Ermeni Soykırımından birkaç yıl önce, soykırımın mimarlarından “İttihatçıların tartışılmaz lideri Talat Paşa, “Vramian adlı bir Ermeni aydınına Kürtleri asimile etme projesinden bahsetmekteydi.” Bunun üzerine bir dönem Erzurum mebusu olan Armen Garo (Karekin Pastırmacıyan) Talat Paşa’ya “Neyle? Hangi kültür ile? Tarihinizi bilmiş olsaydınız bu saçma açıklamada bulunmazdınız. Farslılar, Romalılar, Araplar, Bizanslılar. Eğer bunlar Kürtleri asimile edemediyseler, siz nasıl edeceksiniz?” diye sormuştu (Dündar 2010:77).
Doğrusu, Ermeni vekilin sözleri, tarihsel bir hakikate işaret ediyor görünse de, söz konusu dönemde birlikte oturup kalktığı Talat Paşa liderliğindeki İttihatçıların korkunç planlarını hafife almak gibi tarihsel bir naifliği ve daha da beteri öngörüsüzlüğü ve tedbirsizliği ifade ediyordu. Zira Farslıların, Romalıların, Arapların, Bizanslıların yapamadığını İttihatçılar yapmak niyetindeydiler ve çok değil, sadece birkaç yıl sonra önce Ermenileri ve bir yıl sonra da Kürtleri tehcir ve soykırıma tabi tutacaklardı. (Bu arada Garo’nun başka “tarihsel yanılgılarına” dair bir okuma için bkz. Koptaş 2014)
İttihatçılar 1913’ten sonra Kürtlerle ilgili sosyolojik tetkiklere başlamış ve böylece Kürt-Kürdistan bilgisini oluşturmaya çalışmışlardı (Daha sonraki yazı ve podcastlerde bunun detaylarından söz edeceğim). Bizzat Ziya Gökalp’in başkanlığında yürütülen bu çalışmalar, Ermeni vekilin “Neyle?” sorusunun yanıtını da oluşturuyordu. Yanıtlardan biri ve belki de en öne çıkanı iskân ya da tehcir siyasetiydi ve bu, Ermeni katliamından hemen sonra gerçekleştirilen ve bu katliam kadar olmasa bile oldukça dramatik sonuçları olan tamamen bir toplumsal ve etnik mühendislik çabasıydı.
İttihatçıların Kürtlere karşı hayata geçirdikleri tehcir planı, tespit edilebildiği kadarıyla, tehcirin dramatik sonuçlarının hâlâ sürdüğü 1918 ve 1919 yıllarında Kürt basınında yer almaya başlamıştı. Daha sonra belirteceğim üzere, 1918’deki yayınlarda Kürtlerin yaşadığı insanî dram aktarılırken, bunun İttihatçıların planlı siyasetiyle ilgisinin çok kurulmadığı anlaşılıyor. Buna karşın 1919’daki yayınlarda İttihatçıların planlarının deşifre edilmeye başlandığı görülüyor. Örneğin 9 Şubat 1919 tarihli Kurdistan dergisinde Abdülvahid imzasıyla yayımlanan yazıda, uyandıklarında başlarının ucunda “başka bir bayrak” görmek istemiyorlarsa Kürtlerin artık uykularından uyanmaları gerektiği kaydedildikten sonra, aksi durumda Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşananların kaçınılmaz olacağı vurgulanıyordu. Peki, neydi bu yaşananlar? Yazıda şöyle deniyor:
“Bu kederli harpte Ermeniler tarafından dört yüz bin nüfusumuzun katliam edildiğini ve yine bir o kadar nüfus zorunlu olarak iltica ederken Türkleştirmek sevdasıyla öteye beriye gönderilerek açlıktan öldürüldüklerini bu küçük, zavallı milletlerin müdafacılarına anlatmalıyız. Davaları kuru bir laf değilse bir milyona yakın olan şehit ulularımızın önünde hürriyetimizi istediğimiz zaman bizi başkalarına mahkûm etmezler. İşte bu vazife Kürt büyüklerine, ulu kalemine bilhassa muhterem Kürdistan cemiyetine düşer… Kürtlerde tarihi bir ırka, bir vatana, bir tarihe maliktir. Daima Kürdistan’ın özgürlüğüne susamış bir kavimdir. (Koç 2018:327; Malmîsanij 2020:62-63)
Bu yazıdan kısa süre sonra bu kez Celadet Alî Bedirxan Serbestî gazetesinin 22 Şubat 1919 tarihli sayısında “Kürdler ve İttihâd Siyaseti” başlıklı yazısıyla olup bitenlere dikkat çekiyordu. Bedirxan, İttihatçıların Birinci Dünya Savaşı sırasında, “Dersim gibi bazı yerlerde Kürdleri imha ettiğini, örneğin ‘fâcianın kudretli ve azametli aktörlerinden olan bir vali’nin icraatı müteakip, ‘Ermeniler gibi devlet hâini olan Kürdlere öyle bir tırpan atdık ki’ dediğini yazar.” (Malmîsanij 2020:28-29)
Burada Celadet Alî Bedirxan’ın sözünü ettiği vali, muhtemelen Birinci Dünya Savaşı’na girilirken Erzincan Valiliğini yapan ve Dersim’deki 1916 “isyanının” kanlı bastırılması sırasında III. Ordu komutanı olan Vehip Paşa’dır. Kazım Karabekir söz konusu dönemde Ruslardan geri alınmasından sonra Erzincan’a gittiğini ve Vehip Paşa’nın Dersim için kendisine şöyle dediğini de aktarır: “Burası vahim bir çıbandır. Şimdiye kadar sarf olunan paranın ve dökülen kanların had ve hesabı yoktur.” (Karabekir 2011:595) Bu arada Vehip Paşa’nın bu sözleri sarf ettiği sırada Diyarbakır’da görevli olan ve haliyle kendisiyle ortak hareket eden Mustafa Kemal, 1937-38 soykırımından önce Dersim için “çıban” demişti. Bu örnek de, bir kez daha Cumhuriyet döneminde Kürtlere karşı işlenen soykırım siyasetinin nasıl İttihatçılardan devralındığını gösterir.
Celadet Alî Bedirxan ile Abdülvahid’in sözünü ettiğim yazılarından yaklaşık iki ay sonra, Kurdistan dergisinin 3 Nisan 1919 tarihli 5. sayısında bu kez “Kurmanc Aşiretlerinden Dersimli Sertip Sabri Süleyman” imzasını taşıyan “Tarihten Bir Sayfa / Müşahede Ettiğim Olaylar” başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Sabri Süleyman, yazısına şu cümleyle başlıyordu:
“Pekiyi biliyorum ki Ermeni göçünden sonra 3 Mayıs 1332’de [16 Mayıs 1916] Kürd göçü başlamıştı.” (Veroj 2015:258)
Sabri Süleyman bu yazısında tam da 1916’daki Kürt tehciri sırasında karşılaştığı dramatik manzaradan söz ediyor. Bu yüzden yazdığı tarih oldukça önemlidir. Zira sözü edilen tarih, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kürt Tehciri veya Kürtlere karşı planlanan iskân siyasetini hayata geçirmeye başladıkları dönemdir. 1, 2 ve 4 Mayıs 1916 tarihlerinde üç önemli tamim (genelge) ya da talimatnameyle Ermeni soykırımının planlayıcısı ve uygulayıcısı olan Dahiliye Veziri “Talat Paşa Kürt nüfusuna ilişkin belirlenen İttihatçı politikayı vali ve mutasarrıflara” bildirmişti (Dündar 2010:412). Bu planın ayrıntılarından birazdan söz edeceğim.
Sabri Süleyman, yazısında İttihatçıların planının detaylarından söz etmiyordu; ama Ermenilerden sonra sıranın Kürtlere geldiğini gayet açık biçimde ortaya koymuştu. Özellikle yaşananların Zo ve Lo meselesi üzerinden aktarılmış olması dikkate değerdir. Yaygın olarak pek çok kişi, “Zo’ların (Ermenilerin) kökünü kuruttuk, sıra Lo’larda (Kürtlerde)” sözünün Mustafa Kemal’in emriyle 1921’de Koçgiri’de katliam yapan Sakallı Nureddin Paşa tarafından söylendiğini iddia eder ve kaynak olarak Nuri Dersimi’yi (1952) işaret eder. Ancak Zo ve Lo meselesinden bahseden muhtemelen ilk kişi, Dersimi’den en az 30 yıl önce Sabri Süleyman’dı (Bu konuyla ilgili detaylı bir okuma için bkz. Fırat 2024). Sabri Süleyman, tehcirle ilgili aktardığım giriş cümlesinden hemen sonra şunları yazıyordu:
“Bir gün Harput’ta okuldan gelirken hükümet memurlarından bir kaçı yol üzerinde konuşuyorlardı. Yanlarından geçtiğim esnada sözlerin arasında ‘Zo diyenler bitti, sıra lo diyenlere geldi’ cümlesini işittim. O anda zihnim altüst oldu. Koşa koşa eve geldim, meseleyi pederime anlattım. Onlar da benim gibi heyecanlandılar. Bu esnada kendi kendime şöyle diyordum: Ey zavallı masum millet!…” (Veroj 2015:258; Ayrıca bkz. Koç 2018:180-181)
Sabri Süleyman, bu sözlerinden sonra bu “zavallı masum millet”in, yani Kürtlerin Osmanlı zamanında Türklerle nasıl birlikte savaştıklarını, hatta daha o dönemde, Birinci Dünya Savaşı sırasında da pek çok cephede birlikte “Allahu Ekber” diyerek savaşmaya devam ettiklerini belirtiyordu. Ve ardından Sabri Süleyman ağlayarak “bu kadar çabanın meyvesini koparmayı hak etmişken, birkaç sersem ve zalimin kurbanı mı olacaksın?” diye soruyordu. Elbette örneğin kendi tanık olduğu üzere “Munzur, Peri, Palu suları ihtiyar erkek ve kadın ile genç çocuklardan ibaret cesetlerle” dolmuşken, genç kızlar “iffet ve namuslarına tasallut edildikten sonra vahşice” öldürülürken, “Türkçe bilmez, mezalimin her türlü zahmetine katlanmış bu zavallıların ciğerleri susuzluktan” yanıyorken; bu zulüm, birkaç sersemin ya da yine kendi ifadesiyle “bir takım canavar tabiatlı jandarma erleri”nin işi değildi. Nitekim Sabri Süleyman da şöyle yazıyordu:
“Şu söylediklerim, müşahedelerimin pek az bir kısmını teşkil ediyor. Muhterem Abrurrahim Efendi’nin dediği gibi, Ermeni katliamı ve tehcirinden sürekli bahsediliyor da Kürdlerden bahseden yok. Hakikaten bu sahada kalem oynatılsa ciltler dolusu yazı yazmak icap eder. … Yalnız şurasını hatırlatmak isterim ki Erzurum’dan, Kars’tan Savuçbulak’a kadar o cennet diyarı sakinlerinin çoğulu teşkil eden Kürd aşiretlerinin bugün acaba yüzde kaçı kalmıştır? Ve kalanlar ne haldedir? Burada Ermenilerin Kürdlere tatbik etmiş oldukları katliamlardan, İttihad hükümetinin yok etme politikasından uzun uzadıya bahse lüzum görmüyorum.” (Veroj 2015:260)
Sabri Süleyman’ın da belirttiği gibi ve bu yazıda da aktardığım üzere Abdurrahim Efendi gibi başka bazı isimlerin de söz konusu dönemde Jîn ve Kurdistan dergilerinde bu tehcirden ve mezalimden söz ettikleri görülebilir. Bunlardan biri, Sabri Süleyman’ın yazısının da yayınlandığı derginin aynı sayısında, Kurdistan dergisinin 3 Nisan 1919 tarihli 5. sayısında, “Dâhiliye Nazırı Cemal Bey Efendi Hazretlerine Açık Mektup” başlığıyla yazısı yayınlanmış olan “Mehmed” adlı bir yazardır. (Bu arada bu kişi Bedirxanî Osman Mehmed ya da Muhammed olabilir, ki bu isimle Kurdistan dergisinin aynı sayısında ve başka sayılarında yayınlanan yazılar da var. Bkz. Veroj 2015; Koç 2018)
“Mehmed”in yazısında “Tehcire gelince: Tehcir Ermenilere mahsus değildir. Bilhasa Ermenilerin tehciri bir kere olmuş ise Kürtlerin tehciri sürekli tekrar etmiştir” deniliyordu. Ardından bu yazıda “Muhacirin Müdiriyet-i Umumiyesi tarafından” yayınlanmış olan ve “Kürt muhacirlerine mahsus” olduğu kaydedilen “yönetmeliğin iki maddesi” aktarılıyordu. Bu iki madde, Kürtlerin Türkleştirilmesi amacıyla Türklerin yaşadığı bölgelere serpiştirilmesi ve Kürt ileri gelenlerinin halkla irtibatlarının kesilmesi ile ilgiliydi. Daha sonra sözünü edeceğim üzere, 1933’te Celadet Alî Bedirxan’ın ve son yıllarda ise bazı araştırmacıların detaylarıyla ortaya koydukları bu talimatname ya da İttihatçıların Kürt tehciri planı, muhtemelen ilk kez bu yazıda deşifre edilmişti. Detaylarını birazdan aktaracağım.
“Mehmed”in yazısında ayrıca söz konusu yönetmeliğin “Kanun-i Esasi’nin özüne muhalif” olduğu, yani dönemin anayasasına aykırı olduğu belirtilerek, bu sürgün yönetmeliğinden “Acem Ahmed Ağayef, Kürt Ziya Gökalp [ve] Yahudi Tekin Alpler” sorumlu tutuluyordu (Koç 2018:180).
Kürt tehciriyle ilgili Sabri Süleyman ve Mehmed’in yazılarının yayınlandığı Kurdistan dergisinin 5. sayısında Bedirxanî Osman Muhammed de “Hûlyaperverane Teşebbüsat” başlığıyla bir yazı yazmıştı. Muhammed, Kürtlerin “Yere düşen beş yüz bin şehidi” defnettiklerini ve fakat “müstakil bir idare ile baskıya çalışan İttihat ve Terakki’ye hizmet” etmediklerini ve “her vakit İttihat’a muhalif” bulunduklarını belirtiyordu. Bu sözleriyle bir bakıma İttihatçıların Kürt tehcirinin ya da düşmanlığının nedenine işaret eden Muhammed, ardından şunları yazıyordu:
“İttihat ve Terakki Hükümeti’nin daimi göç kararına mahkûm oldular. İki düşman iki ateş arasında kaldılar. Göç ettikleri yerlerde sürüklendiler. Zulüm dört taraftan hücum ediyordu.”
Yazısının devamında Kürtlerin her şeye rağmen boyun eğmediklerini vurgulayan Muhammed, o dönem popüler olan milletlerin kaderlerini tayin hakkıyla ilgili Wilson Prensiplerine atıfta bulunuyordu. Ona göre, “mağdur olan her millet” gibi Kürtler de “vatan hukukunu ve milli hukukunu tayin ve iadesini cihan mahkemesine terk etti. Cihan mahkemesi herhalde tetkikat ve tahkikatı neticesinde her mağdurun hakkını teslim edecektir.” (Koç 2018:183)
Ama ne yazık ki, olan olduğuyla kaldı; kimsenin mağdurların, hele ki Kürtlerin hakkını hukukunu falan teslim ettiği yoktu, hala da yok… Nitekim Osman Muhammed, 20 gün sonraki yazısında, 22 Nisan 1919 tarihli Kurdistan dergisinde “Kürt Mültecileri Ne Olacak” başlığıyla yayınlanan yazısında bu gerçeği bizzat kendisi dile getirecekti. Muhammed bu yazısında, hem Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri İtilaf devletlerinin ilgisizliğini hem artık olmayan Osmanlı yönetiminin riyakârlığını hem de dönemin Türkçü basınının duyarsızlığını eleştiriyordu. Şöyle yazmıştı:
“İtilaf devletleri, göçebe köşelerinde aç, çıplak, inleyen Osmanlılara dost yardımlarını uzatarak sırasıyla Ermeni, Arap, Rum muhacirlerini senelerden beri hasretini çektikleri vatanlarına, yavrularına kavuşturdular. Fakat hala aç, çıplak süründürülen Kürt kardeşlerimiz mazlum halde bulunacaklardır. Binlerce senelerden beri Osmanlı sancağı altında birlikte olduğu milletlere nazaran her hususta fazla bir vatanperverlik ve fedakârlık gösteren milyonlarca Osmanlı’nın hayatını, namusunu tehdit eden Rusya’ya karşı seksen yaşındaki ihtiyarından altı yaşındaki gencine kadar bütün kahramanlarıyla hudutlarda muhafızlık eden ve her sene millet hazinesine milyonlarca lirasını vererek Osmanlılığa olan sadakat ve yurtseverliğini ispat eden ve bunlara mukabil pek çok hukukunun Osmanlı idaresi altında çiğnendiğini gördüğü halde bu baharda mı Musul’un, Sivas’ın, Konya’nın Ankara’nın kötü ahırları içinde taşlar, çamurlar üzerinde inleyecekler? Yevmiye birkaç yüz hatta bin kişinin iaşelerini kendi sofralarında, istirahatlarını kendi konaklarında, tekkelerinde temin eden ve şimdi muhacir oldukları yerlerde ekmeği en adi bir insandan, beş parayı en hain bir düşmandan bekleyen hanedan büyükleri, ulema, şeyhler bu baharda mı dilendirilecekler? Gazeteci beylerimiz ne vakit Türkçülüğü unutarak, Kürt ismini Kürt mağdurlarını baş makalelerine geçirecekler? Osmanlı Hükümeti Kürdün de sefaletine nihayet vermeye vaktiyle yerlerine tarlalarına kavuşturulup ziraatlarına yardım etmeği en mühim bir vazife olarak tanımalıdır. Zira Kürdün bu millete bu vatana hizmeti büyük hem pek büyüktür.” (Koç 2018:181)
Osman Muhammed’in Kürtlerin 1916 tehciri hem de Birinci Dünya Savaşı koşullarında yaşadıkları trajediye dair yazdıkları böyleydi ve buna benzer yazılar esasında birkaç ay öncesinde Jîn dergisinde de yayınlanmıştı.
Örneğin Jîn dergisinin 11. sayısında Abdurrahim Rahmi imzasıyla yayımlanan “Kürd Mühacirlerinden Ne Kalmış” başlıklı yazıda Erzurum, Bitlis ve Van illerinin göç etmek zorunda kalmış “halkının uğradıkları zulüm ve haksızlıklara” işaret ediliyordu. “İlgililerin acıma dikkatlerini çekme” ve “insanseverlik iddiasında bulunan tüm insanların acıma duygularını uyandırma” amacıyla istatistiki bilgileri de paylaşan dergiye göre, bu üç ilden Adana, Ankara, Halep, Bursa, Diyarbakır, Suriye, Sivas, Kastamonu, Konya, Harput, Musul, Urfa, İzmit, Eskişehir, Bolu, Samsun, Balıkesir, Kayseri, Niğde ve Maraş’a göç etmek zorunda kalanların toplam sayısı 418 bin 504’tü (Bozarslan (ed.-ter.) 1986:511).
Dönemin önde gelen Kürt milliyetçilerinden Memdûh Selim Beg de Jîn’in 19. sayısında “Hawar-İmdat” başlıklı bir yazı yazmış ve dört yıllık savaşın ortaya çıkardığı yıkımın ardından Kürt muhacirlerin yaşadığı dramı konu etmişti. Selim Beg, olup bitenleri daha ziyade lanetlenmesi gereken savaşın bir sonucu olarak değerlendirirken, yaşanan yoksulluğa, açlığa, sefalete, hastalıklara dikkat çekiyordu ve yurtlarına geri dönmek isteyen yüzbinlerce kişiye yardım edilmesi çağrısında bulunuyordu. Çünkü ona göre, Kürt muhacirlerin yurtlarına dönmesi güzeldi ve fakat bu durumda döndüklerinde bulabilecekleri şey yine yoksulluk ve sefalet olacaktı; bu nedenle “yarının Kürdistan’ı tehlikede” idi (Bozarslan (ed.-ter.) 1987:836-837-838).
Dönemin genç Kürt milliyetçilerinden olan ve 1925’te Şeyh Said İsyanı nedeniyle idam edilen Kemal Fevzi de Jîn dergisinin 24. sayısında “Tükenmeyen Dert” başlıklı bir yazı yazmıştı. “Bir zamanlar zengin ve yeşil otlaklarında sürüler otlayan, korularında sanki bugünün matemlerini ezelden anar gibi dertli kavallar ağlayan, zümrüt koruları beyaz küheylanların derin kişneyişleriyle çınlayan Kürd’ün soylu aileleri”nin savaş nedeniyle yaşadığı dramı anlatan Fevzi, Osmanlı askerlerinin Kürt muhacirlere yönelik kötü muamelelerine değinmekle birlikte, özellikle yoksulluk, açlık ve sefaletin boyutlarını tüyler ürpertici detaylarla aktarıyordu. Öyle ki, Fevzi, fahiş fiyatlara satılan hayvan kanına veya öğütüp yemek için sokağa atılmış kemiklere ve çok daha beteri açlık ve sefaletten ölen yakınlarının etlerine muhtaç hale gelen ve bunlarla hayatta kalmaya çalışan insanların hikâyesini yazıyordu (Bozarslan (ed.-ter.) 1988:1015-1016).
Anlaşılacağı üzere, Jîn dergisi, yayın yaptığı sırada güncel olan Kürt muhacirlerin dramını savaşın korkunç, ama kaçınılmaz bir sonucu olarak değerlendiriyordu; bir yandan savaşın Kürdistan’da yarattığı yıkımı aktarırken, öbür yandan yardım ve dayanışma amacıyla Kürtlerin ilgisini çekmeye çalışıyordu. Ancak bu dramın sorumlusu olan İttihatçıların herhangi bir planına işaret edilmiyordu, daha ziyade Kürdistan’ı işgal etmiş olan Rus Çarlığı sorumlu tutuluyordu. 1919 tarihli Kurdistan dergisindeki yazılarda ise olup bitenlerin politik mahiyeti, daha doğrusu İttihatçıların Kürt tehciri planı çok daha belirgin biçimde aktarılıyordu. Benzer içerikteki yazılar, 1930’ların başında Celadet ve Süreyya Bedirxan kardeşler tarafından da kaleme alınmıştı ve olup bitenler çok daha detaylı biçimde anlatılıyordu.
Xoybûn Cemiyeti’nin bir yayını olan ve Dr. Bletch Chirguh imzasıyla yayımlanan, ama aslında Süreyya Bedirxan tarafından yazıldığı belirtilen 1930 tarihli kitapçıkta İttihatçıların Kürtlere yönelik hazırladığı ve hayata geçirdiği iskân planından ve tehcirden söz ediliyordu. Kitapçıkta Turancı bir imparatorluk yaratma emellerini gerçekleştirebilmeleri için İttihatçıların Ermeni, Kürt ve Pers engelini aşmak istedikleri ve bunun için de Ermenileri yok etmeye, Kürtleri asimile etmeye ve daha sonra da Perslere karşı koyabilme araçlarını incelemeye karar verdikleri kaydediliyordu. Kürtlerin din-İslâm hassasiyetiyle Türklerle hareket etmelerinin Turancı İttihatçıların asimilasyon planlarını hayata geçirmelerini kolaylaştırdığı belirtilen kitapçıkta, daha da önemlisi Rus Çarlığının Birinci Dünya Savaşı zamanında Kürdistan’ı işgal etmesinin, bunun Kürtlerde yarattığı korkunun ve bu korkunun İttihatçılar tarafından propaganda malzemesi yapılmasının etkilerine de dikkat çekiliyordu. Nihayetinde savaş devam ederken İttihatçıların asimilasyon siyasetlerine devam ettiği, Rus işgalinden kaçan yüzbinlerce Kürdü Türkleştirmek için iskâna tabi tuttuğu ve bunun trajik sonuçlara yol açtığı aktarılıyordu. Kitapçıkta İttihatçıların bu planına dair paylaşılan en önemli veri ise bizatihi iskân kanunu ile ilgiliydi, şöyle deniyordu:
“Halife Sultan Reşat’a bu konuyla ilgili on maddelik özel bir kanun imzalatıldı. Bu yasa gereğince Kürtler topraklarından sürülecek ve Türk vilayetlerine yönlendirileceklerdi. Bu Kürtler Türk köylerine, orada yaşayan nüfusun % 5’i oranında dağıtılacaklardı. Önemli olan kişiler ve reisler şehirlerde yerleşmek zorunda bırakılacak, kendi aralarında veya diğer Kürtlerle ilişki kurmaları kesin olarak yasaklanacaktı.” (Chirguh 2009:50)
Bu kitapçıktan sadece üç yıl sonra, 1933’te bu kez bir dönem Xoybûn Cemiyeti’nin liderliğini de yapmış olan (1928-1932) Celadet Alî Bedirxan, Mustafa Kemal’e yazdığı meşhur mektubunda aynı plandan söz edecekti (Bedırhan 1973). Ayrıca Bedirxan, bir yıl sonra Herekol Ezizan adıyla yazdığı ve 1934 tarihli İskân Kanununa dair oldukça teferruatlı bir değerlendirmeyi içeren yazısında da aynı plana ve üstelik yeni Cumhuriyet’in 1934 tarihli kanunu ile İTC’nin iskân ve tehcir siyaseti arasındaki sürekliliğe dikkat çekecekti (Bedirxan 1997).
Mustafa Kemal’e yazdığı mektubunda Birinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Cephesinde görevde iken İttihatçı komutanların Turancı-ırkçı muamelelerini örneklerle aktaran Bedirxan, bu zihniyet sahiplerinin Kürtlere yönelik tehcir ve asimilasyon planını da anlatıyordu. Bedirxan da bu plan dahilinde Sultan Reşat’a “tasdik ettirildiğini” söylediği kanunun gerekçesini ve içeriğini şöyle açıklıyordu (Yazım ve imla hataları korunmuştur):
“Bu plana nazaran Kürtler taktil değil temsil kısmına dahil olan milletler meyanında idiler. Kürt unsuru, Yeni Turan, güzel ülkeye giden yolun üzerinde yaşayan bir millettir. Türkleştirilmeleri mühim, belki müstacel ve her halde derecei vücutta idi. Kürtlerin temsiline bir de kanun yapıldı…
“Mezkur kanun vilayeti şarkiye ismiyle yad olunan Kürdistan’da sakin halk yani Kürtler o araziden kaldırılarak garbe yani Türk vilayetlerine nakil ve ahali kısmı mahalli nüfusun %5 ini tecavüz etmeyecek surette Türk köylerine tevzi, beyler, ağalar ve şeyhler ise derecei ehemmiyetlerine göre vilayet, liva ve kaza merkezlerine iskan olunacaklardı. Ahalinin bey, ağa ve meşayih ile münasebeti tamamiyle kesilecekti. Bu suretle Kürtlerden tahliye edilecek olan Kürdistan’a da şuradan buradan getirilecek olan Türkler yerleştirilecekti. Bir iki batın sonra Türkler arasında ve onlara karışarak lisan ve adetlerini kaybedecek olan Kürt muhacirleri Türkleşecekti.”
“Komite [İTC] merkezinde tanzim olunan planın Ermenilere ve Kürtlere ait olan kısmı[nın] mevki tatbike kondu[ğuna]”, “Ermeni tehciri esnasında taktile alışmış olan muhafız kuvvetler[in] bu alışkanlığı bazen Kürtler üzerinde de tatbik” ettiklerine, örneğin Kafkas cephesine giden subayların Ermenileri ve Kürtleri kastederek “gelirken Zo’ları bitirdik, dönüşte nöbet Lo’ların” dediklerine ve böylece bu fikrin “adeta umumileşmiş” olduğuna dikkat çeken Bedirxan, Kürt tehciri sırasında yaşanan dramı bizzat tanıklığıyla aktarıyordu:
“Mütarekeyi müteakip İstanbul’a avdetimde muhacirin müdüriyet kayıtlarında yapmış olduğum tetkikata nazaran Kürdistan’dan 650.000 kişilik bir nüfus Batı Anadolu vilayetlerine sevkolunmuştu. Cepheye giderken Toros geçitlerinde bu muhacirlerden kafileler görmüştüm. Uzaktan öbek öbek toplanmış insan kümelerine benzer bu kafilelerin yanına gittiğim zaman görüyordum ki bunlar soğuktan taş kesilmiş (donmuş) insan heykellerinden başka bir şey değildiler. Vatanlarından çıkarılan bu insanların büyük bir kısmı bu suretle yollarda hastalıklardan, açlıktan ve soğuktan mahvolmuşlardı.
“1919 senesinde Kürdistan’a seyahatım esnasında, Halep’te bu kafilelerden birine rastladım. Memlekete geri dönüyorlardı. Kendilerinden aldığım malumata göre memleketten 485 kişi olarak çıkarılmış. Geri döndüklerinde yalnız 255 kişi kalmışlardı.” (Bedırhan 1973:20)
***
Kuşkusuz, Birinci Dünya Savaşının yol açtığı yıkımdan ve dramdan en fazla nasibini alan bölgelerin başında Kürdistan geliyordu. Doğu cephesindeki Rusya-Osmanlı, Güney cephesindeki Fransa-İngiltere-Osmanlı savaşlarının cereyan ettiği coğrafya esasında Kürdistan’dı. Özellikle insanî dramın büyük boyutlarda yaşandığı mıntıkalar Rusya ile savaşın yürütüldüğü bölgelerdi. 1916 yılı itibarıyla Osmanlı’ya karşı tamamen üstünlük sağlayan Rus Çarlığı hem Kuzey hem de Doğu Kürdistan’ın büyük kısmını kontrol altına aldı. Bu iki bölgede çatışmalarda yaşanan can kayıplarının yanı sıra sivil insanların kayıpları da korkunç boyutlara ulaştı. İttihatçıların Kürt tehciri vesilesiyle Birinci Dünya Savaşının Kürdistan’da yarattığı yıkım konuşulduğunda çoğunlukla Kuzey Kürdistan’daki duruma dikkat çekilse de, esasında Doğu ve hatta Güney Kürdistan’ın bazı bölgelerinde Rus ile Osmanlı orduları arasında yaşanan çatışmaların ve işgalin sonucunda ortaya çıkan manzara çok da farklı değildi. “Her iki ordunun da kullandığı aşırı sert yöntemlerin sonucunda bütün bölge harap oldu ve halk sefalet içinde yaşayan kölelere döndü. Çarpışmalar sırasında katledilmeyenlerin çoğu evsiz ve yiyeceksiz kalmıştı. Binlerce insan açlık ve hastalıktan öldü.” Örneğin bu zulümden kaçıp Doğu Kürdistan’ın Urmiye kentine sığınan Kürtler, buradaki Amerikalıların aktardığına göre, “yapılan yardımlara rağmen sinekler gibi öldüler.” Öbür yandan Rus cephesinde yer alan ve acısı hala taze olan soykırımın intikamını almak isteyen Ermeni grupların Kürtlere yönelik katliamları söz konusuydu. Kuzey Kürdistan’daki pek çok katliamın yanı sıra örneğin soykırımla ilgisi olmayan Güney Kürdistan’taki Rewanduz bölgesinde bile iddialara göre beş bin Kürt erkek, kadın, çocuk öldürülmüştü. Bunun gibi pek çok başka örnekten söz etmek de mümkün (Jwaideh 2014:252-253-254).
Hem insanlara karşı acımasız davranan hem de insanların hayatta kalmak için ihtiyaç duydukları bütün kaynakları tüketen Rus ve Osmanlı ordularının zulmünden kaçan yüzbinlerce kişi çoğunlukla Batıya, Osmanlı’nın merkezine doğru gidiyordu. Bir şekilde hayatta kalabilen yüzbinlerce Kürt açlık, hastalık ve sefalet içinde canını kurtarmaya çalışırken, öbür yandan İttihatçılar aslında kendilerine destek veren bu Müslümanları korumakla ilgilenmiyordu. Bırakın ilgilenmeyi, aksine gerçek olan Rus tehdidini Türkleştirme siyasetinin başarısı için Kürtler arasında propaganda ettikleri ve böylece Kürtlerin yurtlarını terk etmelerini sağladıkları bile kaydedilebilir (Bozarslan 2005a). 1918-1919 tarihli Kürt yayınlarında yayınlanan yazılarda da belirtildiği üzere İttihatçılar yok olup giden Kürtlere acımadıkları gibi, geride kalanların dertlerine çare bulmakla da uğraşmıyorlardı. Nihayetinde bütün acımasızlığıyla devam eden savaşa rağmen onların Kürtlerle ilgili planları vardı ve Kürdistan’ın adeta Kürtsüzleşmesiyle sonuçlanan yıkım ve zorunlu göç İttihatçılara planlarını hayata geçirmeleri için fırsat sunmuştu. 1918 tarihli Kurdistan dergisinde kısmen deşifre edilen, 1930’ların başlarında Celadet ve Süreyya Bedirxan kardeşlerce detaylı biçimde anlatılan İttihatçıların Kürt tehciri planından söz ediyorum.
Yüzbinlerce Kürt Sivas, Urfa, Antep, Maraş gibi Kürdistan’ın görece Rus tehdidinden uzak batı kentlerine yığılırken, bu arada Osmanlı’nın Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) ve Ermeni soykırımının planlayıcılarından ve uygulayıcılarından olan Talat Paşa, bu kez Kürtler için mesai yapıyordu. Kürtlerin belli kentlere yığılmaları üzerine örneğin 1916’nın hemen başlarında “Talat Paşa Konya, Kastamonu, Ankara, Sivas, Adana, Aydın ve Trabzon vilayetleriyle Kayseri, Canik, Eskişehir, Karahisar, Niğde’de yaşayan Kürtlere ilişkin, ‘tafsilatlı malumat alma’ya” girişmişti (Dündar 2010:410). Talat Paşa şu bilgilerin peşindeydi: “Bölgelerin nerelerinde kaç Kürt köyü var? Bunlar kendi dillerini mi konuşuyor, kendi kültürlerini mi yaşıyorlar? Türk köyleri ve köylüleriyle ilişkileri nasıl?” (Üngör 2016:201) Öbür yandan da Kürt ve Arapların yoğun yaşadığı bölgelerdeki Türklerin nüfus oranı araştırılıyordu. İttihatçılar 1915’teki gizli nüfus sayımıyla Kürtlerin sayısını belirlemeye çalışmış, aşiret haritasını oluşturmuştu; Ziya Gökalp öncülüğünde de Kürt ve Kürdistan bilgisi oluşturulmaya çalışılmıştı. Kürt tehciriyle yapılan da toparlanan bu bilginin gereğinin yerine getirilmesiydi.
Bu arada 1913’te kurulan İskân-ı Aşair ve Muhacirîn Müdüriyeti de, Aşair ve Muhacirîn Müdüriyet-i Umumiyesi adıyla yeniden teşkilatlandırılmıştı. Asimilasyon merkezi haline getirilen bu müdürlük, Nisan 1916’da Rus işgal bölgelerinden ne kadar Kürdün göç ettiğine dair veriler toplamaya başlamıştı. Talat Paşa da bu sırada “gelişmeleri kontrol etmek amacıyla tekrar, sürgünlerin nasıl ve nereye yapıldığını, sürgündeki Kürtlerin Türkçe konuşmaya başlayıp başlamadıklarını” soruyordu (Üngör 2016: 201). Bir ay sonra ise, Mayıs 1916’nın ilk günlerinde, “Talat Paşa Kürt nüfusuna ilişkin belirlenen İttihatçı politikayı vali ve mutasarrıflara” bildirmişti.
“Üç tamim ile Anadolu’yu iki bölgeye ayırarak, Kürtlerin iskânına ayrılan ‘Türklerin yoğun olduğu ve Türklerin iskânına ayrılan ‘Kürdlerin yoğun olduğu’ bölgeler diye gruplandırır. Buna göre ilk tamim Diyarbekir, Sivas, Ma’muretü’l-aziz ve Erzurum gibi Rus bölgesinin sınır bölgelerine gönderilir. İkinci tamim öncelikle Türkleştirilmesi gereken bölgeler olarak Musul, Urfa, Maraş ve Ayintab bölgelerine gönderilir. Üçüncüsü de, Ankara, Konya, Hüdavendigar, Kastamonu, Kayseri, Niğde ve Kütahya bölgelerine, Kürtlerin serpiştirilmesi planlanan bölgelere gönderilir.” (Dündar 2010:412)
İskân siyasetini planlayan ve gelişmeleri günü birlik takip eden Talat Paşa, yereldeki yetkililerin emirlere tam uymasını ve muhacirlere karşı acıma gibi hislerle hareket ederek inisiyatif kullanmamalarını emrediyordu. Bu iskân siyasetiyle Kürdistan’ın Türkleştirilmesi amaçlanırken, özellikle Urfa, Antep, Diyarbakır, Erzurum, Sivas, Musul ve Maraş gibi Rus işgali dışında kalmış bölgelere Türk nüfusun yerleştirilmesi ve gerekli yardımların yapılması isteniyordu. Öbür yandan da sevk edilen Kürtlerin çoğunlukla Ankara, Kastamonu, Kayseri, Niğde, Kütahya, Eskişehir, Konya, Amasya ve Tokat gibi Türk nüfusun yoğun yaşadığı illere ve bunlara bağlı ilçelere yerleştirilmesi emrediliyordu. Kürtlerin iskânı sırasında serpiştirme yöntemi esas alınıyordu; çünkü Talat Paşa’ya göre, aksi halde “Kürtlerin ‘adet ve milliyetlerini muhafaza iderek yine gayr-ı müfid [faydasız] bir unsur halinde kalmalarına imkân bırakılmış’ olacaktır.” Buna izin vermemek için, halk ile aşiret reisleri, şeyhler, mollalar ve nüfuzlu şahısların ayrı ayrı iskân edilmesine, bunlar arasındaki ilişkilerin kesilmesine ve Türklerin yoğun yaşadıkları bölgelere serpiştirilecek Kürtlerin oranının da “hiçbir şekilde yerli ahalinin % 5’ini tecavüz etmemek üzere” belirlenmesine önem veriliyordu. İskân siyasetiyle Kürtlerin Türkleştirilmesi o kadar detaylı planlanmıştı ki, örneğin kitlesel sevkiyatlar sırasında geride kalan ihtiyarlar, sakatlar, hastalar, kimsesiz kadın ve çocuklar bile unutulmamıştı; bunların da bulundukları bölgelerde Türklerin arasında serpiştirilmesi isteniyordu. Bütün bu işlemlerin ardından ise belirlenen bölgelere iskân edilmiş Kürtlerin Rus işgali bitse bile geri dönüşlerine izin verilmeyeceğinin ve Kürdistan’a yerleştirilmiş Türklerin de aynı şekilde yerlerinden kaldırılmayacağının altı çiziliyordu (Dündar 2010:413-414-415; Üngör 2016: 198-199-200; Ayrıca bkz. Dündar 2002; Dinç 2009).
Son yıllara kadar gerek Türkiye’nin inkârcı siyasetinin oluşturduğu engeller, gerek Ermeni Soykırımının oluşturduğu ağırlık, gerekse de bizatihi Kürtlerin ilgisizliği dolayısıyla pek gündeme getirilmeyen ve tartışılmayan 1916-1917 tarihli Kürt Tehciri ve hatta bana göre soykırımından etkilenen nüfusun oranı hakkında ne yazık ki net bir rakam vermek mümkün görünmüyor. Aktardığım üzere, Kürt tehcirinin bir bakıma devam ettiği 1918’de Jîn dergisi sadece Bitlis, Van ve Erzurum kentlerinden göç etmek zorunda kalanların sayısını 418 bin 504 olarak aktarıyordu. 1919 tarihli Kurdistan dergisinin aktardığım yazılarında bir milyondan da söz edilmişti. Celadet Alî Bedirxan, 1918’deki araştırmasından hareketle 650 bin kişinin göçertildiğini yazmıştı. Pek çok Kürt kaynağından hareketle Hamit Bozarslan’a göre ise, “Birinci Dünya Savaşı yıllarında 700 bin Kürdün başka yere nakledildiği veya topraklarını terk etmeye zorlandığı birçok kereler doğrulanmıştır.” (2005a: 209) Aynı rakamı paylaşan Uğur Ümit Üngör de, bu 700 bin sürgünün “yaklaşık olarak yarısı”nın öldüğüne dair kaynaklara işaret ediyor. Üngör ayrıca, her ne kadar sürgüne katılanların sayılarını belirlemenin güç olduğunu belirtse de, öte yandan Maliye Nazırlığına göre göçmen mültecilerin toplam sayısının bir milyon olduğunu da aktarıyor (2016:208). Fuat Dündar ise bu konuda şunları kaydediyor:
“Kürt mültecilerin sayısın belirlemek için, öncelikle Rusya’nın işgal ettiği bölgelerin savaş öncesi 2,3 milyon Müslüman nüfus barındırdığı hatırlanmalıdır. … Hesaplanan toplam mülteci sayısı, Ekim 1916’da 702.900, 17 Aralık 1916’da 1.077.155 ve Mart 1918’de 1,5 milyon olarak zikredilir. Savaş sonrası AMMU [Aşair ve Muhacirin Müdir-i Umumi], resmî kayıtlara geçen yardım edilen mülteci sayısını ise 902.865 olarak açılar. Ancak tüm bu iltica, sevkiyat ve iskân sırasında gerçekleşen insan kayıpları konusunda bir rakam verilmez.” (2010:418)
Konuyla ilgili yaptığı araştırmada özellikle Türkçü tarihçilerin Kürt tehcirini nasıl gizlediğini örnekler üzerinden anlatan Namık Kemal Dinç de, benzer veriler paylaşır. Bunlara ek olarak, Dinç’in aktardığına göre, 1818 yılında Kürt tehcirini organize etmekle görevli kurum olan Aşair ve Muhacirin Müdir-i Umumi’nin başında bulunan “Hamdi Bey kayıtlara geçen mülteci sayısının 825.991 kişi olduğunu, ancak kayıtlara geçirilemeyenlerin hesaba katıldığında bunun bir buçuk milyonu bulduğunu açıklar.” Ayrıca dönemin bazı gazetelerinde yer alan benzer verileri de paylaşan Dinç, “mültecilerin sayıları hakkında net, somut rakamlara ulaşmak neredeyse imkânsızdır” dedikten sonra ekler:
“En önemli sorunlardan birisi de hayatını kaybeden insanlar hakkında hiçbir istatistikî verinin bulunmaması, kaydının tutulmamış olmasıdır. Tahmini rakamların Çanakkale Savaşı’nda ölenlerin iki mislini işaret ettiğini düşündüğümüzde yollarda açlıktan, susuzluktan, soğuktan, saldırılardan ölenlerle birlikte mültecilerin sayısı hayli artmaktadır. Dolayısıyla verilen rakamlar okunurken bütün bunlar göz önünde bulundurulmalıdır.” (2009:223)
Bütün bu dram sürerken I. Dünya Savaşının 1918’de bittiği ilan edildiğinde İttihatçıların yönetimindeki Osmanlı da yenilmiş ve dağılmıştı. Ancak buna rağmen Kürtlerin iskânından vazgeçilmiyordu. Örneğin 1918’de iskân edilmiş kişilerin veya mültecilerin yurtlarına geri dönüşlerine dair bir talimatname yayınlanmış ve fakat her ne kadar iskân siyasetinden vazgeçildiğine dair yorumlara konu olmuşsa da bu talimatnamenin 24. maddesi aslında durumun pek de öyle olmadığını ortaya koyuyordu:
“Devletçe, bulundukları mahallerde iskan-ı kat’i mu’amelesine tabi’ tutulanlar, hükumetce iskan idilerek emlak ve arazice halen sahih ve bu sene içün zer’iyyatı (ziraatı) bulunanlar … şimdilik i’ade idilmeyecek ve bunlara hiçbir suretle vesika verilmeyecektir.” (Dinç 2009:232)
İlgili Podcast Yayını
https://www.youtube.com/watch?v=ZYVg1iXhXic
Kaynakça
Bedırhan, Celadet Ali (1973). “Mektup” / Mümtaz Mütefekkir CELADET ALİ BEDIRHAN’ın (Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine) Yazdığı Açık MEKTUP. (Naşiri: Dr. M. Nuri Dersimî). Halep
Bedirxan, Celadet Ali (1997). Kürt Sorunu Üzerine. İstanbul: Avesta Yayınları
Bozarslan, Hamit (2005a). Türkiye’de Kürt Milliyetçiliği: Zımni Sözleşmeden İsyana (1919-1925). Abbas Vali, Kürt Milliyetçiliğinin Kökenleri içinde. İstanbul: Avesta Yayınları
Bozarslan, M. Emin (ed.-ter.) (1986). Jîn / Kovara Kurdî-Tirkî / Kürdçe-Türkçe Dergi / 1918-1919. Cild III. Uppsala: Weşanxana Deng
Bozarslan, M. Emin (ed.-ter.) (1987). Jîn / Kovara Kurdî-Tirkî / Kürdçe-Türkçe Dergi /1918-1919. Cild IV. Uppsala: Wexanxana Deng
Bozarslan, M. Emin (ed.-ter.) (1988). Jîn / Kovara Kurdî-Tirkî / Kürdçe-Türkçe Dergi /1918-1919. Cild V. Uppsala: Wexanxana Deng
Chirguh, Dr. Bletch (2009). Kürt Sorunu – Kökeni ve Nedenleri. İstanbul: Avesta Yayınları
Dersimi, Vet. Dr. M. Nuri (1952). Kürdistan Tarihinde Dersim. Halep: Ani Matbaası
Dinç, Namık Kemal (2009). 20. Yüzyıl Kürt Göç Hareketlerinde Birinci Dalga: Kürtlerin Yeniden İskânı ve Kürt Mülteciler Meselesi. İstanbul: Toplum ve Kuram, Kitap Dizi, Sayı: 1
Dündar, Fuat (2002). İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası (1913-1918). İstanbul: İletişim Yayınları
Dündar, Fuat (2010). Modern Türkiye’nin Şifresi / İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918). İstanbul: İletişim Yayınları
Fırat, Nuri (2024). Zo’lar ve Lo’lar Meselesi: İlk Kim, Neden Söyledi? https://www.kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-292
Jwaideh, Wadie (2014). Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi Kökenleri ve Gelişimi. İstanbul: İletişim Yayınları
Karabekir, Kazım (2011). I. Dünya Savaşı Anıları. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
Koç, Yunus (2018). Osmanlının Son Döneminde Yayımlanan Kürtçe Dergilerde Kimlik ve Siyaset Tartışmaları (1900-1920). Doktora Tezi. T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı.
Koptaş, Rober (2014). Herkesin Kaybettiği İddia. https://www.agos.com.tr/tr/yazi/7713/herkesin-kaybettigi-iddia
Malmîsanij, M. (2020). 1925’ten Önce Ayrılma Taraftarı Kürt Örgütleri. İstanbul: Vate Yayınları
Üngör, Uğur Ümit (2016). Modern Türkiye’nin İnşası / Doğu Anadolu’da Ulus, Devlet ve Şiddet (1913-1950). İstanbul: İletişim Yayınları
Veroj, Seîd (2015). Mehmed Mîhrî Hîlav û Kovara Kurdistan. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları