Nuri Fırat: Kürtçenin Geleceği; Bir Dil Neden Ölür?

Yazarlar

Tarihler 8 Ekim 1992’yi gösterdiğinde, Tevfik Esenç adında yaşlı bir adam yaşamını yitirdi. Ancak hayata gözlerini yuman sadece Esenç değildi, onunla birlikte sadece onun konuştuğu ana dilleri de toprağa düştü, hayata veda etti. 

Esenç, Osmanlı’nın son dönemlerinde Kafkasya’dan göç edip Anadolu’ya yerleşen Ubih toplumundandı ve zaman içinde Esenç, Ubih dilini konuşan tek kişi oldu ve onun ölümüyle birlikte Ubih dili de kaybolmuş oldu. Profesör Georges Dumezil’in sözleriyle söyleyecek olursam; “Söz gelimi Latincenin Roman dillerini doğurarak dağılmış olduğu söylenebilir. Ama Ubih dili, hayır. Dağılmadı. Kaybolacak, hepsi bu.”

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü yani UNESCO’nun yayınladığı dil atlasına göre, aslında sadece ölüp giden Ubih dili değil. Durum daha vahim. Örneğin sadece Türkiye’de son yüzyıl içinde, Ubih dili gibi Kapadokya Yunancası ve Mlahso dilleri de yok oldu. 

Ayrıca UNESCO’nun Tehlike Altındaki Dünya Dilleri Atlası’na göre, Türkiye’de 18 dil veya lehçe tehlike altında, yani yok olmakla karşı karşıya. Bunlar arasında Kürtçenin Dimilki veya Zazaca lehçesi ile Hertevin, Gagavuzca, Ladino, Süryanice, Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontus Yunancası, Romani, Adige, Kabar-Çerkes dilleri de -bulunuyor. 

UNESCO verilerine göre, dünya genelinde 7 bin civarında dil konuşuluyor, ancak 2 bin 500 civarında dil, konuşan sayısı çok azaldığı için yok olma tehlikesi altında. 200 civarında dilin konuşanına ulaşmakta zorluk çekiliyor ve 1950’den bu yana kaybolan dil sayısı 250’den fazla. 

Yok olan dillerden veya yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan diller ve lehçelerden söz etmişken, ayrıca Kürtçeye dair bazı veriler paylaşmak isterim. Çünkü esas konumuz bu. 

Türkiye’de bir zamanlar, nüfus sayımı yapılırken, kişilerin konuştuğu diller de soruluyordu ve buradan hareketle Türkiye’nin etnik haritası oluşturuluyordu. Bahsettiğim zamanlar, 1927-1965 arasındaki yıllar. 

Evet, kulağa inanılmaz ya da ilginç gelebilir. Ne de olsa Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Türkiye’nin resmi politikası Türklük üzerine inşa edildi ve bu çerçevede Türkiye’de Türk’ten başka etnik veya milli topluluğun olmadığı ileri sürüldü. 

Ancak bu resmi politika ve bunun için devreye konulan uygulamalara rağmen, devlet yetkilileri de biliyordu ki, evet, Türkiye’de Türk’ten başka etnik ve milli gruplar da var. Bu yüzden, akla gelebilecek her türlü siyasi, kültürel, ekonomik, askeri, adli, ideolojik, propagandatif tedbire başvuruldu; epey trajik meseleler yaşandı. 

Nihayetinde amaç belliydi; Herkes Türk olacaktı ve bu yüzden “Vatandaş Türkçe Konuş” sloganında ifadesini bulan bu resmi politika her zaman yürürlükteydi. Muhtemelen, nüfus sayımlarında insanların konuştuğu ana dillerinin sorulması da bu politikanın yürütülmesi için verilerin elde edilmesi amacından kaynaklanıyordu. Yani asimilasyon politikalarının ne kadar başarılı olup olmadığının ve buna göre yeni tedbirlerin nasıl alınacağının belirlenmesi amaçlanıyordu. 

Ancak 1965’ten sonra artık nüfus sayımlarında insanların konuştukları dil sorulmadı. Bu da muhtemelen, resmi politikayla çelişen durumun farkına varılmasıyla ilgiliydi. Yani bir yandan herkes Türk deniliyordu, öbür yandan insanların ana dilleri soruluyor ve böylece farklı etnik grupların varlığı kabul ediliyordu. Bu absürtlük elbette resmi politikanın gerçeğiydi ve halen de bir şekilde sürdüğü de söylenebilir. 

Şimdi, 1927-1965 yılları arasında yapılan sayımlara göre Kürtçenin durumuna dair bazı verilere bakalım. 

Resmi nüfus sayımlarında görülen verilere göre, 1927’de ana dilini Kürtçe olarak ifade edenlerin sayısı 1 milyon 184 bin 416. Daha sonra 1935, 1945, 1955, 1960 ve 1965’te de sayımlar yapılıyor. Bu sayımların tamamında Kürtçe konuşanların sayısında bir artış gözleniyor, ancak öyle abartılı bir artıştan da söz etmiyorum. Nihayetinde 1965’teki nüfus sayımı verilerine göre, Türkiye’de Kürtçe konuşan nüfusun oranı 2 milyon 219 bin 504. 

Bu durumda, bu yıllardaki Türkiye’nin toplam nüfus oranı göz önüne alındığında, “1927-1965 nüfus sayımlarında Kürtçe konuşan nüfusun toplam nüfus içindeki payı[nın] %9-7 arasında” değiştiği görülüyor. Bu verilere göre, Kürtçe bugün de olduğu gibi, Türkiye’de en çok konuşulan ikinci dil konumundadır. (Bütün bu veriler için bkz. Aslan ve diğerleri 2013:130-131)

Elbette bahsettiğim bu rakamlar resmi rakamlar ve herkesin Türk olduğunu, bırakın milleti veya etnik yapıyı, Kürt diye bir varlığın dahi olmadığını vaaz eden bir devletin resmi kuruluşlarınca elde edilen bu rakamların güvenilirliği kuşkusuz şüphelidir. Kaldı ki, başka resmi kuruluşların verilerine bakıldığında da ortada tutarsızlık olduğu görülebilir. Örneğin 1965’teki nüfus sayımına göre Kürt nüfusunun oranı 2 milyon 219 bin 504 olarak kayda geçirilirken (Aslan ve diğerleri 2013:136-137), İsmail Beşikçi’nin dönemin “Köy İşleri Bakanlığı ve Devlet İstatistik Enstitüsü’nün derlediği” verilerden hareketle aktardığına göre ise, “Doğu Anadolu’da yaşamakta olan 6 milyona yakın nüfusun % 53.2’si, yani 3 milyondan çoğu Kürtçe konuşmakta” idi, “yani Kürttür.” (1970:376) Elbette Beşikçi’nin de dikkat çektiği üzere, “bu rakamların doğruluğu tartışma konusudur”; “örneğin, Hakkâri gibi illerde yerli olmayan üç – beş devlet memurundan başka, herkes Kürtçe konuşmaktadır.” Bölgeye gönderilen sayım memurlarına da Kürtçe konuşan nüfusun oranının az gösterilmesi ve hatta “% 90’ı tek kelime Türkçe bilmeyen bölge halkı[nın] Türkçe konuşur” şeklinde kaydedilmesi istenir (Beşikçi 1970:376-378). Nihayetinde burada aktardığım veriler, kayıt altına alınabilmiş resmi verilerdir ve Kürt nüfusunun bu oranlardan çok daha fazla olduğu söylenebilir; hatta o dönem itibarıyla Beşikçi’ye göre 4.5-5 milyon civarındadır (1970:377). 

Bununla birlikte bir gerçeği de gözden kaçırmamak gerektiğini düşünüyorum: Nihayetinde devlet, bu rakamları tespit ederken, örneğin Kürt milliyetçilerinin iddialarına yanıt olarak Kürt nüfusunun ne kadar az olduğunu ispatlamaya çalışmıyor; zaten bu nüfusun varlığını inkâr ediyor. Bunun yerine asimilasyon politikalarının başarı düzeyini ölçmek amacıyla bu oranların tespit edildiği söylenebilir ki, bu durumda rakamları mümkün mertebe gerçekçi biçimde tespit etmeye çalıştıkları da aslında kabul edilebilir. 

Ancak yine de bu resmi rakamların sorunlu olduğu kuşkusuzdur. En basitinde söz konusu dönemlerde nüfus sayımını yapanların Kürt illerinin her yanına ulaşıp ulaşmadıkları bir sorundur. O dönemlerin teknik, iletişim, ulaşım vesaire imkânlarının kısıtlı olduğu ve Kürt toplumunun da kırsal yoğunluklu yaşadığı göz önüne alındığında, muhtemelen tespit edilebilen rakamların büyük oranda kolayca ulaşılabilen şehir merkezleriyle sınırlı olduğu varsayılabilir. 

Bu durumda nüfus sayımlarında elde edilen oranlar, Türkiye’de gerçekte ne kadar kişinin Kürtçe konuştuğunu net olarak anlamamıza izin vermiyor. Dolayısıyla Kürtlerin toplam nüfusu hakkında bir fikir yürütmek de imkânsız. Nihayetinde o zamanlarda, örneğin 1950’li ve 60’lı yıllarda Türkiye’deki Kürt nüfusunun oranı ne kadar olduğuna dair kesin bir rakam yok. Bazı kaynaklara bakıldığında, Beşikçi gibi 4-5 milyon diyen de var, 8 milyon, 10 milyon, 15 milyon ve hatta 20 milyon diyen de var. Bu sorun günümüzde de devam ediyor. Hala da net olarak bugün Türkiye’deki Kürt nüfusunun oranını bilmiyoruz. Bazı araştırmalar var tabi; mesela Konda Araştırma Şirketi’nin yaptığı bir anket… En son 2018’de Konda tarafından yapılan anketin sonucuna göre, Türkiye’deki 82 milyon nüfusun 13 milyondan fazlası kimliğini Kürt olarak dile getiriyor. 

Elbette bu oran Kürt milliyetçilerinin iddialarının yanında epey az kalıyor. Rahatlıkla söylenebilir ki, Türkiye’deki Kürt nüfusunun oranını 20 milyondan aşağı hesaplayan herhangi bir Kürt milliyetçisine veya siyasetçisine rastlamak çok zor. 

Peki, bugün 13 milyon, 20 milyon veya 25 milyon olarak hesaplanan Kürtlerin ne kadarı Kürtçe konuşuyor? 

Bu sorunun yanıtı ve başka bazı bulgular için de başka bir araştırmanın sonuçlarına bakalım. 

Kürt Çalışmaları Merkezi isimli düşünce kuruluşu ve Rawest Araştırma Şirketi, Nisan 2022’nin başlarında “Dil Haritası” adıyla yürüttükleri proje kapsamında yaptıkları anketin sonuçlarını kamuoyuyla paylaştı. 

Urfa, Mardin, Diyarbakır ve Van’da 5 bin 96 kişiyle yapılan araştırmanın sonuçları, esasen Kürtler arasındaki ana dile olan duyarlılığın düzeyini ortaya koyuyor. 

Bu çerçevede, ankete katılanların yüzde 73.8’i Kürtçenin ikinci resmi dil olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtiyor, okullarda ana dilin öğretildiği derslerin olması gerektiğini savunanların oranı ise 79,8. 

Ayrıca Kürtlerin yoğun yaşadığı şehirlerde belediyelerde Kürtçe hizmet verilmesini isteyenlerin oranı da yüzde 80,8 olarak ölçülmüş. 

Ankete katılanların yüzde 90’a yakın bir kısmı Kürtçeyi farklı düzeylerde de olsa konuşabildiklerini ve anlayabildiklerini dile getiriyor. Ancak katılımcıların ebeveynleri ve çocuklarıyla Kürtçe konuşma oranları arasındaki önemli bir farkı da ortaya koyuyor aynı araştırma. Buna göre, ebeveynlerle ana dilde konuşma ile çocuklarla konuşma oranları dörtte üçe yakın azalıyor.

Diyarbakır örneğine bakalım… Bu ankete göre, Diyarbakır’daki katılımcıların üçte biri ebeveynleriyle konuşurken sadece ana dilini, yüzde onu ise sadece Türkçe kullanıyor. Eş / sevgili ile konuşurken ise sadece ana dil kullanma oranı yüzde 12,8’e geriliyor, sadece Türkçe kullanımı ise yüzde 20’ye yükseliyor. Geriye kalanları da her iki dilde… Yani aşkın dili Diyarbakır’da Türkçe olmuş durumda ve elbette yeni nesil çocuklar ve gençler arasında ana dilde konuşmanın da paralel biçimde azaldığını tahmin etmek zor olmuyor. 

Son bir veri daha paylaşıp bu bahsi kapatmak istiyorum. Ocak ve Şubat 2022’de Türkiye’deki Kürtler arasında bir konu epey gündem olmuştu. Pek çok kurum, kişi ve siyasetçi ilk ve orta öğretim kurumlarında, yani okullarda öğrencilerin seçmeli Kürtçe dersini seçmesi için bir kampanya yürütmüştü. Ortaya çıkan sonuca bakıldığında, dönemin Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer’in verdiği bilgilere göre, 2021-2022 eğitim-öğretim yılında 20 bin 265 öğrenci seçmeli dil olarak Kürtçeyi tercih etmişti.

Konuyla ilgili olarak rakamlar böyle, bol bol rakamları paylaştım, şimdi de bu rakamlardan veya verilerden hareketle bazı sonuçları ele alalım. 

Birincisi; ele alınan bütün rakamlar net olarak Türkiye’deki Kürt nüfusunun oranı hakkında bir veri sunmak için yeterli değil. Bununla birlikte, Türkiye’deki Kürt nüfusunun tahminen 15-25 milyon aralığında olduğu değerlendiriliyor. Gerek 1965’e kadarki resmi nüfus sayımlarının, gerekse de son birkaç yılda yapılan araştırmaların sonuçlarından hareketle, Kürtçe konuşan nüfusun oranının yıllara göre arttığı görülebiliyor. 

İkincisi; “Kürtçe konuşan nüfusun oranı” diyorum, bu ifadeden esasında bizzat gündelik hayatın her alanında aktif biçimde Kürtçe konuşan bir nüfustan söz etmiyorum. Aksine bir kimlik beyanı olarak bu ifadeyi ya da Kürt dilini belirtenlerden bahsediyorum. Çünkü konuşma oranlarına geldiğimizde durum biraz daha farklılaşıyor. 

Buradan hareketle üçüncüsü; yıllar içinde Kürtçe konuşan Kürt nüfusunun oranında aslında sistematik biçimde bir düşüş olduğunu kaydetmek mümkündür. Yani Kürt nüfusu, başka bir ifadeyle Kürtçeyi ana dili olarak beyan edenlerin sayısı artarken, bunun aksine Kürtçe konuşma oranları azalıyor. 

Dördüncüsü; dikkat çektiğim bu dramatik vaziyeti biraz daha açmak isterim. 

Devletin esasında siyaseten olmasa da, özellikle dilsel olarak asimilasyon politikasında önemli bir başarıyı yakaladığını söylemek gerekir. Siyaseten Kürt kimliği ve diline sahip olma bilinci yüksek olsa da, Kürt dilinin konuşulması anlamında benzer bir durumdan söz etmek zordur. 

Aynı evde farklı diller meselesi… Biraz önce Rawest Araştırma Şirketi’nin verilerini paylaşmıştım. Buna benzer verileri Handan Çağlayan (2014) yıllar önce paylaşmıştı. Çağlayan, çarpıcı bir araştırma yapmış ve aynı evde kuşaklar arasında ana dilinin konuşulmasından doğan farklılıklara dikkat çekmişti. Üç kuşak üzerinden çekilen resim şöyleydi ve bu büyük oranda gerçektir: Büyükbaba ya da büyükanne çoğunlukla tek dillidir, yani Kürtçe konuşur. Onların oğul veya kızları iki dillidir, yani Kürtçe ve Türkçe konuşur. Ancak bu orta kuşak büyükbaba veya büyükanneyle Kürtçe konuşurken, kendinden sonraki kuşakla, yani çocuklarıyla daha çok Türkçe konuşuyor. Dolayısıyla genç veya çocuk kuşağı çoğunlukla tek dillidir, yani Türkçe konuşur. Evet, çoğunlukla ebeveynlerle Kürtçe, yani ana dilde, ancak çocuklarla Türkçe konuşuluyor. Bu olayın bir yanı ve devletin yüzyılı bulan asimilasyon siyasetinin bir başarısı olarak okunabilir. 

Eğitim kurumları, iskân uygulamaları ya da zorunlu göçertmeler, ekonomik nedenlerden dolayı süregelen Batı’ya göç, 1990’dan sonra özellikle kitle iletişim araçları gibi çok sayıda faktör, hatırı sayılır oranda Kürt’ün en azından dilini unutması çerçevesinde Türkleştirme projesinin başarıya ulaşmasında etkili oldu. 

Konuyla ilgili bir başka veri de şöyle: Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin araştırmasına göre sadece Kürtçe bilenlerin oranı 2012 itibarıyla 2 milyon civarındaydı. Önemli Kürt nüfusu Kürtçe-Türkçeyi biliyorken, Kürtçeyi tamamen unutanların oranının ise Batı metropollerinde yoğun olmak üzere göz ardı edilemeyecek düzeyde olduğu kaydediliyordu. (DİTAM araştırması için bkz. Evrensel gazetesi, 13.04.2012; Ayrıca bkz. Çağlayan 2014)

Bunları belirttikten sonra beşinci hususa gelirsem; gerek gündelik hayatta Kürtçenin hakim hale gelmesi, gerek ana dilde eğitim hakkının elde edilmesi ve Kürtçenin resmi düzeyde tanınması, gerekse de Kürtçenin korunup geleceğe taşınması amacıyla dil aktivizmi düzeyinde kayda değer bir çaba görülüyor. Ancak ne yazık ki, siyaseten Kürtçeye dair duyarlılığı arttıran bu tür aktivizm örneklerinin, pratikte Kürtçenin gündelik hayatta hakim hale gelmesinde aynı olumlu sonuçları elde ettiğini söylemek biraz zor görünüyor. 

Bu noktada dilbilimci Sami Tan’ın söylediklerini aktarmak ve bir hususu eklemek isterim. Tan’a göre, “ulus-devlet bakış açısına göre devlet dili olmayan ya da resmi olarak statüsü bulunmayan diller, sadece konuşma dili olarak kalmaya mahkûm olan dillerdir.” (Tan 2012:126)

Tan’ın söylediklerine ek olarak, aslında devlet dili olmayan ya da resmi olarak statüsü olmayan diller, konuşma dili olarak bile imkânlardan yoksun hale geliyor ve yok olmaya mahkûm oluyor. 

Ve altıncısı; dikkat çektiğim bütün veriler, esasında hem bir dilin, buradaki örnekte Kürtçenin kullanılması, korunması ve geleceğe aktarılması için umutlu veriler sunuyor, hem de gündelik hayatta kullanımı giderek azalan bir dilin yok olma tehlikesi altında olduğuna dair umutsuz bir tablo çiziyor. 

Buradan hareketle bir dilin neden öldüğüne ya da ölebileceğine dair bir başlık açalım. Aslında verileri paylaşırken kısmen de olsa bazı hususlara değinmiştim, ancak burada biraz daha derli toplu konuya bakmakta yarar var. 

İnternette şöyle bir arama yaptığınızda, örneğin karşınıza NTV’nin sitesi çıkarsa, orada bir dilin yok olmasının nedenleri hakkında şöyle bir izahla karşılaşırsınız: 

UNESCO tarafından kaybolan diller arasında gösterilen Hertevin (Hértevin) dili, Siirt Pervari’nin Ekindüzü köyünde sadece 4 kişi tarafından akıcı konuşulabiliyor. Daha önce Keldani Katolik Kilisesi’ne bağlı Süryaniler tarafından kullanılan Kuzeydoğu Aramice veya Süryanice ailesine üye Hertevin dili, Süryanilerin Avrupa’ya göç etmeleri nedeniyle yok olmaya yüz tuttu. 

NTV, Hertevin dilinin karşı karşıya kaldığı yok olma tehlikesinin nedeni olarak Süryanilerin Avrupa’ya göç etmesini gösteriyor. 

Ya da benim gibi daha ciddi araştırmalara girişirseniz mesela, başka benzer depolitize izahlarla da karşılaşabilirsiniz. Dil politikaları, daha doğrusu Kürtçeye dair dil politikaları hakkında geniş bir araştırma yapmış ve bunu “Politikanın Kürtçesi” adıyla kitaplaştırmıştım (Everest Yayınları, 2015), burada paylaştığım verilerin önemli bir kısmını da bu kitaptan aldım. 

Kitabımda da yer verdiğim üzere, National Geographic dergisi, 2012 yılında, 135. sayısında, Yok Olan Sesler konulu bir inceleme dosyası yayımladı. Türkiye’deki dillerin durumunun da masaya yatırıldığı bu dosya kapsamında Özge Akkaya’nın “Peri Kızının Dileği” başlıklı yazasına yer verildi. 

Akkaya yazısında “Dilbilim dünyasının en güvenilir indekslerinden biri olan Ethnologue”nin verilerine dayanarak “Türkiye’de 34 yerel dilin yaşadığını” kaydediyor ve UNESCO’nun dikkat çektiğimiz verilerinden hareketle de Türkiye’de kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya olan dillere işaret ediyordu. 

Bu arada bir parantez açayım; Peter Alford Andrews 1989 yılında yayımlanan “Türkiye’de Etnik Gruplar” adlı kitabında, Türkiye’deki etnik grup sayısını 42 olarak bildirmişti. Anlaşılacağı üzere kaç etnik grup veya kaç farklı yerel dil konuşan topluluk olduğuna dair de kesin bir rakam bildirmek zor. 

National Geografic’teki Özge Akkaya’nın yazısıyla devam edeyim. Akkaya, Türkiye’deki dillerin karşı karşıya bulunduğu kaybolma tehlikesinin nedenini büyük oranda “işlev yitimi” çerçevesinde izah ediyordu. Diller arasında farklılık göstermekle birlikte işlev yitimine yol açtığı iddia edilen ortak neden şu cümlelerde bulunabilir: 

“Köyünden şehrin göbeğine geldiğinde tanıdığın araç gereçlerin, kavramların hiç birini bulamıyorsun etrafında… Böyle olunca da şehirdeki hayatına yetmeyen anadille olan bağ kopuyor.” 

Kürtçenin lehçesi olduğu halde ayrı dil olarak kodladığı Zazacanın yaşadığı tehlikenin (ya da işlev yitiminin) nedenini bu şekilde izah eden Akkaya’nın tehlikedeki diğer diller için de benzer çerçeveyi kabul ettiği söylenebilir. 

Göç olgusunun, şehirleşme ve küreselleşme gibi süreçlerin dilin ölümü üzerinde doğrudan etkili olduğu kabul edilebilir, ancak bu süreçlerin bünyesel olarak adil olmayan egemenlik koşullarını barındırdığı da bir gerçektir. Buna karşın, Zazaca konusunda anlaşıldığı üzere, Akkaya depolitize bir süreç anlatısı tercih ediyordu. Türkiye örneğinde dil ölümleri konusunda bu tür bir izahatta bulunulması bile dil ölümlerine meşruiyet kazandırma çabası olarak kuşku uyandırır; dolayısıyla daha ikna edici bir çerçeveye ihtiyaç vardır. Nihayetinde dillerin yaşadığı durumun depolitize betimlemesi, birazdan söz edeceğim üzere, maruz kalınan dilkırım uygulamalarının görmezden gelinmesini, normalleştirilmesini veya araştırma konusu yapılmamasını ifade eder.

Nitekim daha ikna edici bir izahın ihtiyaç olduğu hissedilmiş olmalı ki, Akkaya, Batı Ermenicesinin yok olma sürecine dair bazı imalarda bulunuyordu. Akkaya, gazeteci Pakrat Estukyan’a dayandırarak, “Batı Ermenicesinin içinde bulunduğu durumun insanların etnik kimliğini inkâr etme isteğiyle doğrudan bir ilişkisi olduğunu” belirtiyordu ve Estukyan’ın şu sözleriyle bu durumu açıklığa kavuşturmaya çalışıyordu: “İstemiyorlar çünkü Ermeni kimliğinin zorlu bir kimlik, ağır bir yük olduğunu düşünüyorlar. Bugün Türkiye Ermenilerinin büyük bir kısmı Ermeni görünmek istemiyor.”

Ermeni kimliğinin zorlu bir kimlik ve ağır bir yük oluşunun Batı Ermenicesi üzerinde nasıl tarihsel – politik etki bıraktığına ya da bu kimliğin neden bu hale geldiğine dair tek ipucu olarak ise Akkaya, 1915 Tehcir Yasası’nı işaret ediyordu. Akkaya, bu yasanın Batı Ermenicesinin “duraklama ve hatta gerilemesinde” “bir kırılma noktası” oluşturduğunu söylemekle yetiniyordu. 

Açık ki, Ermenilerin veya NTV’nin haberinden hareketle Hertevin dilini konuşanların kimliklerini “inkâr etmeleri”nin olağan bir süreç olmadığı, bu tek ipucundan hareketle de sorgulanabilir ve açıklığa kavuşturulabilir. Buna karşın depolitize anlatım, imalara rağmen, Batı Ermenicesinin yok oluş hikâyesi için de söz konusudur. Akkaya’nın da dikkat çektiği üzere bugün Anadolu’da 60 – 70 bin civarında Ermeni’nin yaşadığından söz edilir. Ancak dikkat çekilmeyen ise, yine devletin resmi nüfus sayımı oranlarına göre, 20. yüzyılın başında Anadolu’da yaşayan Ermenilerin sayısının milyondan fazla olduğuydu (Bkz. Aslan ve Diğerleri 2013). Anadolu’nun ulus-devlet sürecinde bu nüfusun en azından Türk etnik nüfusuna ters orantılı olarak erimesinin Batı Ermenicesinin yok oluş hikâyesi hakkında bir fikir sunması mümkün değil midir? Nihayetinde bu dili kullanan insanların fiziki olarak tükenişinin dilin de fiziki tükenişi anlamına geldiği gayet açıktır. Yani fiziki soykırım, dilsel – kültürel bir kırıma da yol açtı. Dilin yaşadığı trajedinin Ermeni nüfusunun günümüzde kimliklerini inkâr etmelerini gerektiren büyük tarihsel trajediyle ilişkisi kurulmadan, elbette ikna edici bir izah çerçevesi de sunulamaz. 

Dillerin ölümü hakkındaki iki depolitize anlatım örneğine baktıktan sonra, şimdi de konuyu daha yakından ele alalım. Öncelikle şu soruyu sorarak başlamakta fayda var: Dillerin yok oluş süreci kaçınılmaz mıdır ya da bu gidişat kader midir? 

Karamsar tabloya bakıldığında, olup bitenler kadermiş gibi görünüyor. Nedenlere bakıldığında, ilk elden, bugün çoğu kişinin yaptığı üzere, küreselleşme, teknolojik gelişmeler (ki iletişim teknolojisi ilk sırada elbette), ekonomik unsurlar (kuşkusuz piyasa ya da pazar meselesi) ve göç olgusu sıralanabiliyor. Çoğunlukla bütün bu unsurlar, zincirleme halde ve zorunlu nedensellik süreciyle kaçınılmaz görülen sonuçların izahatı için değerlendirilebiliyor. Bu olguların hayatın bütününe yaptıkları etki dolayısıyla dillerin bu sürecin dışında kalmasının pek düşünülemeyeceği savunuluyor. Çoğu dilin de “küresel köy”de piyasanın, teknolojinin, iletişimin, siyasetin, diplomasinin, kültür endüstrisinin ve hatta olağan insan iletişiminin dili haline gelen daha az dilin hükümranlığına boyun eğmekten ya da bu daha az dile entegre olmaktan veya sessizce bu dünyadan çekip gitmekten başka yapabilecekleri bir şeylerinin kalmadığı düşünülüyor.

Aslında bu açıklama biçiminin mevcut durumda yaşanan süreçler ya da gerçekler nedeniyle doğruyu ifade ettiği kabul edilebilir. Hiçbir zaman olmadığı kadar dillerin bu denli amansız ve hızlı ölümünün sözü edilen unsurlarla doğrudan ilgisi vardır ve bu, gerçektir. Hatırlarsanız, 1950’den bu yana 250 civarında dilin yok olduğundan söz etmiştim.

O halde, dillerin ölümü kaçınılmaz olanın sonucuysa neden hayıflanmak gerekiyor? 

Bu provokatif soruya karşın ciddiye alınması gerektiği açık itirazlar da var: Dillerin ölümü insanlık deneyiminin tükenişidir ve elbette kaçınılmaz olanın her zaman adil durumu ifade ettiği söylenemez; adil olmadığı için de kaçınılmaz görünüyor…

Karmaşık gibi görünen bu itiraz noktası, üzerinde durmayı hak ediyor: Zira dillerin ölümünün olağan süreçlerden ziyade tasarlanmış cinayet süreçlerini ifade ettiği ima ediliyor. O halde cinayeti durdurmanın belki de bir yolu, nedenlerini daha açık ortaya koymaktan geçiyordur. 

Her şeyden önce dil insanlar arasında iletişim aracı olmanın çok daha ötesini ifade eder. Genelde dil, anlamlandırma, sembolleştirme ve ifadeye dökme biçimi olarak kabul edilir. Tam da bu süreçler dilin başka anlamlar yüklendiğini gösterir: Dünyanın hangi amaç ve akılla algılandığı mevzusu… Frantz Fanon’un (2009) ifade ettiği biçimiyle dilin “ifade ve ima ettiği” bir dünya söz konusudur. Bu noktada dilin iktidar veya egemenlik konusuyla ilgisine değinmekte yarar vardır. Günümüzde birkaç dilin yayılmasına karşın çok sayıda dilin ölüme gitmesi başka türlü nasıl açıklanabilir? 

Dikkat çekilen hususlardan biri, bazı dillerin tarihin hiçbir aşamasında olmadığı kadar egemen hale geldiği, buna karşın yine tarihin hiçbir evresinde görülmediği kadar çok sayıda dilin ölümün – yok oluşun pençesinde olduğudur. Bu durumu olanaklı kılan bir şeyler olmalı.

Biraz önce “kaçınılmaz son”u doğuran olgulardan söz ederken, bir açıklama çerçevesi sunmuştum. Bu açıklama çerçevesinin bir kültürel – politik bağlamı olduğu gerçeğini de bu vesilesiyle eklemek gerekir, ki bu durumda aslında olup bitenlerin sanıldığının aksine kendiliğinden değil sistematik biçimde geliştirildiği de anlaşılmış olsun…

Dilin egemenliği ya da yaygınlığı ile ölümü veya yok oluşu, politik süreçlerle yakından ilgilidir. Birkaç dilin dünya çapında yaygınlaşmasını veya çoğu dilin yok oluşunu olanaklı hale getiren politik süreçlerdir. İngilizcenin dünyanın hâkim dili haline gelmesi, arkasındaki “süper güç”ten bağımsız değerlendirilemeyeceği gibi; dolayısıyla 16. yüzyıldan sonra kapitalist dünya sisteminin öncüsü olarak İngiltere’nin sergilediği politik çabadan ve emperyalist yayılmacılığından, haliyle tarihsel arka planından ayrı ele alınamayacağı da bir gerçektir. Zira bu hâkimiyet süreci, salt ekonomik, politik, askeri, teknolojik veya kültürel değil, bütün bunları da ifade eden dilin egemen hale gelme sürecidir. Bugün yaşanan gerçek, bu durumun aksini ortaya koymuyor.

Kaldı ki, modern dönemin en önemli iktidar tekeli olarak ulus-devletlerin inşasında dil olgusu önemli bir yer tutar. Birçok devletin modern dönemde bir “ulus inşa ettiği” göz önüne getirildiğinde, yaratılan ulusun standart – ortak unsurlarından birisinin dil olduğu da kabul edilebilir (Bkz. Anderson 1995; Davies 2006; Smith 2002). Zira Kürt dilbilimci Amir Hassanpur’un dediği gibi, “ulus-devlet inşa etme politikası devlet iktidarının, dilin, kültür ve ekonominin merkezileşmesini gerektirir.” (2005:659) İngiltere’nin İskoç, Galler, İrlanda dilleri üzerinde İngilizceyi hâkim kılması ve daha da ötesi küresel yayılmacılığa paralel olarak dünyanın diğer bütün dilleri üzerinde İngilizceyi hâkim kılmak istemesi ve kılması bu modernist kuruluş paradigmasıyla ilgilidir. Benzer süreçler elbette benzer politik inşa süreçlerini esas alan diğer bütün devletler için geçerlidir. 

Fransız örneği birçok bakımdan açıklayıcıdır. Araştırmacı Necat Ayaz, bu konuda şöyle yazıyor: “Fransız Devrimi’nden bu yana Breton dili devlet zulmüyle karşı karşıya kalmıştır. 1794’te Bertrand Barere (Devrim Halk Güvenlik Konseyi üyesi) şöyle demişti: Federalistler ve köktenciler Bretonca konuşuyorlar, göçmenler ve cumhuriyetten nefret edenler Almanca konuşuyorlar, devrim karşıtları İtalyanca konuşuyorlar ve fanatikler Baskça konuşuyorlar. Gelin bu zararlı araçları ve yanlışları ortadan kaldıralım. Özgür bir halkın dili herkes için bir olmalı.” (2012:100) 

Herkes için önerilen dil, kuşkusuz, söz konusu dönemde toplumun sadece yüzde 15’inin konuştuğu Fransızca idi. Fransızcanın ortak standart dil olması her şeyden önce politik bir tercih ve kararın ürünüydü. Bu kararın kabul görmesi için de ulus-devletin olanakları seferber edildi. Olanaklar arasında, söz konusu dilin resmi dil statüsüne kavuşturulması; dolayısıyla diplomasi, eğitim, teknoloji, pazar gibi her alanda zorunlu kılınması en başta geliyordu. Buna karşın, Bretonca ve Baskça “barbarlığın temsili” ilan edilmeleri suretiyle kapı dışarı edildi, ulus-devletin bütün olanaklarından mahrum bırakıldı ve bununla da yetinilmeyerek birer tehdit unsuru olarak görülüp ortadan kaldırılmaları için ayrıca olanaklar seferber edildi. 

Bu örnekte, bir dilin hâkim hale gelmesinde ve öteki dillerin yok olma sürecine sokulmasında iktidarların, ama daha da önemlisi modern dönemin en organize iktidar aygıtı olarak ulus-devletin belirleyici rolü açıkça görülebiliyor ve elbette bu husus, bir istisnayı değil, modern devletlere dair genel işleyişi ve kuralı gösterir. 

Modern dönemdeki planlı dil ölümlerini ifade etmek için “dilkırım” tabiri uygun görülür. Amir Hassanpur şöyle yazıyor: “Dilkırımdan söz ederken bir dilkırım siyasetinden bahsederiz. Bu dilkırım siyaseti bazı devletlerin kasıtlı olarak bir dili ortadan kaldırmak için başvurduğu ve hukuki ve idari araçlarla yürüttüğü bir mücadeledir. Bu mücadelede dil, sürekli olarak aşağılanır, yasaklanır, konuşulması suça tabi tutulur ve hatta bir dil bile olmadığı, sadece bir lehçe olduğu söylenir. Başka bir deyişle, burada dil sorunu aynı zamanda bir eşitlik, insan hakları ve adalet sorunu olur.” (2005a:207)

Dilin iktidar ile ilişkisi ve olağan olmayan ölümüne dair veriler, beraberinde dil ihtilafını gündeme getirir ve hatta dilkırım siyaseti dil ihtilafıyla doğrudan bağlantılıdır. Dil ihtilafı dilin içsel bünyesiyle değil, diller arası çelişki ve çatışmalarla ilgili bir konudur. Diller arası çelişkinin ya da dil ihtilafının odağında ise, dillerin filolojik yapılarından ziyade dil politikalarına ilişkin unsurlar bulunur. Dolayısıyla ihtilafın boyutları geniş politik alanı kapsar. Hassanpour bu hususta şöyle diyor: 

“Dil ihtilafı en azından iki dili ilgilendirdiği ve dil de ulusal ve etnik kimliğin önemli bir göstergesi olduğu için, süreç tam da doğası gereği uluslararasıdır. Dil ihtilafıyla ilgili önemli bir gerçek, etki altındaki dillerin yapılarına kök salmamış olması ya da bu yapılar arasındaki farklılıklar tarafından güdümlenmemiş olmasıdır. Başka bir deyişle, dil ihtilafları doğaları gereği dilsel değil; politik, ekonomik, sosyal, kültürel ya da dinseldir.” (Hassanpour 2004:126)

Dilin yok oluş ya da egemenlik sürecini anlamak açısından elbette dilkırım siyaseti önemli sonuçlar ortaya koyuyor. Dikkat çekilen Fransız örneği ya da mesela Türkiye örneğinde dikkat çekilen Batı Ermenicesi, Hervetin, Ubih ve Kürt dilleri ele alındığında bu dillerin yaşadığı tehlikenin nedenleri dilkırım siyasetinin verilerini oluşturur. 

Şimdi Kürt dili örneğine bakılabilir. Kürt diliyle ilgili gerek Türkiye’nin gerekse de Kürtlerin egemenliği altında yaşadığı diğer ülkelerin esas aldığı politikalar aşağı yukarı şu parametreler üzerinden şekillendi, şekilleniyor:

Bir – Kürt dilinin en fazla sözlü bir geleneğe sahip olduğu, yazılı geçmişinin bulunmadığı, konuşma dilinden ibaret olduğu, medeniyet dili kabul edilemeyeceği; bütün bu özelliklerinden dolayı standart ortak yapıdan yoksun olduğu, çok lehçeli ve parçalı oluşunun da bunun neticesi olarak açığa çıktığı ve haliyle “ulusal bir dil” hüviyetini taşımadığı savunuldu, savunuluyor. 

İki – Kürt dilinin ulusal hüviyet taşımamasının Kürt toplumunun parçalı, aşiretsel, disiplinden ve özyönetim olgularından yoksun oluşunun bir yansıması olduğu ileri sürülür.

Üç – Belirtilen özelliklere sahip olduğu iddia edilen Kürt dilinin resmi bir statü kazanamayacağı, en fazla yerel konuşma dili olarak kalabileceği; dolayısıyla eğitim, siyaset, ekonomi, teknoloji vs. alanlarda kullanılmasının mümkün olamayacağı vaaz edilir.

Dört – Bütün bu niteliklerinden dolayı Kürt dilinin egemen ulus-devletlerin dillerine entegrasyonunun veya asimilasyonunun kaçınılmaz hal aldığı; bu çerçevede egemen ulus-devletlerin dayandığı etnik ya da milliyetçi kimliklerin ötekisi kabul edilen Kürt etnik ya da milliyetçi kimliğinin bileşeni olarak Kürt dilinin ötekileştirilmesinin kaçınılmaz olduğu belirtilir.

Beş – Ötekileştirilen Kürt dilinin bir ihtilaf alanı haline geldiği; bölge ulus-devletlerinin, ulusal bütünlüklerine tehdit gördükleri Kürt etnik ya da milliyetçi yapısının önemli bir unsuru olarak Kürt dilini bastırmanın, yok etmenin, aşağılamanın operasyonel alanı haline getirdikleri ve bu anlamda kültürel – politik bir strateji (Türkleştirme, Farslaştırma veya Araplaştırma) ile hareket ettikleri açıktır. Tam da bu noktada, bütün bu söylemlere karşı Kürtlerin de kimlik söylemi çerçevesinde dil konusunu politik aktivizmin alanı haline getirdikleri söylenebilir.

“Politikanın Kürtçesi” adlı kitabımda bahsettiğim bu hususlara dair bol veri bulabilirsiniz. Bütün bu sonuçlar politik ihtilafın konusu olarak Kürt dilinin fazlasıyla hırpalandığını ve dolayısıyla dilkırım siyasetinin kurbanı olduğunu ortaya koyar. Aynı şekilde bu sonuçlar, Kürt dilinin dilsel yapısındaki unsurlardan dolayı değil, gerçekte kültürel – politik nedenlerden ötürü dilkırıma maruz kaldığını gösterir. Kürt dilinin Türkçeye, Farsçaya veya Arapçaya oranla daha düşük nitelikte olduğuna dair iddiaların nedenlerini de bu çerçevede sorgulamak gerekir. Zira Kürt dilinin egemen ulus-devletlerin esas aldığı dillerle eşit bir konumda bulunamaması, her şeyden önce dilin yapısal özelliklerinden veya filolojik nedenlerden kaynaklanmaz, dezavantajlı kültürel – politik konumundan kaynaklanır. Dolayısıyla Kürt dilinin eşitsiz konumu adil olmayan bir sürecin sonucudur. Dünyanın konuşan sayısı itibarıyla en büyük 40. (hatta Vikipedia’ya göre 29.) dili kabul edilen Kürt dilinin (Hassanpour 2005), bu durumuna rağmen, yok oluş sürecindeki dillerden biri olmasının açıklaması da dilkırım siyaseti çerçevesinde yapılmalıdır.

Bu noktada, dillerin ölümü hakkında ileri sürülen depolitize açıklamalara karşın, bu konuyla epey ilgili olan Şerif Derince’nin şu tespitini de paylaşmak isterim: 

“… dünyanın her yerinde binlerce dil, hakim devlet politikaları yüzünden doğal serüvenlerine devam edememekte, diller yeni kuşaklara aktarılamadıkları için kaybolmaktadır. Ve yine bu durum başta egemen dilleri konuşan topluluklar olmak üzere çoğu insan için doğal, kendiliğinden gelişen bir süreç olarak düşünülmektedir. Oysa doğal olan ve olması gereken dillerin kuşaktan kuşağa kendisini yenileyerek aktarabilmesidir; hiyerarşik toplumsal ilişkiler ve baskıcı iktidar politikaları bu süreci kesintiye uğratmakta, bir yandan çeşitli baskı ve şiddet teknikleri kullanarak anadillerini konuşan toplulukları cezalandırmakta, dillerini kaybetmeleri için onları zorlamakta, bir yandan da dillerini kaybetmelerinden yine kendi kendilerini sorumlu tutmalarının bilgisini üretmektedir. Bu bilgi egemenin bilgisidir. Bu bilgi sömürgeciliğin bilgisidir. Bu bilgi iktidarın bilgisidir. Bu bilgi evrensel olduğuna inanmamız istenen bilgidir.” (Çağlayan 2014:11-12)

Kürt dili örneği her şeyden önce dillerin ölümlerinin veya egemen oluşlarının kendiliğinden süreçlerin ürünü olmadığının örneğidir. Bu da yaşananların kader olmadığını, adil ve eşit olmayan kültürel – politik süreçlerin dayattığı cinayet hali olduğunu kanıtlar. 

Son söz olarak, bu yazıda paylaştığım bütün veriler ve işaret ettiğim hakikatler Kürt dilini nasıl bir geleceğin beklediğini ortaya koyuyor. Peki, bu nasıl bir gelecek? 

Kaynakça 

 

Anderson, Benedict (1995). Hayali Cemaatler / Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması. İstanbul: Metis Yayınları

Aslan, Şükrü (Proje Yürütücüsü), Arpacı, Murat, Gürpınar, Öykü, Yardımcı, Sibel (Araştırmacılar) (2013). Türkiye’nin Etnik Coğrafyası. (Proje Kodu: 2013-26), MSGSÜ Bilimsel Araştırma Projeleri    

Ayaz, Necat (2012). Li Ewrûpayê Perwerde û Rewşa Zimanên Kêmar. Diyarbakır: Aram Yayınları

Beşikçi, İsmail (1970). Doğu Anadolu’nun Düzeni / Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller. Ankara: e Yayınları

Çağlayan, Handan (2014). Aynı Evde Ayrı Diller – Kuşaklararası Dil Değişimi / Eğilimler, Sınırlar, Olanaklar – Diyarbakır Örneği. Diyarbakır: DİSA

Davies, Norman (2006). Avrupa Tarihi. Ankara: İmge Yayınları

Fanon, Frantz (2009). Siyah Deri Beyaz Maske. İstanbul: Versus Yayınları

Hassanpour, Amir (2004). Dil İhtilafının Uluslararasılaşması: Kürtçe Örneği. Vesta, Sayı: 5

Hassanpour, Amir (2005). Kürdistan’da Milliyetçilik ve Dil. İstanbul: Avesta Yayınları

Hassanpour, Amir (2005a). Türkiye’de Dilkırım Siyaseti ve Kürt Dili. Vesta, Sayı: 6

Smith, Anthony (2002). Ulusların Etnik Kökeni. Ankara: Dost Yayınları

Tan, Sami (2012). Kürt Halkının Özgürlük Mücadelesi ve Kürt Dili. Vecdi Erbay, İnatçı Bir Bahar içinde. Ayrıntı Yayınları

İlginizi Çekebilir

Rus uzay aracı Luna-25 Ay’a çarptı, Moskova’nın yarım asır sonraki misyonu başarısızlıkla sonuçlandı
Almanya’dan Kürtlerin iltica başvurularına ret

Öne Çıkanlar