Suriye’de Esad’ın düşmesi ve cihadist Heyeti Tahriri Şam örgütünün (HTŞ) iktidarı ele geçirmesi sonrasında bölgede dengeler değişti; haliyle konuşulan konular ve olası gelecek senaryoları da farklılaştı.
Hiç kuşkusuz bölgede dengeleri değiştiren en önemli aktör İsrail. İsrail, Ekim 2023’ten beri yürüttüğü İran karşıtı stratejiyle birlikte Filistin’de, Lübnan’da ve Suriye’de her şeyi alt üst etti. Baş düşmanı İran’ı bölgeden kovmak ve böylece güvenliğini garantiye almak için İsrail ve Batılı ortakları en önemli hamlelerinden birini Suriye’de yaptı. Epey zamandır yürüttüğü saldırılarla Esad rejimini ve dolayısıyla onun baş hamisi İran’ı yıpratan İsrail ve Batılı ortakları, aynı zamanda Esad’a karşı yıllardır silahlı mücadele veren grupların işini de rahatlattı. Böylece Esad’ın son darbeyi yemesi zor olmadı.
Esad sonrası Suriye’nin geleceği epey belirsiz. Bunun en önemli nedeni iktidarı ele geçirmiş olan HTŞ ve bu örgüt, El Kaide ve IŞİD gibi selefi cihadist terör örgütlerinin kalıntılarından oluşuyor. Hatta HTŞ’nin lideri Ebu Muhammed Colani bizzat El Kaide ve IŞİD militanı idi. Cihadistlerin ajandası aslında çok net. Onlar yıllardır Suriye’de mücadele ederlerken elbette demokrasiyi falan amaçlamıyorlardı; kanlı ve vahşi cihad yöntemiyle varmak istedikleri hedef, şeriat düzeni.
Ancak HTŞ Şam’ı ele geçirdikten sonra lideri Colanı ılımlı bir görünüm vermeye özen gösteriyor ve şimdilik Batı dünyası da onu Şam’ın kabul edilebilir lideri olarak görüyor, zaten ılımlılık iksirini habire üfüren Batı medyası da buna hizmet ediyor. Ancak belirttiğim gibi esasında onların ajandaları bambaşka ve şimdiki ılımlı tavrı nereye ve ne zamana kadar sürdürecekleri belirsiz. Ama meşruiyet kazanmak için de olsa köprüyü geçince kadar bu ılımlı tavırlarını sürdürebileceklerini öngörebiliriz. Sonrası, muhtemelen uzun sürecek yeni bir ihtilaf aşaması…
Yeni Suriye’de Kürtlerin geleceği de en çok konuşulan konulardan biri. Kürtler 2011’den beri Kürdistan’ın Rojava bölgesinin önemli bir kısımını kontrol eden fiili bir yönetime sahipler. Mazlum Abdi’nin liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri de (SDG) bu bölgenin önemli bir askeri gücü ve IŞİD’e karşı mücadele dolayısıyla ABD ile kurdukları ortaklık da devam ediyor. Bugüne kadar bu güç ve ortaklık Kürtlere konumlarını muhafaza edebilme imkanı yarattı. Tabi bir de Esad ve hamileri İran ile Rusya’nın varlığı da uzun süre bazı dengeleri sağlıyordu. Ama şimdi herşey değişti. İktidarı ele geçiren güç HTŞ, onun en büyük ortağı ve destekçisi Türkiye ve her ikisi de Kürtlere düşman gözüyle bakıyor, bu bir sır değil.
Doğrusu HTŞ Şam’ı ele geçirdikten bu yana Kürtlere karşı açıktan bir düşman tavır takınmamaya çalışıyor, nitekim Kürtlerle çatışmadı da. Ama şimdiye kadar; HTŞ ve Rojava yönetimi arasında bazı temaslar kurulmuş olsa da, yeni Suriye konusunda ne kadar mutabık kalacakları konusu oldukça belirsiz. Nihayetinde HTŞ’nin en önemli ortağı Türkiye ve Türkiye, HTŞ Şam’ı düşürmek için yola çıkınca yönünü Kürtlere çevirdi. Türkiye’nin eğittiği, silahlandırdığı, beslediği, parasını verdiği ve komuta ettiği cihadistlerden oluşan Suriye Milli Ordusu adlı paramiliter yapının Kürtlerin kontrolü altındaki bölgelere yönelik saldırıları aralıksız sürüyor ve duracak gibi değil. Zira Türkiye, bir yandan ortağı HTŞ’yi uluslararası alanda meşru göstermek ve Şam’da istediği şekilde yeni Suriye’yi dizayn etmek isterken, öbür yandan bu yeni Suriye’nin Kürtsüz olması için elinden geleni yapıyor. Bunu Türk devlet yetkilileri zaten açıktan söylüyorlar, ayrıca SMO üzerinden yürütülen saldırılar da bu amaçladır, yani 13 yıldır Rojava’da var olan fiili Kürt idaresini haritan silmek istiyorlar. Türkiye bu Kürtsüz planını HTŞ yönetimine de dayatıyor.
Şam’ın geleceği üzerinden pek çok hesap yapılıyor. HTŞ’nin kendi gündemi var, Türkiye’nin HTŞ üzerinden hayata geçirmeye çalıştıkları var, ABD – İsrail ve Batılı müttefiklerinin HTŞ’yi kabul ederken ileri sürdükleri şartlar ve haliyle bu şartlara göre dizayn olmasını istedikleri bir Suriye var. Elbette Kürtlerin de görmek ve daha da önemlisi söz sahibi olmak istedikleri bir Suriye var. Burada çakışan ve çatışan hesaplardan söz ediyoruz ve bu, muhtemelen yeni Suriye’nin inşasının Esad’ın yıkılmasından çok daha zor olacağını gösterecek.
Kürtler için Suriye’de kuşkusuz görünürde birinci muhatap artık HTŞ. Ama gerçek muhatap, tüm dünya gibi kendisi de terör örgütü olarak kabul etmesine rağmen yıllarca İdlib’te beslediği, desteklediği HTŞ’yi bu kez Şam’da güdümünde tutmak istiyen Türkiye. Kürtsüz bir Suriye planı için elinden geleni yapan Türkiye, bölgede istikrarı bozan en önemli unsur olmaya devam edecek ve bunun ceremesini de en çok Kürtler çekecek.
Suriye’nin yeni döneminde hesaplar, dengeler ve planlar değişirken kuşkusuz ortaklar, ittifaklar ve çıkarlar da buna göre belirleniyor. Kürtlerin Rojava ve Suriye’deki en önemli müttefiki hala ABD. Türkiye’nin Rojava’ya yönelik tehditleri ve saldırıları karşısında ABD’nin eskide olduğu gibi şimdilik de caydırıcı bir özelliği bulunuyor. Ama bunun ne kadar süreceği belirsiz. Zira Donald Trump ile hesaplar değişebilir ve bu yüzden Türkiye, bir bakıma bütün umudunu Trump’a bağlamış gibi. Ama elbette Trump’ın daha önce Erdoğan’a dediği gibi yine aptal deme ihtimali de var. Ama net olan şu; Trump demek belirsizlik demek. Trump’ın net olduğu tek şey ise, İsrail konusu ve zaten kabinesini de adeta buna göre kurmuş gibi.
Kürtlerin hem kontrol ettikleri bölgeleri koruyabilmeleri hem de yeni Suriye’de rol alabilmeleri açısından da Trump belirsizlik demek. Ama bununla birlikte bazı öngörüler de var. Bunlardan biri, her şeyden önce İsrail’in güvenliği için yeni Suriye’nin kontrol edilebilir bir yapıda tutulacağına dairdir. Ki zaten Esad’ın devrilmesinden en çok memnun olan güçlerden biri İsrail idi, hatta bunu sağlayan en önemli güç de oydu; ama yeni gelen cihadistleri de hoş karşılamadı. Şam düştükten sonra İsrail adeta Suriye’de taş üstünde taş bırakmadı, kolu kanadı kırılmış bir Suriye’yi şimdilik HTŞ’ye bıraktı. Nihayetinde İsrail, cihadist HTŞ’nin de İran mollaları gibi kendisi için bir tehdit olabileceğini, daha doğrusu olduğunu biliyor. Bu yüzden ABD ve Batılı ortaklarıyla birlikte İsrail, kontrol edilebilir bir Suriye için ilk etapta yoğun bir bombardımanla işe başladı; ikinci adım ise, bizzat Şam’da etkili olabilmektir. Dolayısıyla burada ele aldığımız öngörüye göre, ABD ve ortakları Şam’da cihadistleri dengeleyebilmek için kendilerine yakın ortakları veya güçleri Suriye’nin yönetiminde söz sahibi yapmak isteyeceklerdir. Bu durumda en güçlü seçenek, ABD’nin sahadaki müttefiki Kürtler denebilir.
Aslında bu Saddam sonrası Irak projesini hatırlatıyor. Saddam devrildikten sonra Irak’ta örneğin radikal Şii grupların dengelenmesi için ABD yanlısı bir güç olarak Kürtler Bağdat’a davet edilmişti, Cumhurbaşkanlığı koltuğu bir kontenjan olarak Kürtlere verilmişti, hükümette de Kürtlere pay düşmüştü ve en önemlisi federatif Irak’ta Kürdistan bölgesel yönetimi garantiye alınmıştı. Irak’ta işler ABD’nin planladığı gibi pek gitmediyse de, yani kaos pek bitmediyse de, Kürtlerin Bağdat’taki konumu hala stabil.
Peki, benzer bir projenin Suriye’de hayata geçme ihtimali var mı? Üzerinde konuştuğumuz öngörüye göre var ve ABD Trump döneminde de bunun gerçekleşmesi için çabalayacak. Zira esas mesele İsrail’in güvenliği ve İsrail henüz İran hamlesini bitirememişken yanı başında başka bir cihadist tehditle uğraşmak istemeyecektir.
Açıkçası bu öngörüye bakılırsa, en büyük pürüzün nereden çıkabileceğini kestirmek zor olmuyor; tabi ki Türkiye. Zira bu öngörü şayet gerçekleşebilirse, bu Türkiye için kabus demektir. Türkiye, Kürtsüz bir Suriye hesabı için başta askeri ve diplomatik tüm hamlelerini üst üste yaparken, kuşkusuz burada sözünü ettiğim öngörüyü de hesaba katıyordur.
Burada ilginç biçimde Kürtlerin Suriye’deki geleceğini konuşurken, bir yandan Kürt soykırımını yapmaya karar vermiş güçlü bir tehdit olarak Türkiye’yi, öbür yandan Türkiye’yle hareket eden ama meşruiyet kazanmak için bile olsa Batılı güçleri karşısına almak istemeyen HTŞ’nin belirsizliğini, bununla birlikte kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken HTŞ’nin cihadist selefi projesini ve özetle bahsettiğim ABD-İsrail hesaplarını konuşmak zorunda kalıyoruz. Elbette bir de Kürtlerin özerkliği kapsayan demokratik ve katılımcı Suriye planını her şeyden önce ele alarak konuşmaya başlamak gerekiyor.
Belirttiğim gibi dengeler, hesaplar vesaire değişti ve yenilerinin nasıl hayat bulabileceğini daha net öngörebilmek için muhtemelen Trump’ı ve onun atacağı adımları görmek gerekecektir. Ama İsrail’i önceleyen ABD siyasetinin devam edeceğini düşündüğümüzde ise, biraz önce de dikkat çektiğim gibi, ABD’nin Suriye’nin şekillenmesi için ağırlığını koyacağını öngörebiliriz. Üstelik, Trump’ın bırakın ne halleri varsa görsünler şeklindeki açıklamalarına rağmen bu öngörüyü elde tutmak mümkün.
Burada Kürtler ile İsrail’in yollarının çakıştığını görebiliyoruz. Esad’ın devrilmesi sırasında İsrail ile Şam’ı ele geçiren HTŞ’nin yolları çakışmıştı, çıkarları örtüşmüştü ve hatta objektif olarak Esad karşıtı cephede ortak olmuşlardı. Şimdi Suriye’nin geleceğini konuşurken ise, bu kez İsrail ile Kürtlerin yolları çakışıyor ve bu beraberinde pek çok tartışmayı getiriyor.
Doğrusu, Türkiye’nin Rojava’da Kürtlere yönelik aralıksız devam eden saldırılarına karşı ABD ve Batılı ortakları caydırıcı önlemler almaya çalışırken, en dikkat çekici itirazların ise İsrail cephesinden geldiğini görebiliyoruz. Üstelik hiç olmadığı kadar Kürtlere sahip çıkan, haklarını dile getiren açıklamalar yapıldı, yapılmaya devam ediliyor ve bu açıklamaların resmi niteliği de bulunuyor. En dikkate değer temas ise, İsrail Dışişleri Bakanının Rojava Yönetiminin Dışişleri Yetkilisi İlham Ahmed ile telefon görüşmesi oldu. Bunun haricinde henüz medyaya yansıyan somut adım yok, yani İsrail’in Kürtlerle resmen ve fiilen ortaklığını gösteren hiçbir kanıt görünmüyor. Ama gidişat, hesaplar ve çıkarlar bir ortaklığı hiç olmadığı kadar mümkün kılıyor.
Konumlarını güçlü tutmak isteyen Kürtler de, İsrail ile bir ortaklığa kapıları kapatmıyor, ama hala temkinli bir tutum içinde olduklarını söylemek de mümkün. Bunun pek çok nedeni var, birazdan bunlardan bahsedeceğim. Ama özellikle Türkiye’ye karşı seçeneksiz olmadıklarını söylerken artık daha görünür biçimde Kürt hareketinin İsrail kartını göstermeye başladığını ileri sürebiliriz. Ama belirttiğim gibi ortada henüz somut bir şey yok.
Peki, Kürtler ile İsrail’in ilişkileri nasıl bir geçmişe sahip ve bu geçmiş, bugün ve gelecek hakkında bize ne söyleyebilir? Hem biraz geçmişe hem de bugün konuşulan bazı hususlara birlikte bakalım…
Buna geçmeden önce bir not: Kürtlerin durumları Yahudilerin durumuyla karşılaştırılabilir. Yahudiler yüzyıllar boyunca tarihsel olarak hak iddia ettikleri topraklardan sürüldüler, millî aidiyetlerinin temelini oluşturan inançları nedeniyle neredeyse bulundukları her yerde sistematik baskılara ve zulme maruz kaldılar, en bilineni Naziler zamanında olmak üzere pek çok kez soykırımlara maruz kaldılar vesaire… Nicelik ve nitelik farkları olmakla birlikte, Kürtlerin de tarihsel olarak benzer deneyimleri pek çok kez yaşadıkları söylenebilir. Ancak bu iki mesele arasındaki paralellikler kadar, çok daha önemli farklar vardır. Örneğin Yahudilerin artık İsrail adında bir devletleri vardır, bu devlet sayesinde dünya siyasetinde söz sahibidirler, yok olmak üzereyken dillerini yeniden canlandırıp resmileştirdiler ve kendilerine yönelik tehditleri devlet olarak bertaraf edebilecek güçleri var. Kürtler içinse bunların hiçbiri söz konusu değildir.
***
Bu ara nottan sonra öncelikle bir başlığı aradan çıkararak geçmişe gidelim. Zira bu epey meşguliyet yaratan son derece manipülatif bir başlık ve kaynağı da Türkiye ve İran gibi siyasetlerini Kürt düşmanlığı üzerine kurmuş olan devletlerdir.
Bugün Kürdistan’daki ana-akım siyasi partilerden biri Güney Kürdistan’daki Kürdistan Demokrat Partisi’dir (KDP). KDP’nin on yıllardır devam eden siyaset serüveninde pek çok dış ilişkileri ve bağlantıları oldu. Daha önceki bir podcastte detaylı anlattığım üzere, bu bağlantılar arasında, çoğu kişi bilmese de, Filistinli örgütlerle kurulan ilişkiler de bulunuyor. Öbür yandan ise KDP’nin İsrail ile de bağlantıları vardır (Fırat 2023). Ama bu başlık neredeyse KDP’nin diğer bütün dış bağlantılarından, hatta mücadele dinamiklerinin tümünden daha fazla öne çıkarılabiliyor, özellikle de Türkiye’de. Son yıllarda, özellikle de son bir iki ayda KDP’den daha fazla İsrail ile bağlantılı gösterilen bir diğer güç ise, Rojava’daki fiili özerk Kürt idaresini yöneten Kürt hareketidir, yani askeri kanat olarak Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ve sivil alanda ise Demokratik Birlik Partisi (PYD).
Bunun önemli bir nedeni, hiç kuşkusuz, Kürdistan’ı işgal etmiş olan devletlerin bilinçli biçimde yürüttükleri propagandadır ve bunlar KDP veya SDG’nin İsrail ile ilişkilerinin her şeyden fazla bilinmesini istiyorlar. Zira bu devletlerin temel bir amacı vardır; bir yandan Kürt hareketlerini ve özgürlük mücadelesini son derece kötücül anlamlar yüklenmiş olan “dış güçler” ile bağlantırmak ve böylece kriminalize etmek istiyorlar, öbür yandan da esasında Kürtleri ve mücadelelerini küçümsemek derdindeler. İsrail ile Kürt hareketleri arasında kurulan ilişki, bu açıdan işlevseldir. Sadece İsrail de değil, son yüzyıla bakıldığında hemen hemen bütün Kürt hareketlerinin öyle ya da böyle bir şekilde bazen birileriyle, bazen bazı devletlerle, bazen de bazı kurum ve kuruluşlarla ilişkilendirildiği, şaibeli hale getirilmeye ve böylece gayri-meşru gösterilmeye çalışıldığı görülebilir.
Bununla birlikte mesele İsrail olunca, Kürdistan’ı işgal etmiş olan devletlerin propagandalarının çok daha derin ve farklı anlamlar taşıyan bir amaç güttüğü söylenebilir. Zira Kürt milletinin çoğunluğu Müslüman ve Kürdistan’daki egemen devletler de bundan hareketle on yıllardır pek iyi bildikleri bir siyaseti her defasında yeniden ısıtıp yürürlüğe koymaktan geri durmuyor. Bu siyaset, Yahudi düşmanlığı üzerine temelleniyor ve elbette son 80 yıldır da Yahudilerin devleti İsrail’i kapsayacak bir halde yürütülüyor. Bu siyaset için işlevsel kılınan şey, dinin kendisidir ve İslam ile Yahudilik arasında çelişkiler veya düşmanlık hatları inşa edilerek milletin de buna göre hareket etmesi isteniyor.
Bu yüzden Kürt hareketlerinin, burada örnek KDP ve SDG-PYD’dir, İsrail ile ilişkileri gündeme getirildiğinde, din üzerinden Kürt milletine hitap ediliyor ve özetle şu kara ve rijit propagandanın yürütüldüğü ileri sürülebilir:
“Sözde bu örgüt ve mücadele sizin özgürlüğünüz içindir, fakat görüyorsunuz ki İslam dininin düşmanlarıyla işbirliği içindedirler, onlarla çalışıyorlar, bu yüzden onlar meşru değiller, birer aparattırlar, kirlidirler, Müslüman Kürt milleti bu yüzden bunlara yüz vermemelidir, din ve imanına sahip çıkmalıdır vesaire…”
Kabaca ve karikatürize biçimde, gerçekten de durum bundan ibarettir; Kürt hareketleri ekseriyeti Müslüman olan Kürt milleti nezdinde, özellikle de düşmanlaştırılmış veya şeytanlaştırılmış olan Yahudilik çerçevesinde gayri-meşru hale getirilmeye çalışılıyor.
Kuşkusuz bu propagandaya defalarca başvuruldu ve hala da başvuruluyor. Fakat her şeyden önce hiç de göz ardı edilmemesi, aksine her defasında vurgulanması gereken bir diğer önemli husus şu ki, bu propaganda insanlığa karşı bir suçtur, zira antisemitist ve ırkçıdır. Yahudiler de diğer bütün milletler gibi gayet makul ve meşrudur, herkesin ve her milletin onlarla ilişkiler kurması gayet normaldir. Fakat Yahudilere karşı üretilmeye devam edilen bu ırkçılık, Kürdistan’ı işgal etmiş olan devletler nezdinde oldukça kadimdir ve işlevseldir. Bu yüzden bu şekilde her defasında hem Yahudilerin hak ve onurlarını ayaklar altına alıyorlar hem de bu kirli ve insanlık suçu kapsamına giren propaganda aracılığıyla Kürtlere yönelik ırkçı zulüm ve işgallerini din olgusu ile meşru kılmaya ve süreklileştirmeye çalışıyorlar.
Bilindiği üzere, özellikle Kürtlerin Güney Kürdistan’daki mücadelesi hakkında Türkiye’de epey yaygın bir propaganda var. Bu propagandanın temel argümanı, şöyle özetlenebilir: “Kuzey Irak’ta kurulacak olası bir Kürdistan bir Amerika projesidir, bu ikinci İsrail olacaktır ve böylece İslam ümmetine saplanan bir hançer olarak bölünmeye neden olacaktır!” (Örneğin Necmettin Erbakan’ın (1991) sözleri bu konuda ibretliktir, 26 Aralık 1991’de Türk Meclisinde Kürt meselesiyle ilgili yaptığı konuşmayı dinleyebilirsiniz.) Son yıllarda ise aynı propagandanın Kürtlerin Suriye ve İran’daki Kürtlerin mücadelelerini de kapsayacak biçimde genişlediğini görebiliyoruz. SGD ile ilgili bahsettiğim mevzu… Buradan hareketle artık Türkiye’deki Kürtlerin mücadelesi için de bu propagandanın görünür kılınmaya çalışıldığı söylenebilir.
Bahsettiğim gibi, bu propagandanın hiçbir gerçekliği yoktur. Fakat bu tür sözüm ona argümanlarla murat edilen, Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerinin önünü almak, Kürtlerin mücadelesinin meşruluğunu ortadan kaldırmak, özellikle de Müslüman Kürt kitlesi nezdinde Kürt hareketini itibarsızlaştırmaktır. Aynı şekilde bu propaganda sahiplerinin, Kürtlere karşı geliştirdikleri ırkçı söylem ve siyasetlerini İslam davası çerçevesinde meşru kılmaya ya da bir şekilde örtmeye çalıştıkları kaydedilebilir. Ne kadar başarılı oldukları elbette tartışılabilir, bu başka bir konu…
Bu tür argümanlar yalnızca egemen İslamcı güçler veya siyasetçiler tarafından değil, aynı şekilde seküler güçler ve siyasetçiler tarafından da kullanılıyor. Onların da biraz İslam dini, ama çoğunlukla da Yahudilerin kötülüğü veya şeytaniliği üzerine kurulmuş tamamen hayalden ibaret olan komplo teorileri çerçevesinde hareket ettikleri belirtilebilir. Örneğin pek çok seküler Türk siyasetçisinden, aydınından veya sıradan insanından Masonluk, Siyonizm gibi sözler duymak mümkündür. Bu sözlerle, Yahudilerin ekonomi, iletişim, askerî, teknoloji, kültür, bilim vesaire her alanda dünyayı kontrol ettikleri, pek çok büyük devleti, örneğin Amerika’yı yönettikleri ve nihaî amaçlarının da dünyayı ele geçirmek olduğu ileri sürülür. Bu tür sözler de, Yahudilere yönelik ırkçılığın ve antisemitizmin bir başka biçimini ortaya koyuyor ve sadece Türkiye, İran gibi ülkelerde değil, dünyanın pek çok ülkesinde de cahillikle örülmüş bu ırkçı kötülüğe ne yazık ki rastlanabiliyor, hem de epey yaygın biçimde… (Bu arada bu tür komplo teorileri denince Türkiye örneğinde ilk akla gelen isimlerden biri Yalçın Küçük oluyor. Fakat sadece o değil, onu takip edenler de o kadar hadsiz ve pervasızca davranabiliyorlar ki, mesela Barzani Ailesini bile rahatlıkla Yahudi ilan edebiliyorlar (bkz. Kaplan 2003).)
En başta altı çizilmesi gereken bir husus daha var ve tekrarlamak isterim. Yahudiler ve onların devleti İsrail ile ilişkiler kurmak veya bağlantı halinde olmak gayet meşru, makul ve siyasi, ekonomik, diplomatik vesaire açıdan da çıkarlar gereği gayet anlaşılırdır. Her devletin ve milletin Yahudiler ve İsrail ile ilişkiler kurmaya hakkı vardır ve Kürtlerin de aynı şekilde bağlantılarının olması gayet normaldir. Kürdistan’ı işgal etmiş olan ülkeler için meşru ve hak olan bir şey, neden Kürtler için olmasın? Örneğin Türkiye, Irak ve İran on yıllardır İsrail’i devlet olarak tanıyorlar ve her alanda ilişkileri de vardır. Bu arada, evet, 1979’daki İslam Devriminden sonra İran’ın İsrail ile ilişkileri iyi değil, malum son zamanlarda aralarında savaş da var. Aynı şekilde bazı Arap devletlerinin de İsrail ile ilişkileri pek iyi değildir, hattı bazıları İsrail ile savaştı da. Türkiye’de siyasi İslamı benimseyen ve bu çerçevede sistematik biçimde antisemitizmi üreteduran AKP iktidarının da zaman zaman İsrail ile ters düştüğü kaydedilebilir. Bütün bunlara rağmen, örneğin Tayyip Erdoğan ve ülkesinin İsrail ile özellikle ekonomik alanda epey güçlü ilişkileri bulunuyor. Bu nedenle onlar için meşru olan ve çıkarları gereği gayet normal olan bir durum, elbette Kürtler için de meşru ve normaldir. Fakat, bahsettiğim gibi, Kürdistan’ı işgal eden devletlerin muratları farklı ve elbette kendileri için istedikleri ve yaptıkları şeyleri, Kürtler söz konusu olunca karşı çıkıyorlar ve kötülüyorlar.
Kaldı ki, Kürt akademisyen Cenk Sağnıç’ın (2018) gayet yerinde tespit ettiği üzere, Kürtleri İsrail ile bin bir türlü komplo teorisiyle irtibatlandıranların zırvalıklarının aksine, gerçekte, Kürtler ile İsrail’in ilişkilerine yakından bakıldığında görülecektir ki, “resmiyetle vücut bulmuş, devam eden ya da karşılıklı desteğe dayalı hiçbir ilişki bulunmamakta”dır. Netanyahu’nun 2017’deki Kürdistan bağımsızlık referandumuna verdiği açık desteği veya Suriye’deki son gelişmelerin ardından İsrailli yetkililerden gelen açıklamalar ve biraz sonra tarihsel verilerle aktaracağım bazı temasları da akılda tutarak, Kürdistan ile İsrail ilişkileri hakkında Cenk Sağnıç’ın şu değerlendirmesini bir özet olarak kabul etmek mümkündür:
“Yakın tarihte İsrail destekli bir ‘Kürdistan projesi’ hiç olmamıştır. Ne İsrail Kürdistan’da böylesi zor bir projeyi hayata geçirebilmeyi olasılık değeri yüksek bir siyaset olarak görmüştür ne de Kürdistanlı hareketler coğrafi bağlantıları olmayan uzak bir ülkeyle gereğinden sıkı ilişkilere girerek komşularını tahrik etme yolunu seçmişlerdir. İsrail ve Kürdistan’ı bir şekilde irtibatta tutan da, bu irtibatı resmi ve somut ilişkilere dönüştürmeyen de her iki ulusun karşılıklı çıkar algılarıdır. Aralarındaki irtibat ve karşılıklı tanışıklık bazı dönemlerde İsrail’in Kürdistan’a açıktan destek ilanları yapmasına yol açtığı gibi birçok dönemde ise her iki ulusun derin bir sessizlik ile birbirlerini uzaktan izlemelerine sebep olmuştur. Kürt-İsrail ilişkilerini karmaşık ve ilgi çekici yapan da aslında bu sessizliğin kendisidir.”
Cenk Sağnıç’ın çizdiği bu çerçeveye belki Suriye’deki yeni gelişmeler ışığında şöyle bir ek yapılabilir: Kürtler ile İsrail arasında arzu edilen istek karşılıklı olarak derin sessizliği bozacak düzeyde artık ve ve çıkarlar gereği somut irtibatların kurulması imkanı her zamankinden daha fazla. Ama daha somut bir şey yok, sadece iki taraftan daha fazla yüksek duyulabilen sesler var. Sonra ne olacağını zaman gösterecek.
***
Kürtlerle ile İsrailliler arasında ilk politik temasın nerede ve ne zaman kurulduğuna dair net bir şey söylemek zor. Ama şöyle bir geçmiş dönem tarandığında Nuri Dersimi’nin anılarında ilginç bir anekdot ile karşılaşabiliyoruz.
Nuri Dersimi, 1945’te, yani 1948’te kuruluşu ilan edilen İsrail diye bir devlet henüz yokken, tedavi amacıyla Kudüs, Hayfa ve Tel Aviv’e gittiğini ve o sırada Osmanlı zamanında tehcir edilmiş Ermenilerden olan Sivaslı Ovadis adındaki biri aracılığıyla üç kişilik bir “Yahudi Heyeti”nin kendisini ziyaret ettiğini yazar. Dersimi’nin anlattığına göre, bu heyet kendisine Barzani hareketinden duydukları memnuniyeti dile getirmiş ve “her türlü maddi yardımda bulunmak şartıyla Kürt teşkilatlarıyla münasebet ve çalışma” isteklerini aktarmış. Dersimi Şam’a dönünce bunu o zamanlar muhtemelen artık kağıt üzerinde var olan Xoybun Cemiyeti üyeleriyle paylaşır. Nuri Dersimi, Celadet ve Kamuran Bedirxan, Kadri, Ekrem ve Bedri Cemilpaşazade, Memduh Selim Bey ve birkaç kişi daha, “Yahudi Heyeti”nin taleplerini tartışır ve sonucu Nuri Dersimi şöyle aktarır:
“Yapılan uzun uzadıya münakaşa ve konuşmalardan sonra katiyen bu gibi bir birlik ve Yahudilerle ittifak edilmesinin caiz olmayacağı ve ekseriyetle ret edilmek üzere umumi bir karar verilmişti.” (Dersimi 1992:214-215)
İlginç elbette; daha İsrail resmen kurulmamışken bu tür ilişkiler olabilmiş, İsraillilerin dikkatini çeken Xoybûn ise esasında ölü bir Kürt cemiyetiydi ve buna rağmen Xoybûncular dini hassasiyetleri de hissettirecek şekilde olası bir teması caiz bulmamışlardı. Doğrusu, Xoybûncular Müslümandı elbette, ama dinci değil milliyetçiydiler ve muhtemelen toplumsal nedenlerden ötürü dinî hassasiyetlere sahip olmuş olabilirler ve elbette başka nedenler de vardır.
İsraillilerin daha 1945’te radarına takılan Barzani hareketiyle temas kurmaları için, bilebildiğimiz kadarıyla, en az 15 yıl daha geçmesi gerekiyordu. Bunun için de KDP ile İsrail ilişkileri hakkında, bizzat Mesud Barzani’nin “Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi” (2005) adlı kitabında yer alan dikkate değer verilere bakmakta fayda var.
Mesud Barzani, Irak güçlerine karşı başarı elde ettikleri 11 Eylül 1961’deki Eylül Devrimi sonrasında, yani 1963’te İsrail devleti ile ilk kez temas kurduklarını aktarıyor. Barzani, KDP’nin Polit Bürosunun onayı ile, o zaman KDP’nin yöneticisi olan Celal Talabani ve Kürt siyasetçi – aydın Kamûran Alî Bedirxan’ın Paris’te Şimon Perez ile gizlice bir toplantı yaptıklarını ve böylece ilk kez İsrail ile temas kurabildiklerini belirtiyor. Daha sonra Omer Mistefa Debabe ve Seyyîd ‘Ezîz Şemzînî’nin de dahil olduğu İbrahim Ahmed liderliğindeki KDP heyeti İran üzerinden İsrail’e geçiyor. Mayıs 1965’te de David Kamhi, İsrail hükümet sözcüsü olarak Kürdistan’a geliyor ve bu tarihten sonra da bazı ilişkiler kuruluyor.
Barzani’nin aktardığına göre, 11 Eylül Devrimi başladıktan sonra İsrail bunu az bulunabilecek stratejik bir fırsat olarak değerlendirmiş ve bu nedenle KDP ile temasa geçmişti. Ancak bütün bu temasların sonucu “sınırlı bir yardım” olmuştu. Anlaşıldığı kadarıyla, Kürdistan’daki işgalci devletlerin iddia ettiklerinin aksine İsrail’in KDP’ye desteği epey azdı.
Barzani, İsrail’in partileriyle temasa geçmesinin nedenlerini da anlatıyor. Buna göre, kendilerine sınırlı yardımda bulunan İsrail’in amacı, Irak devletini Araplarla yürüttüğü savaş cephesinden uzak tutmaktı. Bilindiği üzere, söz konusu dönemde İsrail ile bazı Arap devletleri arasında ciddi çatışmalar yaşanmıştı, bunun neticesinde 1967’deki Altı Gün savaşı patlak vermiş ve İsrail kazanmıştı. Bu durumda İsrail’in Irak’a karşı savaşan KDP’ye sınırlı desteği anlaşılır hale geliyor, Barzani şöyle değerlendiriyor:
“İsrail’in çıkarı, Irak ordusunun, ya da büyük bir kısmının Kürtlerle savaş halinde olmasını gerektiriyordu. Böylece Arap ülkeleriyle girişilecek bir savaşta Irak ordusunun cephe hattında konuşlanması önlenmiş olacaktı. Nitekim, Kürdistan’da savaşın durduğu dönemlerde meydana gelen birkaç çatışma dışında, Irak’ın İsrail’e karşı kurulan cephede ciddi bir askeri eylem gerçekleştiremediği görüldü.”
Mesud Barzani, İsrail ile 1965’ten sonraki ilişkileri neticesinde sınırlı teknik ve askeri yardımların kendilerine ulaştığı bilgisini veriyor ve devamla şunları yazıyor:
“Aslında bu yardımları arttırmaları mümkündü, fakat yapmadılar. Savaşın Kürdistan’da belli bir sonuca ulaşmadan sürmesini, dolayısıyla Irak ordusunun Filistin alanından uzakta Kürdistan Dağlarında oyalanmasını istiyorlardı. Bu, onların [İsrail’in] amacı olduğu kadar [o zamanlar İsrail’in müttefiki olan İran] Şah’ın da amacıydı. Çünkü İsrailliler isteselerdi dahi Şah bu yardımların arttırılmasına izin vermeyecekti. Özellikle Peşmerge’nin yaşadığı zor koşullarda ve savaşın şiddetinin iyice arttığı dönemlerde. …
“İşin gerçeği İsrail ve İran Şah’ı Devrime karşı tek bir politika üzerinde ittifak etmişlerdi. O da savaşın devam etmesini sağlamak, herhangi bir tarafın zaferi veya yenilgisi gibi kesin bir sonuca ulaşmadan sürüp gitmesini temin etmekti.”
Mesud Barzani, İsrail ile müttefiki İran’ın kendilerine yaptıkları yardımların nedeni hakkında böyle yazıyor ve öbür yandan partisi KDP’nin İsrail ile ilişki kurmaktaki amacı hakkında ise şunları kaydediyor:
“Kuşkusuz İsrail’in bu yardımları göndermekle güttüğü amaçla bu yardımları alan Kürt Devriminin amacı birbirinden ayrıydı. Devrimin amacı, Irak ordusunun ardı arkası kesilmeyen saldırıları karşısında Kürt halkının selametine yönelik savunma hattını koruyacak araçları temin etmekti. Bundan daha önemlisi [Molla Mustafa] Barzani, İsrail’in, ABD yönetimi üzerindeki etkisiyle Amerika’nın Kürt Devrimini desteklemesini temin edebileceğine inanıyordu. Çünkü Sovyetler Birliğinin devrimin yararına olacak bir müdahalede bulunmasından ya da ciddi bir katkı sağlama imkanından ümitsizliğe düşmüştü.” (Barzani 2005:371-372)
Bütün bunların yanı sıra Mesud Barzani bazı İsraillilerin iddialarına da dikkat çekiyor. Örneğin Şalom Nakdimon, yazdığı kitapta öyle iddialarda bulunmuş ki, İsrail güçlerinin Kürtlerle birlikte savaştığı ve ciddi oranda destek sağladığı izlenimini uyandırıyor. Aynı şekilde örneğin İsrail istihbaratı Mossad’ın eski yöneticilerinden Eliezer Tsafrir de, Temmuz 2021’de The Jerusalem Post’a konuşmuş ve benzer şeyler söylemişti. Ancak Mesud Barzani, bu tür kişilerin görüşlerini açık biçimde reddediyor ve bu tür görüşlerin tamamen hayal ürünü iddialar olduklarını ileri sürüyor. Barzani’ye göre, hiçbir zaman bir tek İsrailli bile onlarla birlikte savaşmadı ve savaş alanında da bulunmadı (2005:372). Elbette Barzani bunları söylerken, İsrail ile temasları olduğunu inkâr etmiyor, zaten dikkat çekmiştim, bununla birlikte iddia edildiği gibi İsrail’in desteğinin büyük olmadığının altını çiziyor.
Öbür yandan 1975’te İran Şahı ile Saddam Hüseyin arasında imzalanan Cezayir Antlaşması hakkında da Mesud Barzani ilginç hususlara dikkat çekiyor. Bu antlaşmadan sonra İran ve müttefiki ABD Kürtlere verdikleri desteği kesmiş, Saddam Hüseyin Kürdistan bölgesine yönelik askeri harekata başlamış ve ardından yaşanan çatışmalar Kürt güçlerinin yenilgisiyle sonuçlanmıştı. Bu tarihten ve yenilgiden itibaren, 1988’de Halepçe ve Enfal soykırımlarıyla neticelenecek olan saldırı ve zulüm dalgası Kürdistan’da başlamıştı.
Barzani kitabında, bu dönemde olup bitenler nedeniyle ABD ve İran’ı ihanet gibi sert sözlerle suçluyor; fakat sadece bu ikisini değil, aynı suçlamayı İsrail’e de yöneltiyor. Barzani şöyle yazıyor:
“Benim kanaatime göre İsrail, Kürt halkının aleyhine kurulan Cezayir Komplosunu önceden haber almıştı. Eğer iyi niyetli olsaydı, Amerikan siyasetini belirleyen şahıs [Henry Kissinger] üzerindeki sınırsız nüfuzunu kullanarak İran Şahı’nı böyle bir ihaneti gerçekleştirmekten vazgeçirebilirdi. Ama bu konuda hiçbir şey yapmadığı gibi, Amerikan siyasetindeki bu değişikliğin önünü açan, kolaylaştıran bir tutum içine girdi. Hiç olmazsa bu komplonun hazırlıklarından haberdar olduğu zaman bunu bize bildirebilirdi. Bu yüzden bana göre 1975 yılında halkımızın yaşadığı felakette, İsrail’in sorumluluğu komploya taraf olanların hiçbirinden daha az değildir. İsrail, ne kadar ihtiyaç duyarsa duysun, en basit bir çıkarını Kürt halkına feda edecek şekilde yardım elini samimiyetle uzatacak bir devlet değildir.” (2005:373)
Mesud Barzani’nin 1975’te ve sonrasında yaşananlar için sözleri böyle ve ona göre, babası Molla Mustafa Barzani de İran ve Amerika gibi İsrail’i olup bitenlerden sorumlu tutmuştu.
Kuşkusuz Barzani’nin bu değerlendirmeleri, kabaca 1990’dan önceki yıllar için geçerlidir. Ondan sonra çok şey değişti, KDP ile İsrail’in ilişkileri epey farklı biçimlerde gelişti. Kısaca bir noktaya dikkat çekmek isterim. İsrail’in Kürdistan bölgesine en açıktan destek sağlayan ülkelerden biri olduğu söylenebilir. Örneğin 2017’de Güney Kürdistan’da gerçekleştirilen bağımsızlık referandumu sırasında desteğini açıkça ilan eden ve bağımsız bir Kürt devletini tanıyacağını duyuran tek devlet de İsrail idi. Ama aslında hepsi bundan ibaretti; yani olup bitenler biraz önce Cenk Sağnıç’tan aktardıklarımdan öteye gitmez.
***
KDP’nin İsrail’e yönelik coğunlukla pozitif olan yaklaşımının aksine, PKK’nin İsrail’e yaklaşımının çoğunlukla negatif olduğu söylenebilir. Kolaylıkla ileri sürülebilir ki, PKK kurulduğu günden bu yana İsrail hakkında neredeyse hiç olumlu herhangi bir yaklaşımın ve değerlendirmenin sahibi olmadı (Öcalan 1993; 2013). Hatta bundan da öte PKK’nin pek çok kere doğrudan İsrail karşıtı bir söylem ve siyasetin sahibi olduğu da iddia edilebilir. PKK’nin İsrail’e dair bu olumsuz yaklaşımının esasında sol-sosyalist ideolojisinden ve bunun belirlediği politik çerçeveden kaynaklandığı kaydedilebilir. Yalnızca PKK de değil, dünyanın hemen her yerindeki sol çevrelerin neredeyse tamamının İsrail’e iyi gözle bakmadığı gözlenebilir. Bu yaklaşıma göre, İsrail kapitalist bir devlettir, Amerika’nın müttefiki ve hatta Ortadoğu’daki ileri bir karakoludur, işgal ettiği Filistin’de halka zulüm eden Siyonist bir oluşumdur.
Sol cenahın her defasında alelade ileri sürdüğü bu tür argümanların pek çok kez PKK tarafından da sahiplenildiği ve belirtildiği söylenebilir. Aynı şekilde PKK Lideri Abdullah Öcalan’a göre, İsrail aynı zamanda Kürdistan’ı işgal etmiş olan ülkelere, özellikle de Türkiye’ye destek veren, hatta bizzat Türkiye’nin kuruluş hikayesinde belirleyici olan, haliyle Kürtlere yönelik zulmün ortağı olan bir devlettir (Fırat 2024). Bundan dolayı örneğin PKK Lideri 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesinde İsrail’i de esas sorumlulardan biri olarak görür. Bu arada elbette PKK İsrail’den söz ederken, aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nden söz ediyor ve ikisi arasında ayrılmaz bir bağ kuruyor. Örneğin Öcalan şöyle diyor:
“İsa sistem işbirlikçisi Yahudi kralı ve başrahibinin yardımıyla yakalanıp çarmıha gerilmişti. Ben de yine İsrail’in yardımıyla (MOSSAD ve CIA’nin işbirliğiyle) tutsak edilip çarmıha gerdirilerek İmralı Cezaevine konuldum.” (2013:152-153)
Burada hatırlatmak fayda var; Öcalan’ın esir alındığı daha ilk günden itibaren taraftarları İsrail’i sorumlu tutmuştu ve bu nedenle örneğin 17 Şubat 1999’da İsrail’in Berlin elçiliği önünde protestolarda bulunmuşlardı. Elçilik korumalarının ateş açması sonucu 4 eylemci yaşamını yitirmiş ve 13’ü de yaralanmıştı.
PKK’nin İsrail ile çatışma geçmişi de var. PKK yöneticisi Duran Kalkan’ın 12 Temmuz 2020’de ANF’ye verdiği röportajda önemli detaylar vardı. Kalkan’ın aktardığına göre, Türkiye 12 Eylül 1980 darbesine doğru yol alırken, Öcalan Türkiye’den ayrıldı, daha sonra Filistinli grupların kontrolünde bulunan Lübnan Bekaa’da onların onayıyla bir kamp kurdu ve burada militanların ideolojik ve askeri eğitimi gerçekleştirildi. PKK’nin o dönemde El-Fetih ile Filistin Halk Kurtuluş Cephesi dahil bazı Filistinli gruplarla ilişkileri güçlüydü. Öcalan bu alanda 20 yıl kaldı ve burası PKK için stratejik bir alan haline geldi.
Elbette Filistinlilerin yardımları tek taraflı değildi, PKK militanları da onlara yardımda bulunmuştu. En dikkate değer örnek de, 1982’de Lübnan’da İsrail ile Filistinli örgütler arasında yaşanan savaş sırasında ortaya çıktı. Duran Kalkan’ın aktardığına göre, İsrail’in Mayıs 1982’deki saldırıları sırasında Abdulkadir Çubukçu adındaki militanları yaşamını yitirdi. Bir ay kadar sonra da Arnon kalesinde sekiz PKK militanı İsrail tarafından öldürüldü. PKK yöneticisi Murat Karayılan ise, 23 Mayıs 2020’de ANF’ye verdiği röportajda, 11 militanlarının yaşamını yitirdiğini açıkladı. Savaşın sonunda çok sayıda PKK militanı da İsrail ordusu tarafından esir alındı ve daha sonra serbest bırakıldı.
PKK bugüne kadar da Filistinlilerin hak ve taleplerini sahiplenip savunuyor. Bununla birlikte anlaşılacağı üzere PKK de kendi çıkarları çerçevesinde hareket etmişti, Filistinli gruplara verdiği destek kadar onlardan destek de almıştı. Ayrıca Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’de sivilleri katletmesiyle başlayan savaşa dair PKK kaynaklarından yapılan açıklamalara bakıldığında, Filistin davası desteklenmeye devam edilirken, buna karşın Hamas’ın terörist eylemlerinin onaylanmadığı, hatta AKP ile ilişkilendirildiği görülüyor. Bu PKK’nin Filistin davası ile bugün Filistin siyasetini belirleyen aktörler konusunda önemli bir ayrıma gittiğini ve bu konuda dikkate değer bir mesafeye sahip olduğunu gösteriyor.
PKK gibi Öcalan’ı lider kabul eden Rojava’daki Kürt hareketinin İsrail’e yönelik tutumu dikkate değerdir. Rojava’yı yöneten Kürt hareketi, örneğin PKK’nin geçmişte yaptığı gibi olumsuz bir gözle bakmıyor, onlar da değişen bölge koşullarını gözeterek siyaset ve yaklaşım belirliyor. Nitekim Rojava’daki Kürt hareketinin en önemli müttefiki ABD ve ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli önceliği İsrail’in güvenliği. Bu durumda Rojava’daki Kürt hareketinden İsrail karşıtı bir siyaset beklemek anlamsız olur. Öbür yandan en başta belirttiğim gibi Suriye’de olup bitenler, hiç olmadığı kadar Kürtler ile İsrail’i çıkar ortaklığı konusunda yakınlaştırıyor. Rojava’daki Kürt hareketi de bunu göz ardı etmiyor ve zaman zaman bu tür bir ortaklığa olumlu yaklaştığının işaretlerini veriyor, ama belirttiğim gibi bazı temaslarla birlikte henüz ortada somut bir şey yok. Günün sonunda ne olacağını görebiliriz. Ancak şunu net söylemekte fayda var: Kürtlerin de İsrail ile siyasi, diplomatik ve askeri işbirliği kurmaları gayet normaldir ve mevcut şartlarda bu hususların ciddiyetle ele alınması bana göre gereklidir. Üstelik din kardeşliği adı altında Türkiye’de, İran’da ve şimdi de Suriye’de Kürtlere dayatılan soykırıma karşı Kürtler için İsrail önemli bir seçenektir.
Podcast Yayını
https://www.youtube.com/watch?v=dwuxjsRYgB0
Kaynak
Barzani, Mesud (2005). Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi II. İstanbul: Doz Yayınları
Dersimi, Nuri (1992). Dersim ve Kürt Milli Mücadelesine Dair Hatıratım. Ankara:Öz-Ge Yayınları
Erbakan, Necmettin (1991). Erbakan’ın Meclis Konuşması. https://www.youtube.com/watch?v=vyikOWF5Klo
Fırat, Nuri (2023). Kürtler, Filistinliler, İsrailliler. https://www.youtube.com/watch?v=0Fci-Yw8jYM
Fırat, Nuri (2023). Öcalan Ne Diyor? https://www.youtube.com/watch?v=2QvrQrx5Lag
Kaplan, Sefa (2003). Barzani Ailesinin Yahudi Olduğu Ortaya Çıktı. https://www.hurriyet.com.tr/dunya/barzani-ailesinin-yahudi-oldugu-ortaya-cikti-128488
Öcalan, Abdullah (1993). Kürdistan Devriminin Yolu (Manifesto). Köln: Weşanen Serxwebun
– (2013). Demokratik Uygarlık Manifestosu / 1. Kitap / Maskeli Tanrılar ve Örtük Krallar Çağı. Azadi Matbaası: Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları
– (2013a). Demokratik Uygarlık Manifestosu / 4. Kitap / Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü / Kültürel Soykırım Kıskacındaki Kürtleri Savunmak. Azadi Matbaası: Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları
Sağnıç, Cenk (2018). İsrail-Kürt İlişkileri. https://www.kurdistan24.net/tr/opinion/26583-%C4%B0srail-K%C3%BCrt-%C4%B0li%C5%9Fkileri