyle noktalamak isterim: 

“Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidara geldiğinden bu yana, Türkiye’deki ‘Kürt sorunu’ İslamcı siyasi tahayyülün sınırlarını ve ümmetçi söylemin pratikteki karşılığını test etmek için önemli bir imkân haline geldi. Türkiye Cumhuriyeti’nin sekülarist milliyetçi rejimleri altında Kürtler, acı dolu bir yüzyıl yaşadıktan sonra AKP iktidarıyla birlikte artan şekilde dini söylem ve pratiklerin (ümmetçilik ve din kardeşliği) muhatabı haline geldi. Bu değişim, devletin sömürgeci pratiklerinde bir kırılma değil, bu pratiklerin İslamcı bir nosyonla yeniden yoğrulması ve kolonyal tahakkümün bu yolla devam edebilmesi içindi. Camiler, medya ve devletin elindeki diğer araçlarla yaygınlaştırılan İslam birliği, ümmet ve din kardeşliği söylemleri; Kürt coğrafyasının yeni derebeyleri olan İslamcı (ve çoğu zaman milliyetçi-mukaddesatçı) sivil toplum kuruluşlarının yerel politik aktörler olarak inşası ve devlet-kaynaklı sosyal ve mali projeler yoluyla semirtilmesi sömürgeci tahakkümün yerel aktör yaratma pratiklerinden bağımsız değildir. Devletin ‘böl, parçala, yönet’ stratejisi, AKP döneminde İslamcı muhataplar yaratma, bu muhatapları çeşitli yollar ve araçlarla destekleme, güçlendirme ve Kürt toplumu içinde din temelli bir çatışma alanı ve biat kültürü yaratma pratiklerine dönüşmüştür.” 

 

İlgili Podcast Yayınları

Erdoğan’ın 20 Yıllık Kürt Dosyası: https://youtu.be/hZo3RmTD6sQ?si=Ngk87AjuLmV6mtrY

Erbakan’ın ‘Adil Düzeni’ ve Kürtler: https://youtu.be/oxljVAjlRU4?si=yVQhhXAjRsjmH-np

‘Müstakbel Türklüğe’ Yeniden Çağrı: https://youtu.be/5vFsdsjT1Bk?si=8hWJfKXYds80qtE3

‘Din Kardeşliği’ ve Kürt Meselesi: https://youtu.be/84txxC2OzB4?si=-4CJjpDwL2EjpZOl

Filistinliler, İsrailliler ve Kürtler: https://youtu.be/0Fci-Yw8jYM?si=PS1lBOtSdyo1UH9U

Kaynakça

Atacan, Fulya (2020). Modern Türkiye’de İslamcı Bir Kürt Grubu: Değişen Kimlikler. https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-modern-t-rkiye-de-slamc-bir-k-rt-grubu-de-i-en-kimlikler-72

Aydınkaya, Fırat (2020). Bediüzzaman’ın Hançeri. İstanbul: Avesta Yayınları

Aydınkaya, Fırat (2022). Bediüzzaman’ın Türk Kimliğine Bakışı. https://www.nupel.tv/firat-aydinkaya-besikcinin-sorulari-uzerine-notlar-bediuzzamanin-turk-kimligine-bakisi-212342.html

Aydınkaya, Fırat (2024). Azadî Çınlaması: Şeyh Said’in Hayat Hikâyesi. https://www.kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-313 

Beşikçi, İsmail (2015a). Devlet ve Kürtler / Dil, Kimlik, Millet, Milliyetçilik. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları

Beşikçi, İsmail (2020). Kürt İslamı, Arap ve Türk İslamından Çok Farklıdır. http://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-k-rt-slam-arap-ve-t-rk-slam-ndan-ok-farkl-d-r-65  Erişim Tarihi: 12 Mart 2021

Beşikçi, İsmail (2021). Bediüzzaman’ın Hançeri. https://www.ilkehaber.com/yazi/bediuzzamanin-hanceri-17297.htm

Bora, Tanıl (2017). Cereyanlar. İstanbul: İletişim Yayınları

Bozarslan, Hamit (2005a). Türkiye’de Kürt Milliyetçiliği: Zımni Sözleşmeden İsyana (1919-1925). Abbas Vali, Kürt Milliyetçiliğinin Kökenleri içinde. İstanbul: Avesta Yayınları

Bozarslan, Hamit (2008). Türkiye’nin Modern Tarihi. İstanbul: Avesta Yayınları

Çakır, Ruşen (1990). Ayet ve Slogan / Türkiye’de İslami Oluşumlar. İstanbul: Metis Yayınları

Dündar, Fuat (2010). Modern Türkiye’nin Şifresi / İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918). İstanbul: İletişim Yayınları

Fırat, Nuri (2021a). Halepe: Kürdün “Kimyasal” Değersizliği! https://www.kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-101 Erişim Tarihi: 10 Ağustos 2022

Fırat, Nuri (2021b). ‘Osmanlı Zımnî Sözleşmesi’: Kürtlerin Zaafı mı, Mecburiyeti mi? https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-97

Fırat, Nuri (2023a). Erdoğan’ın 20 Yıllık Kürt Dosyası. https://www.nupel.tv/nuri-firat-erdoganin-20-yillik-kurt-dosyasi-273728.html

Fırat, Nuri (2023b). AKP ile ‘Müstakbel Türklüğe’ Yeniden Çağrı. https://www.nupel.tv/nuri-firat-akp-ile-mustakbel-turkluge-yeniden-cagri-274769.html 

Fırat, Nuri (2024). Bir ‘Gayr-i Müfid’in Portresi: Ziya Gökalp. https://www.youtube.com/watch?v=AeivcSRe9AI 

Gökalp, Ziya (1992). Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler. İstanbul: Sosyal Yayınları

Gökalp, Ziya (2018). Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak. İstanbul: Karbon Kitaplar

Hür, Ayşe (2012). Öteki Tarih I / Abdülhamid’den İttihat Terakki’ye. İstanbul: Profil Yayınları

Karpat, Kemal (2004). Tarihsel Süreklilik, Kimlik Değişimi Ya Da Yenilikçi Müslüman, Osmanlı ve Türk Olmak. Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si içinde, (der.) Kemal Karpat. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları

Klein, Janet (2014). Hamidiye Alayları / İmparatorluğun Sınır Boyları ve Kürt Aşiretleri. İstanbul: İletişim Yayınları

Kurt, Mehmet Mim (2020). ‘Müslüman Kürt Kardeşim’: İç Sömürge ve İslamcı İktidar. https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-64

Malbat, Ekrem (2014). Bediüzzaman’ın Kürt Kimliği Üzerinde Yapılan Tahrifatlar. İstanbul: Kürt Tarihi, Sayı: 12

Malbat, Ekrem (2023). Kürt Medreseleri Kürdistan’da Uzun Süre Birer Yerel Yönetim Merkezi Olarak İşlev Gördü (Röp: Ferhat Buğday). https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-257

Malbat, Ekrem (2024). Muhyiddin Zinar: Said-i Kürdi ile Şeyh Said’in Dini ve Milli Kaygıları Aynı, Stratejileri Farklıydı. https://www.kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-325 

Middle East Watch (2003). Irak’ta Soykırım / Kürtlere Karşı Yürütülen Enfal Askeri Harekatı. İstanbul: Avesta Yayınları

Mumcu, Uğur (1993). Kürt-İslam Ayaklanması / 1919-1925. Ankara: Tekin Yayınevi

Somer, Murat (2016). Milada Dönüş / Ulus-Devletten Devlet-Ulusa Türk ve Kürt Meselesinin Üç İkilemi. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları (KÜY)

Tevfikoğlu, Mehmet (1964). O, Türktür Kürt Değil. Ankara: Kardeş Matbaası

Yeğen, Mesut (2006). Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa. İstanbul: İletişim Yayınları 

Zinar, Muhyiddin (2022). Said – Kürtlüğün Kayıp Risalesi. İstanbul: Nubihar Yayınları

Zürcher, Eric Jan (2005). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. İstanbul: İletişim Yayınları

İlginizi Çekebilir

Brezilya’da dang humması binlerce ölüme yol açtı
İtalya’da tekne faciası: 35 göçmenin daha cansız bedenine ulaşıldı

Öne Çıkanlar