Kürt kamuoyunda kısmen de olsa tartışılan ve özellikle de bazı Kürt milliyetçileri tarafından gündemde tutulmaya çalışılan bir konu var. Bu konu Kürt veya Kürd kelimesinin nasıl yazılması gerektiği hakkındadır.
Bir kısım Kürt milliyetçisi ısrarla Kürd, yani kelimenin d harfi ile telaffuz edilmesi gerektiğini savunuyor ve aksi bir ifadenin, daha doğrusu Kürt, yani kelimenin t harfi ile telaffuz edilmesini sömürgeciliğin etkisine bile bağlayabiliyor. Türkçede yaygın olarak da esasında Kürt kelimesi, yani t’li olan kelime kullanılıyor.
Buradaki tartışma Kürt veya Kürd kelimesindeki d ve t harfleri üzerinde yürüyor. Bahsettiğim gibi, bir kısım Kürt milliyetçisine göre bu kelimenin doğru yazımı d ile olmalı, yani Kürd olmalı.
İlginç olan ise, bu tartışmanın Kürt veya Kürd isminin Türkçe nasıl yazılması gerektiğine dairdir. Yani bir kısım Kürt milliyetçisi Kürd yazımını savunurken de aslında bunun Türkçe nasıl yazılması gerektiğini veya Türkçe doğru yazımının nasıl olması gerektiğini ileri sürüyor. Zira kelimenin Kürtçe yazımında veya örneğin Avrupa dillerindeki yazımında ya da Arap alfabesinin kullanıldığı ülke ve bölgelerdeki yazımında herhangi bir ihtilaf yok.
Bütün bu bahsettiğim bölgelerde ve kullanılan dillerde Kurd diye yazılır, yani kelimenin sonu d ile biter, t ile değil. Kürtçe yazılırken de böyledir; İngilizce de, Arapça da, Farsça da, Almanca da durum bu.
Ancak sorun anlaşıldığı kadarıyla sadece kelimenin Türkçe yazımıyla ilgili. Bu durumda gerçek anlamda ciddiye alınabilecek bir tartışma aslında bana göre ortada yok. Zaten Kürt kelimesinin Türkçe haricindeki dillerde, özellikle de Kürtçede nasıl yazıldığı gayet açık. Bu kelimenin Türkçe nasıl yazılması gerektiğine ise Türk dil uzmanları karar verir ve bunu da dil kurallarına göre yaparlar. Örneğin İngiliz kelimesini yazarken, orijinal İngiliz dilindeki gibi yazmazlar, Almanlar için de aynı şey geçerli, diğer bütün milletler için de… Kürt kelimesini de Türkçenin dil kurallarına uygun biçimde yazdıklarını kabul edebiliriz.
Biraz temkinli söylüyorum bunu aslında; çünkü malum Türk dili uzmanları da, Türk yargı organları da, Türk siyasetçileri de, Türk aydınları da, Türk yazar-çizerleri de uzun yıllar boyunca hem Kürtlerin hem de Kürt kelimesinin başına türlü oyunlar getirdiler. Örneğin Kürt kelimesini yazmak, kullanmak vesaire uzun yıllar yasaktı ve ağır ceza gerekçesiydi. Ayrıca Kürtlerin Türk olduğunu ileri sürenler de bu kelimeyi yazdıklarında veya yazmak zorunda kaldıklarında kasti olarak küçük harflerle yazıyorlardı. Kürt ve Kürtçe kelimelerine özel bir anlam vermiyorlardı, çünkü onlara göre Kürt diye bir millet yoktu, Kürtçe diye bir dil yoktu ve bu yüzden özel bir önem de gerekmiyordu.
Ama buradaki sorun Kürt kelimesinin k harfiyle ilgiliydi çoğunlukla. Zira Kürt ismi veya kelimesi sıradanlaştırılmak istendiğinde, aşağılanmak istendiğinde ilk elden k harfinin boynunu vuruyorlardı ve küçük yazıyorlardı. Bunun için mahkeme tutanaklarında, siyasi metinlerde, edebiyat örneklerinde, araştırma kitaplarında falan yüzlerce örnek bulabilirsiniz.
Ama şimdi tartışma konumuz Kürt kelimesindeki k harfiyle değil, neyse ki o şimdilik konumuzun dışında, tartışma konusu t veya d harfleriyle ilgili…
Aslında konuya daha yakından bakıldığında tartışmanın başka bir boyutunun olduğu da görülebiliyor. Bunu en açık biçimde muhtemelen ilk kez gündeme getiren isim İsmail Beşikçi. Beşikçi Hoca, 17 yıldan fazla hapis yattı; tek suçu da Kürtlerin Türk olmadığını, Türklerden farklı bir millet olduklarını ve haliyle hak sahibi olmaları gerektiğini savunmasıydı.
Kürtlerle ilgili neredeyse her konuda epey önemli araştırmaları, yazıları ve kavramsallaştırmaları bulunan ve hatta pek çok konuda öncü olan İsmail Beşikçi de bahsettiğim tartışmanın bir tarafı aslında; çünkü o da son yıllarda Kürd kelimesini yani d ile biten kelimeyi kullanmayı özellikle tercih ediyor ve bunun kullanılması gerektiğini savunuyor.
Ancak Beşikçi, basit anlamda bu kelimenin nasıl kullanılması gerektiği üzerinde durmuyor; aksine bu kelimenin nasıl kullanılması gerektiğini savunurken, dikkate değer bir gerekçeyi de ortaya koyuyor. Beşikçi’ye göre, olay aslında bir bakıma Türk Dil İnkılabı ile doğrudan ilgilidir. Yani Türkçe alfabenin Latinleştirilmesiyle ilgili. Dolayısıyla olay sadece bir kelimenin nasıl yazıldığıyla sınırlı basit bir olay değil; aksine bu kelimenin bizatihi on yıllarca kullanılmasını veya yazılmasını yasaklayan çok daha ciddi bir zihniyetle, bu zihniyetin siyasi-kültürel pratiğiyle ilgilidir.
Beşikçi, son yıllarda bu konuyla ilgili en az iki yazı yazdı. Birincisi “Harf Devrimi’nin Kürdler İçin Anlamı” başlıklı, diğeri de “Cumhuriyet Kürtlere Ne Kazandırdı?” başlıklı…
Beşikçi Hoca, her iki yazısında da Cumhuriyet’ten hemen önce, Osmanlı’nın son yıllarında kurulan ve faaliyet gösteren pek çok Kürt siyasal ve kültürel örgütünden söz ediyor. Böylece sanıldığının aksine bu dönemde Kürt milliyetçiliğinin canlı olduğunu, Kürt dili, kültürü, siyaseti, toplumu ve tarihi hakkında ciddi çalışmaların yürütüldüğünü belirtir. Ancak Cumhuriyet dönemiyle birlikte bu oluşumların ve faaliyetlerin yasaklandığını, ortadan kaldırılmaya çalışıldığını ve görünmez kılınmak istendiğini söyler.
Sadece politik ve hukuki kararlarla bütün bunların yapılmadığını kaydeden Beşikçi, esas olarak Kürtlerin hafızasızlaştırılmaya, tarihleriyle bağlarının koparılmaya çalışıldığını belirtir ve bunun için de 1928’de Mustafa Kemal’in direktifleriyle yapılan Harf İnkılabının son derece önemli bir işlev gördüğüne dikkat çeker. “Harf Devrimi’nin Kürdler İçin Anlamı” başlıklı yazısında Beşikçi konuyla ilgili şöyle diyor:
“[Mehmet] Malmîsanij’in ‘1925’ten Önce Ayrılma Taraftarı Kürt Örgütleri’ çalışmasında da görüldüğü gibi, Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, Kürdler arasında yoğun toplumsal, siyasal, kültürel çalışmalar var. Kürdistan, Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi, Rojî Kurd, Hetawê Kurd, Jîn, Serbestî, Seda gibi yayın organlarında, Kürd Teavün ve Terakki Cemiyeti, Hêvî Kürd gibi örgütlerde bu çalışmaları izlemek mümkündür.
“İnkar ve imha sürecinde, yeni Kürd nesillerine bu çalışmaların ulaşmasını engellemenin önemli bir yolu kanımca Harf Devrimi olmuştur.
“Harf Devrimi’nin çağdaş dünya ile bütünleşme anlayışıyla ilgili olduğunu düşünürdüm. Ama, yukarıda belirtilen ilişkiler söz konusu olduğu zaman, Harf Devrimi’nin, ilk planda, Kürdlerle, Kürdlerin asimilasyonuyla ilgili olduğu daha rahat söylenebilir.
“1 Kasım 1928 Harf Devrimi’nin, Türkler için ve Kürdler için anlamı çok farklıdır. Harf Devrimi’yle Türklerin çağdaş dünya ile daha kolay bir şekilde bütünleşme yoluna girdikleri söylenebilir. Kürdler için ise, Kürd dilini ve kültürünün reddedilmesi, Kürdlerin Türk dili ve kültürü içinde yaşamaya zorlanmalarında uygun bir zeminin yaratılması anlamına gelir.
“Harf Devrimi’yle geçmiş bıçakla kesilmektedir. 1928’den daha doğrusu, Cumhuriyetle birlikte doğan Kürdlerin, Kürdlerin geçmişi hakkında hiçbir sağlıklı bilgiye sahip olamayacakları açıktır.
“1928’den sonra, daha doğrusu Cumhuriyet’ten sonra Kürd çocuklarına verilen bilgiler ise, Türk oldukları, Kürdçe diye bir dilin olmadığı şeklindedir. Bu bilgiler kamu yönetimi tarafından, ordu ve polis tarafından, basın, okullar, üniversiteler tarafından, yargı tarafından organize bir şekilde verilmektedir. Harf Devrimi’yle Kürd çocuklarının zihinleri tam bir beyaz kağıt şeklindedir. Okuldan ne söylenirse o kaydedilecektir. Kürdlere sağlıklı bilgiler verecek Kürd aydınları ise, ya çatışmalarda öldürülmüştür, ya cezaevindedir ya da illegal yaşamaktadır veya mültecidir. Harf Devrimi sürecinde yetişen Kürd neslinin, Malmîsanij Hoca’nın, sözünü ettiği, yukarıda kısaca belirtilen ilişkiler konusunda sağlıklı bir bilgiye ulaşamayacakları açıktır.”
Beşikçi Hoca konuyla ilgili böyle yazıyor ve anlaşılacağı üzere Beşikçi Hoca’ya göre, Türkiye’nin Latin harflerine geçmesi sonrasında zaten Kürtlükleri suç sayılan ve yasaklanan, tarihleri büsbütün yok edilmek istenen Kürtler, ayrıca eski Arap alfabesinde de okuyamayacakları için tarihleriyle, hafızalarıyla olan bağlarını tamamen yitireceklerdir. Bu da Cumhuriyet’in arzuladığı, olması için binbir türlü çaba gösterdiği bir durumdur. Bu nedenle Beşikçi’ye göre, Harf İnkılabı her şeyden önce Kürtlere karşı hayata geçirilmişti.
Beşikçi “Cumhuriyet Kürdlere Ne Kazandırdı?” başlıklı yazısında da aşağı yukarı aynı fikirleri dile getirse de, bir kesit paylaşmak isterim, şöyle diyor:
“1928 Harf İnkılâbı’nın, Kürdlere olumsuz etkilerinden söz etmek gerek.
Kürdlerin eğitim kurumları medreselerdi. Ve medreselerde eğitim Kürdçe yapılırdı. Arapça, Farsça öğretimi, Kur’an, Fıkıh, Hadis öğretimi Kürd diliyle yapılırdı. Cumhuriyetle birlikte hem medreseler, hem de Kürdçe yasaklandı. 1928 Harf İnkılâbı, Kürdlerin geçmişle bağının kopartılmasında büyük bir rol oynadı. Devlet, Cumhuriyetle birlikte, herkesin Türk olduğunu, dünyada, Kürd diye bir kavim olmadığını söylüyor, Kürdçe diye bir dil olmadığını vurguluyor, Harf İnkılâbı da Kürdlerin geçmişle bağını kopartarak Kürdler arasında, özellikle gençler arasında bu düşüncenin gelişmesine yol veriyor. Harf İnkılâbı’nın Kürdler ve Türkler bakımından anlamı elbette çok farklıdır. Harf İnkılâbı’yla Türkler de örneğin, Osmanlı geçmişlerinden kopartılıyor ama Türklerin önüne yepyeni bir geçmiş, ilk çağlara, tarihsel kökenlere inen bir geçmiş konuluyor. Ama Kürdler de aynı tarihsel geçmiş içinde, aynı kökenler içinde değerlendiriliyor. Asimilasyon sürecinde, Kürdçe’nin ve medreselerin yasaklanmasıyla, zihinleri boş olan Kürd çocuklarına pürüzsüz bir şekilde, Türk geçmişi vermenin yolu açılıyor. Zihinler bembeyaz bir kâğıt gibi. Kâğıda ne yazarsan gerçek o gerçek olmuş oluyor. Harf İnkılâbı’nın, Kürd aydınlarının çatışmalarda öldürülmesi, geriye kalanların cezaevlerine konulması, sürgün edilmesi veya firara zorlanmasıyla birlikte değerlendirilmesi gerekir. O zaman Harf İnkılâbı’nın Kürd toplumunda yarattığı yıkımı daha iyi anlamak mümkün olabilir. Geçmişle bağ koparılınca, Türkleştirme operasyonları daha yoğun bir şekilde, daha pürüzsüz uygulanabiliyor. Örneğin, Kürdler geçmişten koparılınca, yeni nesiller, Kürdistan, Kürd Teavün ve Tarakki Gazetesi, Roji Kürd, Hetawe Kürd, Jin gibi yayınlardan, da, Kürd örgütlerinden de haberleri olmuyor.”
Beşikçi’nin fikirleri böyle ve anlaşılacağı üzere Kürd kelimesini kullanırken de özellikle d harfiyle yazılanı tercih etmesinin nedenini de böylece anlamak mümkündür.
Ancak bu T ve D harflerinin yazımı aslında Türkçeyle ilgili veya Türkçeye içkin de bir tartışmadır ve üstelik olay sadece bu iki harfle sınırlı da değildir. Örneğin B ve P için de benzer bir durum var; yani sert ünsüzler ve yumuşak ünsüzler diye bir ayrım var Türkçede ve kelimelerin ek alması durumuna göre bir uyum söz konusu oluyor; ya da böyle gerekçeler ileri sürülüyor. Ancak Musa Anter’in hatıralarında aktardığı bir olaya bakılırsa, işin aslı epey farklı… Evet, yine doğrudan Mustafa Kemal ile ilgili ve hatta onun kültürel tercihiyle ilgili; ancak vaziyet biraz daha farklı. Anter’in Hatıralarının ikinci cildinde yazdıklarından aktarayım…
Anter, 1954’te Diyarbakır’daki Turistik Palas otelinin idare müdürüdür, otelde pek çok meşhur isim kalıyor, onlardan biri de daha çok romancı kimliğiyle tanınan Türkçü Kemalistlerden Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur; Anter’in onunla ilgili anısını da yazmıştı. Anter’in aktardığına göre, aralarında geçen bir sohbette Karaosmanoğlu, Türkçenin sadeleştirilmesi mevzusunda, yani Harf İnkılabı sırasında “d” harfinin nasıl “t”ye, “b” harfinin de nasıl “p”ye dönüştüğünden söz etmişti. Anter’in hatıralarından olduğu gibi aktarayım:
“Otuzlu yıllarda Atatürk’ün emriyle ben [yani Yakup Kadri Karaosmanoğlu], Falih Rıfkı Atay ve Hamdullah Suphi Tanrıöver, Türk dilini sadeleştirmeye memur edildik. Çalışıyoruz, bir gün Falih Rıfkı, Atatürk’ün bir emrini bize getirdi. Emir şöyle: Falih Rıfkı, ‘Arkadaşlar Atatürk buyurdu ki Türkçede ‘d’ ile biten kelimeler ‘t’ ile bitecek ve ‘b’ ile bitenler ‘p’ ile bitecek. Ben ve Hamdullah Suphi itiraz ettik. Öyle şey olur mu, dedik. Falih, emir kulu idi. ‘Vallahi, emir böyle. İsterseniz siz kendisine söyleyin!’ dedi. Ben, peki, dedim ve akşam sofrada [yani meşhur rakı sofralarının birinde] Atatürk’e, ‘Sayın Paşam, Falih böyle söylüyor, olur mu?’ dedim. ‘Niye olmaz be Yakup?’ dedi. ‘Paşam, mesela benim adım Tevrat’ta, İncil’de, Kuran’da ‘Yakub’dur. Böyle beynelminel bir adı nasıl değiştiririz?’ diye açıklamadım. ‘A be, kim sana beynelminel ad al dedi be Yakup!’ dedi. Baktım ki kararı karardır, vazgeçtik. Meğer kendi şivesi Trakya ve Selanik şivesi idi. Onlar, kelimenin sonlarını ‘p’ ve ‘t’ ile bitiriyorlar. Ve işte böylece bugünkü Türkçemiz, Trakya şivesine döndü.” (M. Anter, Hatıralarım (2. Cilt – Yön Yayınları), sy: 95-96)
Anter’in Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan aktardıkları böyle ve duruma bakılırsa, Kürd’ün Kürt olmasının nedeni de Mustafa Kemal’in Trakya şivesini tercihiyle doğrudan ilgisi kurulabilir ve hatta komik de bulunabilir. Ancak öbür yandan İsmail Beşikçi’nin söylediklerine dikkat kesilirse, olup bitenler hiç de komik değil ve aksine Kürdlerin asimilasyonunun bir parçası olarak ele almak gerekiyor…