24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş antlaşması olarak kabul edilir. Yıkılan Osmanlı İmparatorluğunun ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti bu antlaşmayla resmen uluslararası alanda tanınmıştı. Bu antlaşma Türkiye için olduğu kadar Kürtler için de önemlidir. Zira Türk devletinin Kürtlerle ilgili siyaseti uluslararası onay almıştı ve en önemlisi Birinci Dünya Savaşının ardından kurulan düzende Kürtlerin olmayacağı, ülkeleri Kürdistan’ın ise Türkiye, Suriye ve Irak arasında paylaşılması resmileşmişti. Bu durumu anlamak açısından ayları bulan Lozan görüşmeleri sırasında Kürtler hakkında ne tür tartışmaların yapıldığını ve bunların nasıl sonuçlandığını bilmek önemlidir. Bu sırada Türk Meclisindeki tartışmalar da öyle… Bu yazıda bu hususları ele alacağım…
Lozan görüşmeleri sırasında önemli oturumlardan biri 23 Ocak 1923’te Musul gündemiyle yapılmıştı. İngiliz delegasyonu lideri Lord Curzon’un başkanlığını yaptığı bu oturumda Türk ve İngiliz heyetleri karşılıklı olarak Musul hakkındaki tezlerini dile getirmişlerdi. Her iki taraf da Musul üzerinde hak iddia ederken, burada yaşayan nüfusun oranlarını ortaya koyuyordu. Bazı rakamsal farklar olmakla birlikte her iki taraf da çoğunluğun Kürtlerden oluştuğunu kabul ediyordu ve buradan hareketle Kürtlerin kendilerinden yana olduğunu ileri sürerek Musul üzerindeki hak iddialarını gerekçelendiriyordu.
Türk heyeti, Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancaklarını da kapsayan Musul vilayetinde yerleşik 503 bin kişilik toplam nüfusun dağılımını şöyle açıklıyordu: 263 bin 830 Kürt, 146 bin 960 Türk, 43 bin 210 Arap, 18 bin Yahudi ve 31 bin Müslüman Olmayanlar… Bu yerleşik nüfus haricinde Türk heyetine göre, “Vilayet içinde bundan başka, Kürt, Türk ve Arap göçebe aşiretler de vardır; bunlar aşağı yukarı 170.000 kişi kadardır.”
Bu nüfus oranları, vilayet olarak Musul’daki toplam nüfusa dairdi. Türk heyeti, bu oranları açıklarken, vilayetin sınırları içindeki sancakların nüfus oranlarını da ortaya koyuyordu. Bu veriler bugün için de önemli. Zira Türkiye günümüzde de tarihsel olarak Musul ve Kerkük’ün Türk / Türkmen şehirleri olduğunu iddia ediyor ve bunu da tarihsel olarak Türkmen nüfusun fazlalığıyla gerekçelendiriyor. Oysa Lozan görüşmeleri sırasında bizzat kendileri tarafından ortaya konulan rakamlara bakıldığında gerçeklerin başka olduğu görülebilir. Bu çerçevede Türk heyeti, Musul vilayetinin sınırları dahilindeki Musul sancağında toplam 216 bin kişinin yaşadığını belirtiyor ve nüfus dağılımının ise şöyle olduğunu açıklıyordu: 104 bin Kürt, 35 bin Türk, 28 bin Arap, 18 bin Yahudi ve 31 bin Müslüman olmayanlar… Bir diğer önemli kent ise, yine Musul vilayetine bağlı olan Kerkük’tü. Türk heyetine göre, toplam 184 bin kişinin yaşadığı Kerkük sancağında nüfus dağılımı şöyleydi: 97 bin Kürt, 79 bin Türk, 8 bin Arap…
Öbür yandan İngiliz heyeti de Musul vilayetinin nüfus oranlarına dair rakamlar paylaşmıştı. İngiliz heyeti başkanı Lord Curzon, “1921 yılı gibi yakın bir tarihte, vilayette bütün olup bitenleri büyük bir özenle kaydetmiş olan İngiliz subaylarının rakamları”ndan hareketle, “Musul vilayeti nüfusuna ilişkin gerçek rakamlar”ı şöyle açıklıyordu: Kürtler 435 bin, Türkler 66 bin, Araplar 186 bin, Hıristiyanlar 62 bin ve Yahudiler 17 bin… Lord Curzon, bu rakamları açıkladıktan sonra konuşmasının devamında ayrıca, vilayetin 750 bin ila 800 bin arasında olan toplam nüfusunun 455 bininin Kürtlerden oluştuğunu, Türklerin oranının ise toplam nüfus içinde on ikide bire denk geldiğini kaydediyordu.
(Bu arada Rus Kürdolog Lazarev’in paylaştığı verilere göre, İngiliz heyeti, ayrıyeten Musul sancağında toplamda 432 bin 468 kişinin yaşadığını ve etnik dağılımın ise şöyle olduğunu ileri sürmüştü: 179 bin 820 Kürt, 14 bin 895 Türk, 170 bin 663 Arap, 57 bin 425 Hıristiyan, 9 bin 665 Yahudi… İngiliz heyeti, toplamda 92 bin kişinin yaşadığını ileri sürdüğü Kerkük kenti için ise şu rakamları ortaya koyuyordu: 45 bin Kürt, 35 bin Türk, 10 bin Arap, 600 Hıristiyan ve bin 400 Yahudi…) (Burada paylaştığım nüfus oranlarına dair veriler için bkz. Göldaş 2009:104-105-112; Lazarev 1989:314-315 ve Hür 2023)
Bu verilerden de anlaşılacağı üzere, Rus Kürdolog Lazarev’in ifadesiyle, “Musul sorunuyla ilgili bölgesel açık tartışmalarda ‘Kürt delili’ Türk delegasyonu tarafından oldukça geniş bir şekilde kullanılmıştır. İngilizler de görüşme masasında bu kozu seve seve getirmişlerdir.” (1989:259) Türk delegasyonunun Musul ihtilafı çerçevesinde “Kürt delilini” ileri sürmesinin elbette reel politik bir karşılığı vardı. Zira Türkler için Musul konusu o zaman için de bir iç ve dış güvenlik meselesiydi. Erol Kurubaş’ın dikkat çektiği üzere, “Kürtlerin çoğunlukta bulunduğu Musul Türkiye’den koparıldığı takdirde İngiltere’nin ileride Musul’daki Kürtlere özerklik verilmesini istemesiyle birlikte [Türkiye tarafında kalan] Kürtlerin de benzer isteklerle ortaya çıkmasından korkuluyordu.” (Kurubaş 2004:139) Kürtleri kontrol altında tutmak için de Türk heyeti Musul’da ısrar ediyordu ve bu siyasi amaçla birlikte zengin petrol kaynakları gibi ekonomik nedenlerin de Musul’u Türkler için önemli kıldığı kuşkusuzdu.
İngiltere için de benzer ekonomik ve siyasi gerekçeler söz konusu iken, bu arada Türk ve İngiliz heyetinin ileri sürdüğü “Kürt delilinin”, yani Kürt nüfusun çoğunluğuna dayanarak tezlerini ileri sürmelerinin ise esasında Kürtlerle hiçbir ilgisi yoktu. Zira “Kürt delili” üzerinden bu tartışmalar yapılırken Lozan’da bir Kürt temsilci olmadığı gibi, kimsenin Kürtlerin fikrini falan sorduğu da yoktu. Nihayetinde Musul meselesi üzerinde yürütülen hararetli tartışmalar sonuç vermeyecekti ve Lozan görüşmeleri Musul ihtilafı haricindeki konular üzerine varılan mutabakat çerçevesinde 24 Temmuz 1923’te bir antlaşma olarak imzalanacaktı. Musul meselesi de daha sonra yeniden ele alınmak üzere bir kenara bırakılacak, 1926’daki antlaşmayla Musul’un Irak’a bırakılması kararlaştırılacaktı.
Bahsettiğim bu oturumda, yani nüfus oranlarının paylaşıldığı 23 Ocak 1923 tarihli oturumda Musul meselesi çerçevesinde Türk delegasyonunun başkanı İsmet İnönü, Kürtlerin neden kendilerinden yana olduklarını ve hatta Türkler ve Kürtler adına bu görüşmelere katıldıklarını açıklarken, yüzyıldır hüküm süren Türk devlet aklına başvuruyordu.
“Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istemedikleri iddiası”nı reddeden İnönü’ye göre, “yüzyıllardır bu iki halk, soy, inanç, özlem ve töre bakımından olduğu kadar, gelenek ve görenek bakımından da ortak bağlarla birleşmiş olarak tam bir uyum içinde yaşamaktadırlar; [bu durum] Kürtlerin kendi istekleriyle Türk yönetimi altına geçtiklerini ve kaderlerini Türkiye’nin kaderine bağladıklarını göstermektedir.”
İnönü, konuşmasında Kürtlerin temsiliyetine de değiniyordu ve İngilizlerin aksi tezlerine karşılık olarak şunları ileri sürüyordu:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir; çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisine girmiştir ve Türk temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar.
“Kürt halkı ve yukarıda belirtilen temsilcileri, Musul vilayetinde oturan kardeşlerinin Anayurttan ayrılmalarına razı değillerdir, böyle bir ayrılmayı engellemek için bütün fedakarlıklara katlanmaya hazırdırlar.”
Bu konuşmasının devamında “Dünya Savaşı’na ve Bağımsızlık Savaşına katılmış Türk ordusunun bütün komutanlarının” Kürtlerin bu savaşlar sırasındaki katılımlarını ve fedakarlıklarını “saygı ve hayranlıkla belirttiklerini” söyleyen İnönü, İngilizlerin Kürtler için gündem yaptıkları özerklik meselesine sözü getiriyordu. “İngiliz temsilci heyetinin söylediğine göre, İngiltere Kürtlere özerklik vermek isteğinde imiş de, Türkiye bunu vermeğe yanaşmıyormuş” diye mevzuya giriş yapan İnönü, öncelikle Kürtlerin “Türkiye’de her zaman yurttaşlık haklarından” yararlandıklarını, mecliste temsilcilerinin bulunduğunu ileri sürerek karşılık veriyordu. Daha sonra “Kürt soyu gibi üstün bir soyu hiç tatmin etmeyeceğini” iddia ettiği özerklik mevzusunda İnönü, kendince Kürtlerin tutumunu şöyle izah ediyordu:
“Kullanılan ad ne olursa olsun, gerçekte bir sömürge olacak bir ülkede, yabancı bir devletin uyruğu durumuna geçmek üzere, şimdiki durumunu değiştirmek isteyecek tek bir Kürt bile yoktur.
“Böyle bir durumda, kendilerini temsil etmeyecek bir hükümet ve parlamentoca uzaktan yönetilecek olan ülkelerinin üzerinde hiçbir gerçek etkileri olmayacağını Kürtler bilmektedirler.” (Göldaş 2009:108-109-110)
İnönü bunları söylerken, bu sözlerini aktaran tarihçi İsmail Göldaş dahil pek çok Kürt siyasetçi, araştırmacı ve tarihçinin yaptığının aksine, esasında İnönü’nün iki ayrı halk sözüne çok da önem vermemek veya buna aldanmamak gerektiği kanaatindeyim. Zira İnönü’nün “üstün bir soy” olarak nitelediği Kürtler hakkındaki esas görüşü, “iki halk” sözünü boşa çıkaracak şekilde, zaten aynı konuşmada yer alıyordu. Ayrıca İnönü’nün konuşmasının bütünlüğüne bakıldığında “halk” ifadesiyle ayrı bir “milleti” kastetmediği açıktır. Dolayısıyla İnönü’ye göre, iki ayrı halk olsalar da, esasında tek bir millet söz konusuydu; “örf ve âdetler ve gelenekler açısından Kürtler hiçbir bakımdan Türklerden farklı değildir, ve bu iki halk farklı diller konuşsalar da, ırk, din ve örf açısından tek bir birim oluştururlar.”
İnönü, bu görüşünü temellendirmek için de bir İngiliz kaynağına başvuracaktı ve devamında tarihsel olarak Kürtleri şöyle Turanî ilan edecekti:
“Kürt halkının İran kökenli olduğu söylendi. Bu iddia Kürt halkının kökeninin Turan olduğunu teslim eden Encyclopedia Britannica ile çelişmekte ve dahası Türk delegasyonunun tezini doğrulamaktadır.
“… Kürt halkı İran orijinli değil, tam tersine Turan kökenlidir. Bu düşünce şimdi neredeyse ittifakla bütün tarihçiler tarafından desteklenmektedir. Gerçekte, tarihin çok eski zamanlarında Asur ülkesine hâkim dağlarda yaşayan ‘Gudu’ isimli Turan kökenli insanların olduğu ve bunların son derece savaşçı oldukları ve ‘cengâver’ anlamına gelen isimlerinin Asur dilinde ‘Gardu’ ya da ‘Kardu’ olarak çevrildiği ve ‘Kürt’ kelimesinin bundan türetildiği belirlenmiştir.” (Bayır 2017:130-131)
İnönü’nün Türk devletinin yüz yıllık resmi tezi ve siyaseti haline gelecek olan bu sözleri İngiliz temsilci Lord Curzon için alay konusuydu. “Türk oldukları iddia edilen Kürtler, yüzyıllar boyunca dağlarda bağımsız bir hayat yaşadılar. İstanbul’un tüm müdahalelerine direndiler” diyen Curzon, ayrıca bir Kürt’ü bir Türk’ten ayırmamak için kör olmak gerektiğini belirterek, şunları söylüyordu:
“Kürtlerin Türk olduğunu tarihte ilk kez keşfetmek, Türk delegasyonun kaderine yazılmış anlaşılan. Hiç kimse daha önce bunu keşfedememişti. … İsmet Paşa notlarından birinde onların Turan kökenli olduklarını söyleyip bir kaynağa atıf yaptı, ancak bu görüş bu alandaki otoriteler tarafından, ve hatta gerçekte bildiğim kadarıyla başka herhangi biri tarafından paylaşılan bir görüş değildir.” (Bayır 2017:131-132; Ayrıca Göldaş 2009:106-112; Hür 2023).
Bu arada bir not olarak eklemekte fayda var. İsmet İnönü, burada sözünü ettiğim konuşmasında sadece Kürtleri Türk ilan etmemişti, aynı zamanda Musul’da yaşayan Araplar için de benzer iddiada bulunmuştu. İnönü şöyle demişti:
“Musul şehrinde Türkçe, Kürtçe ve Arapça olmak üzere üç dil birden kullanılmaktadır; fakat bu şehirde oturanlardan Arapça konuşanlar ve Arap sayılanlar, aslında Türktürler; bunlar uzun süre Araplarla ilişki kurmuş olmaları yüzünden, her iki dili de öğrenmiş bulunmaktadırlar.” (Göldaş 2009:105)
İnönü, 1930’lu yıllarla birlikte iyiden iyiye ayyuka çıkacak ve resmi devlet görüşüne dönüşecek olan ve bütün insanlığın kökenini Türklere dayandıran Türk Tarih Tezini bir bakıma Lozan görüşmelerinde bu şekilde sergilerken, Kürtler için durum epey dramatikti. Musul mevzusu çerçevesinde her ne kadar haklarında konuşulmuşsa da Kürtler için gerçekteki durum, Erol Kurubaş’ın ifade ettiği şekildeydi:
“Kürtler bu görüşmelerde bir özne değil, nesneydiler ve yalnızca Musul sorunu çerçevesinde ele alınmaktaydılar. Bir başka deyişle, asıl konu Kürtler değildi.” (2004:135)
Bununla birlikte belirtmek gerekir ki, Lozan görüşmeleri sırasında Kürtler sadece Musul meselesi çerçevesinde gündem olmamışlardı; aynı zamanda Türkiye’deki azınlıklar mevzusu ele alındığında da Kürtlerden söz edilmişti.
İsmail Göldaş’ın belirlediği biçimiyle, Lozan Barış Konferansı’nın 12 Aralık 1922 tarihli “Azınlıkların Korunması” başlıklı oturumunda ilk kez “Kürdistan” terimi telaffuz edilmişti. İngiliz delegasyonu başkanı Lord Curzon, “Nasturi ya da Asuri Hıristiyanları topluluğu”ndan söz ederken, “Kürdistan dağlarının çeşitli yerlerinde” de yaşadıklarına dikkat çekmişti (Göldaş 2009:59). Bu kadardı hepsi.
Aynı oturumda Türk delegasyonu başkanı İsmet İnönü de bir konuşma yapmış ve Kürtlerden söz etmişti. Örneğin İnönü, “Dr. Hamlin’e atıfta bulunarak Ermenilerin Kürtlere yaptığı haksızlıkları” ileri sürmüştü (Göldaş 2009:62).
15 Aralık 1922’te ise alt komisyon toplantısında “Azınlıklar İçin Genel Güvenceler” başlığıyla görüşmeler yapılmış, burada da Kürtlerden söz edilmişti. Bu görüşmeler sırasında Türkiye’de din, soy ve dil bakımından azınlıkların varlığı konuşulmuş, böylece Kürtler de telaffuz edilmişti. Ancak bu görüşmeler sırasında Türk delegasyonunda yer alan Rıza Nur Bey, “Türkiye’de yalnız Türklerin bulunduğunu” belirterek, “Kürtler kaderlerinin Türklerin kaderleriyle ortak olduğu görüşündedirler, azınlık haklarından yararlanmak istememektedirler. Museviler de bu çeşit haklar isteğinde değiller. Yalnız Rum azınlıkları bunları istemektedirler” demişti (Göldaş 2009:70-71. Ayrıca bkz. bkz. Bayır 2017:125-126).
İsmet İnönü, Rıza Nur’un bu tutumunu 9 Ocak 1923’te yapılan ve Azınlıklar Alt Komisyonu’nun çalışmalarına ilişkin raporun görüşüldüğü Lord Curzon başkanlığındaki oturumda sürdürmüştü. Burada yine Müslüman azınlıklar çerçevesinde Kürtler gündeme geldiğinde “Türk temsilci heyeti, bu azınlıkların korunmaya ihtiyaçları olmadığını ve Türk yönetimi altında bulunmaktan tamamiyle memnun olduklarını söylemiştir. … Lord Curzon buna pek güvenmemekle birlikte, böyle olduğunu ummak” istemişti (Göldaş 2009:65-66).
Nihayetinde daha sonra imzalanan Lozan Antlaşmasının 37. maddesinden 45. maddesine kadar olan “Azınlıkların Korunması” bölümü Türk heyetinin tutumu çerçevesinde belirlenmiş ve azınlıklar olarak sadece gayrimüslimler burada ifade edilmişti.
Anlaşılacağı üzere Kürtlerin en fazla konuşulduğu oturumlar, Musul meselesiyle ilgili olanlardı ve İnönü’nün Kürtleri Turanî ilan ettiği görüşler geçerli olmuştu. Nihayetinde Erol Kurubaş’ın aktardığı gibi, “görüşmeler başladıktan sonra Curzon’un Aralık 1922’de Paris’teki Pippes’a ve Roma’daki Grehem’e gönderdiği telgraflarda, ‘artık Sevr Antlaşmasında ileri sürüldüğü gibi Türkiye’de bir Kürt devleti veya özerk bir Kürdistan planıyla ilgili bir sorun kalmadığı’ belirtilmekteydi. Böylece Kürtlere, bir dünya savaşı ardından büyük devletlerce görünüşte tanınan kendi kaderlerini belirleme hakkı aynı güçler tarafından iptal edildi ve Kürt sorunu uluslararası bir sorun olmaktan çıkartılarak, sınırları içinde kaldığı ilgili devletlerin bir iç sorunu haline getirildi.” (Kurubaş 2004:133)
Hal böyleyken, görüşmeler sırasında telaffuz edilmiş ve tutanaklarda yer almışsa da Lozan Antlaşması metninde “Kürdistan” veya “Kürt” ifadeleri de geçmiyordu. Burada özellikle Kürt siyasi ve entelektüel camiasında sık sık tekrarlanan bir ezbere de dikkat çekmek isterim.
Bu ezberi şöyle aktarmak mümkündür: Lozan’da İsmet İnönü’nün Türkler ve Kürtler adına bulunduğunu söylediği, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtler ile Türklerin ortak iradesiyle kurulduğu ve haliyle Kürtlerin de bu ortak vatanda haklara sahip oldukları veya olmaları gerektiği ileri sürülür.
Birincisi; İsmet İnönü, Kürtleri de temsil ettiğini söylerken, onları bir Türk kavmi olarak sahipleniyordu; aksine bırakın ayrı bir millet olmayı bir azınlık olarak bile Kürtlerin Lozan’da kabul edilmemesi için her şeyi yapmış ve başarmıştır da.
İkincisi; azınlık da olamayınca Kürtlerin payına hiçbir hak düşmedi, aksine azınlık bile kabul edilmeyen bir milletin hiçbir hakkı olmayacaktı ve böyle de oldu.
Üçüncüsü; samimi olup olmadıkları bir yana, ki olmadıklarına dair veriyi aktardım, İngilizlerin Kürtler için ileri sürdükleri özerklik düşüncesi de Türk devleti temsilcilerinin ısrarlı çabalarıyla gerçekleşmeyecekti. Bu durumda Kürtler bir sömürge statüsüne bile sahip olamadan bugüne geleceklerdi. Buna karşın Kürdistan’ın üç devlet arasındaki bölünmüşlüğü uluslararası güvenceye alınmıştı.
Gerçekte durum, Türk heyetinin üyesi olan Rıza Nur’un anılarında kendileri için “ders” olarak dile getirdiği gibiydi. Kürtlerin azınlık veya sömürge olarak bile tanınmaması için epey çabalayan isimlerden olan Rıza Nur, şöyle yazıyordu:
“Frenkler bizde ekalliyet [azınlık] diye üç nevi biliyorlar: Irkça ekalliyet, dilce ekalliyet, dince ekalliyet. Bu bizim için gayet vahim bir şey, büyük bir tehlike. Aleyhimize olunca şu adamlar ne derin ve ne de iyi düşünüyorlar… Irk tabiri ile Çerkez, Abaza, Boşnak, Kürt, İlh… yi Rum ve Ermeni’nin yanına katacaklar. Dil tabiri ile Müslüman olup başka dil konuşanları da ekalliyet yapacaklar. Din tabiri ile halis Türk olan iki milyon kızılbaşı da ekalliyet yapacaklar. Yani bizi hallaç pamuğu gibi dağıtıp atacaklar. Bu taksimi düşündüğüm vakit tüylerim ürperdi. Kıllarım sanki birer kazık oldu. Bilekleri sıvadım. Bütün kuvvetimi bu tabirleri kaldırmaya verdim. Pek uğraştım, pek müşkülat ile fakat kaldırdım.
“Bunun dersi: Vatanımızda başka ırkta, başka dilde, başka dinde adam bırakmamak en esaslı, en adil, en hayati iştir. (…) Bu ecnebi unsur bir belâ ve mikroptur. Bunları ve keza Kürtleri devamlı bir temsil {asimilasyon} planı üzere ayrı dil ve ırklıktan tecrid etmelidir.” (Malmîsanij 2020:76; Göldaş 2009:62)
Bu ırkçı sözlerin sahibi Rıza Nur, “Türkçülüğü şiddetli Türk nasyonalistliğine çok yıllardan beri dökmüş” olduğunu da belirtiyordu ve Türk ırkçılığı söz konusu olduğunda İsmet İnönü’ye bile tahammülsüzdü. Lozan heyeti belirlenirken Rauf Orbay’ın Abaza olduğu için heyete dahil edilmemesi için çaba harcayan ve bunda başarılı da olan Rıza Nur, anılarında Lozan’da birlikte mesai yaptığı İnönü ile ilgili şunları yazıyordu:
“Meğer ben ne hata etmişim!.. Bir Abazanın atılmasına, fakat yerine bir Bitlisli Kürdün geçmesine sebep olmuşum! Bunu Lozan’da öğrendiğim zaman bana inme iniyordu. Bir gün Lozan’da İsmet bizzat ‘Bitlisli olduğunu, orada Türk olup olmadığını’ benden sordu. O vakit donup kaldım. Ne bileyim? Bu adam kendini halis bir Türk gösteriyor. Sözleriyle Türkçülük yapıyor. Türk Ocağına aza olmuştur. Pek içi dışı başka adamdır. Yandım ama oldu.” (Arslan 2023)
Irkçılık konusunda Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’yü bile hafif bulduğu için onlarla ihtilafa düşen ve bu yüzden Lozan Antlaşmasından bir yıl sonra Türkiye’den ayrılan Rıza Nur, Paris’e yerleşmiş ve M. Kemal’in ölümünden sonraki yıl Türkiye’ye dönmüş biridir. Anılarında bir parti programından da söz eden Rıza Nur’a göre, “Başkaları ırk esasına dayalı parti kuramayacaklar. Ama devlet, ırk esasına göre yeniden teşkilatlandırılacaktır.” İlginç olan ise, aslında Rıza Nur’un bu muradının Cumhuriyet’in ilanından sonra, özellikle de 1930’lu yıllar itibarıyla Mustafa Kemal’in isteği çerçevesinde Cumhuriyet Halk Partisi’nde bir şekilde vücut bulduğudur. Bir diğer ifadeyle Rıza Nur’un murat ettiği biçimiyle Türkiye’de “başka ırka, başka dilde, başka dinde adam bırakmamak” için her şey yapılmış ve hala da yapılmaya devam ediliyor. Dolayısıyla Rıza Nur’un Mustafa Kemal ve İsmet İnönü ile Türk ırkçılığı konusunda yaşadığı ihtilafın en fazla bir nüans veya vurgu farkından ya da zaman ve şartlar meselesinden ibaret olduğu söylenebilir.
Nihayetinde, Lozan’da Türk nasyonalistleri gerçekten de başarılı olmuşlardı. Buna karşın Erol Kurubaş’ın ifadeleriyle “uluslararası ortam Kürt milliyetçilerinin seslerini duyurmaya elverişli olmadığı gibi hiç kimse de Kürtlerle uğraşma niyetinde değildi. Müttefikler sonunda muhataplarını seçmişti. Bu muhatap Ankara hükümetiydi.” Böylece “Kürtler artık uluslararası politikanın ne bir öznesi, ne de nesnesidirler. Öyle ki Kürtler, bundan sonra uzun bir süre dünya siyasi literatüründe yer almayacaklardır.” Ve “bunun da bir sonucu olarak bundan sonra Türkiye’de ‘Türkiye milleti’ değil, ‘Türk milleti’ olacaktır.” (Kurubaş 2004:133-141-142)
Irkçı Rıza Nur’un Lozan görüşmeleri sırasında çıkardığı dersin Türkçüler için sonuçları böyleyken; buna karşın Kürt milliyetçileri için aynı süreçte belki tarihsel bir ders olacak bir hususu ayrıca belirtmek isterim.
Lozan’da Musul meselesi ele alınırken Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de görüşmeler yakından takip ediliyor ve hararetli konuşmalara konu oluyordu. 4 Kasım 1922’deki Meclis oturumu bu açıdan dikkate değer bir örnektir. Bu oturumda Lozan’da gündeme gelen azınlıklar mevzusu tartışılmış ve Meclis’te bulunan Kürt vekiller, İsmet İnönü ile Rıza Nur’un Lozan’da dile getirdiklerini desteklemişlerdi. Hatta Rıza Nur, azınlıklarla ilgili tartışmada, biraz önce aktardığım üzere, “Kürtler kaderlerinin Türklerin kaderleriyle ortak olduğu görüşündedirler, azınlık haklarından yararlanmak istememektedirler” derken bir bakıma haklıydı. Zira Meclis’teki Kürt vekiller bu görüşteydiler. Bu vekillerden biri olan Yusuf Ziya Bey, bahsettiğim 4 Kasım 1922’deki oturumda örneğin şöyle konuşmuştu:
“Avrupalılar diyorlar ki ‘Türkiye’de yaşayan ekalliyetlerin en büyüğü, en kesretlisi Kürtlerdir.’ Bendeniz Kürdoğlu Kürdüm. Binaenaleyh bir Kürt mebusu olmak sıfatıyla sizi temin ederim ki Kürtler hiçbir şey istemiyorlar. Yalnız büyük ağabeyleri olan Türklerin saadet ve selametlerini istiyorlar. Biz Kürtler vaktiyle Avrupa’nın Sevr paçavrası ile verdiği bütün hakları, hukukları ayaklarımız altında çiğnedik… (…) nasıl ki Türklerle beraber kanımızı döktük, onlardan ayrılmadık ve ayrılmak istemedik ve istemeyiz (alkışlar) binaenaleyh sözüme hitam verirken heyet-i murahhasanızdan rica ederim ki, ekalliyetler mevzubahs edildiği zaman Kürtlerin hiçbir mütalebesi olmadığını ve Kürtlerin kanaatine tercüman olarak buradan söylediklerimi söylesin…” (Hür 2023)
Türk Meclisindeki Kürt vekilleri azınlıklar konusunda böyle bir tutum ortaya koyarken, Lozan görüşmelerinde İngiliz Temsilci Lord Curzon bu vekillerin meşruiyetini tartışmaya açmış ve bir görüşmede şöyle demişti:
“Ankara’daki Kürt milletvekilleri konusuna gelince nasıl seçildiklerini merak ediyorum. Genel oyla seçilen bir tane milletvekili var mı? Dile düşmüş olduğu gibi bunların hepsi atanmış adamlar, ve bazıları Meclis’in çalışmalarına katılamamaktadırlar bile, zira dili [Türkçeyi] bilmiyorlar. Bu nedenle onların Meclis’te Kürtlerin temsil edildiği iddiasına çok da ehemmiyet yüklenmemelidir.” (Bayır 2017:132)
Bu sözler, İsmail Göldaş’ın tespitiyle, Mustafa Kemal’in isteğiyle galeyana gelen milletvekillerinin, en çok da Kürt vekillerin tepkisine yol açmıştı. Kürt vekillerin başını çeken isim ise yine Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey’di. 25 Ocak 1925’teki oturumda Yusuf Ziya Bey, sözlerini reddetmekle kalmamış, bu kez Lord Curzon hakkında hakaret tonunda sözler sarf etmişti. Mustafa Kemal’in milletvekillerini atadığına karşı çıkan, Mustafa Kemal’in konumunu herhangi bir milletvekilinin konumuyla eşitleyen ve Meclis’te “ancak ve ancak bir milletin özgür kanılı, özgür oylu milletvekilleri” olduğunu ileri süren Ziya Bey, ayrıca şunları söylemişti:
“Lord Curzon’un hak ettiği cevabı vermek için bakışlarınızı biraz eski günlere çevireceğim. … 16 Mart olayı meydana gelmiş, ölü Osmanlı İmparatorluğu bir yıkım kargaşalığı içinde çırpınıyor. Wilson’un belli projesi hâlâ ulusları aldatacak bir değer taşıyor. Avrupa’nın siyaset elçileri hâlâ uluslara hak, hukuk verileceğinden sözedip duruyorlardı. İşte o günlerde Büyük Millet Meclisi toplantıya çağrılmış, halka mebuslarını seçmesi gerektiği bildirilmiştir. Kürtler, serbest alanda hiç bir baskı olmayarak bu seçime katıldılar. Eğer Kürtler, ayrılık-gayrılık gösterselerdi, bu seçime katılmaz, arkasını döner, kendi düşüncesini gerçekleştirmeye çalışırlardı. Hiçbir vakit, hiçbir baskı onları o yollarından çeviremezdi. İngilizler, milyonlarıyla, altınlarıyla çalıştıkları halde Kürtler bu seçime katıldılar ve bu seçime katılmakla bir tek amaç güttüler: Türk kardeşleriyle işbirliği yapmak. Bütün kanılarını bir ilkede topladılar. O ilke, Türklerle kader birliği yapmaktı. Çünkü var olmak, çünkü esirlikten kurtulmak bu ilkenin gerçekleşmesine bağlıdır. Eğer Lord Curzon’lar, Kürtlerin hak ve hukukundan on beş yıl önce söz etseydiler, korkarım bir etki yapar, bazı dimağları bozabilirdi. Fakat Kürtler, Kürt aydınları, Arnavutluğun ve Suriye’nin sonunu görüp dururlarken, İrlanda’nın acılı sesini işitirlerken hiçbir kandırıcılığa kapılmazlar. O yalancı sesler hiç kimseyi kandıramaz. Onlar yalnız kendi kendilerini kandırırlar. İşte o günlerde, o kara günlerde bu toplulukta seçime katılan ve bizi seçip buraya gönderen milletin vekilleri olarak Lord Curzon’a bağırıyoruz ki, bizler Kürdistan’ın gerçek vekilleriyiz. Senden ve senin siyasetinden Musul’u istiyoruz. Ve alacağız…” (Göldaş 2009:133-134. Yazım ve imla hataları korunmuştur)
Yusuf Ziya Bey’in yüksek perdede çektiği bu uzun ve pek ajitatif nutuk sık sık bravo sesleriyle kesilmişti ve benzer içerikte başka Kürt vekiller de konuşmuştu. Ancak Kürt milletvekilleri sıfatını taşıyan bütün bu isimler Lord Curzon’un kendileri hakkında ortaya attığı meşruiyet meselesiyle meşgul oldukları kadar, örneğin İnönü’nün Kürtleri Turanî ilan eden sözleriyle ya da Kürtler için ortaya atılan özerklik ve azınlık statüsünü engelleyen çabalarıyla ilgili değillerdi, aksine aktardığım üzere Türk tarafının görüşlerini desteklemişlerdi.
Anlaşıldığı kadarıyla, Yusuf Ziya Bey’in ifadesiyle, bu “Kürdistan’ın gerçek vekilleri” Kürtlerin Turanî ilan edilmelerini gayet normal karşılamışlardı. Nitekim aynı oturumda Kürt olmadığı ve Türkçülerin önde gelen isimlerinden olduğu halde Hakkâri milletvekili olarak Meclis’te bulunan Mazhar Müfid Bey’in (Kansu) şu sözlerine itiraz eden olmadığı gibi aynı coşkuyla alkışlanmıştı:
“Acaba bu Curzon denilen zat Kürdistan’ın hükümdarı olan İdrisi Bitlisî’nin Yavuz Sultan Selim’e tav’an mutavaat ettiğini bilmiyor mu? Yine Curzon Selâhaddini Eyyubî’nin Kürd olduğunu bilmiyor mu? Ve yine Kürdün Türanyülasıl olduğunu ve Türklerin amcazadesi olduklarını ve hatta Türk olan heyetlerle beraber bugüne kadar beraber yaşadıklarını, bu memleketin bütün felaketlerine iştirak ettiğini bilmiyor mu? Eğer tarihin bu katar basit olan esasatını Curzon bilmiyorsa bu bir diplomat değil…” (Göldaş 2009:134)
Kürtlerin Türk ilan edilmesine itiraz etmeyen ve Lozan’da dile gelen görüşlerin Cumhuriyet’in resmi siyasetine dönüşeceğini öngörmeyecek kadar Türklerle işbirliğine bağlı kalan Kürt milletvekilleri, Lozan Antlaşmasından sonra Musul meselenin çözümü ertelenince, daha doğrusu Musul’un Irak’a ve İngilizlere bırakılacağı anlaşılınca itiraza başlamışlardı. Ancak iş işten geçmişti. Nitekim Kürt vekillerin Curzon’a ateş püskürttükleri Meclis oturumundan kısa süre sonra gücünü pek hafife aldıkları Mustafa Kemal I. Meclis’i dağıtmış ve sonrasında II. Meclis, Lord Curzon’un pek yerinde belirttiği gibi, yine göstermelik seçimle oluşturulmuştu. Lozan Antlaşmasının onaylandığı bu Meclis, Mustafa Kemal’in kurduğu rejimi sağlama alacağı muhalefetsiz bir Meclis’ti ve Kürt vekilleri de artık orada yoktular. 1924’te Anayasa yazıldığında herkes Türk ilan edilmişti. Yusuf Ziya Bey, çok geçmeden, 1925’in Nisan ayında, Şeyh Said İsyanı gerekçesiyle, Cibranlı Halit Bey’le birlikte Mustafa Kemal’in askerlerince alıkonuldu ve Bitlis’te öldürüldü. Bu, aynı zamanda Ziya Bey’in tarihsel yanılgısının da ortaya çıkardığı dramatik bir sondu. Lord Curzon’a karşı Meclis’te birlikte hareket ettiği “Türk kardeşi” Mazhar Müfid Kansu ise Şeyh Said ile yüzlerce Kürdü idam ettiren Şark İstiklal Mahkemesi’nin başkanıydı. Verdiği hükümler, Kürtlerin Türklüğüne itiraz edilmemesi içindi. Ve Yusuf Ziya Bey’in akıbeti de Kürtler için bir dersti ve derstir…
Kaynakça
Arslan, Ruşen (2023). Lozan Murahhas Heyetindeki Irkçılık Fenomeni. https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-227 Erişim Tarihi: 10.08.2023
Bayır, Derya (2017). Türk Hukukunda Azınlıklar ve Milliyetçilik. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Göldaş, İsmail (2009). Lozan / ‘Biz Türkler ve Kürtler’. İstanbul: Avesta Yayınları
Hür, Ayşe (2023). 100 Yıl Önce Lozan’da ‘Kürt Meselesi’ Nasıl Ele Alındı? https://www.avrupademokrat3.com/100-yil-once-lozanda-kurt-meselesi-nasil-ele-alindi-ayse-hur/
Kurubaş, Erol (2004). Sevr-Lozan Sürecinden 1950’lere (Cilt 1) / Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye. Ankara: Nobel Yayın
Lazarev, M.S. (1989). Emperyalizm ve Kürt Sorunu (1917-1923). Ankara: Özge Yayınları
Malmîsanij, M. (2020). 1925’ten Önce Ayrılma Taraftarı Kürt Örgütleri. İstanbul: Vate Yayınları