Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın ana akım Kürt hareketi, Türk yasalarına göre illegal konumdaki PKK ve yine Türk yasalarına göre legal konumda olan bugünkü DEM Parti’nin temsil ettiği siyasi gelenek. Bu siyasi gelenek 1991’de HEP ile başladı ve daha sonra çok sayıda parti Türk mahkemeleri tarafından kapatıldı, bugün DEM Parti var. Güncel durumda hem PKK’nin hem de DEM Parti’nin temsil ettiği siyasi yapının Kürtler için öngördüğü çözüm modeli özerkliktir. Esasında bir bütün olarak Kuzey Kürdistan’daki ana-akım Kürt hareketinin sloganı tam olarak şöyle: “Türkiye’ye Demokrasi, Kürdistan’a Özerklik!”
Bu sloganın ne anlama geldiğine, bunun Kürdistan’ın diğer parçalarındaki karşılığının ne olduğuna vesaire tekrar döneceğim, ama öncesinde şunu söyleyerek başlamalıyım: PKK 1978’de kuruldu ve o zamanlar kesinlikle böyle bir sloganı reddeden bir siyasi programa sahipti.
PKK ve lideri Abdullah Öcalan 1970’li yıllarda yola çıkınca “Kürdistan Sömürgedir” tezinden hareket etti ve buna uygun olarak Öcalan, özcü milliyetçi bir tarih de yazdı. Özetle; Medlerden beri çeşitli güçlerin talan, işgal ve sömürüsü altında olan Kürdistan’da mevcut haliyle sömürgecilik daha da katmerleşmiştir. Kürdistan’ın tarihi talan ve sömürge tarihidir ve bu nedenle PKK’ye kadarki Kürt tarihi değerli kılınacak nitelikte değildir. Gerek tarihte gerekse de mevcut durumda Kürtler adına hareket eden neredeyse herkes (özellikle de “üst tabaka”) sömürgeciliğin uzantısı / işbirlikçisi haline gelmiştir. Kürt toplumu da her unsuruyla sömürgeleştirilmiş ve köleleştirilmiştir. Bu yıkıcı tarih kurgusu sonrasında Öcalan, liderliğini ve partisini inşa edici bir güç olarak konumlandırdı ve esas aldığı tek çözüm yolu ise, gerilla mücadalesiyle Bağımsız Birleşik Kürdistan’dı. Bunun dışındaki tüm söylem ve seçenekler Öcalan ve partisi nezdinde, en hafif tabirle, öportünizm demekti (Bkz. Öcalan 1993; PKK 1984).
Öcalan, gerilla savaşına başladıktan birkaç yıl sonra işlerin ilk başlarda esas aldığı idealizme pek uygun olmadığını gördü ve kabaca 1990’ların hemen başında politik söylem ve hedeflerinde revizyona gitti. Öcalan bu tarihten itibaren artık bağımsız birleşik bir Kürdistan hedefinin peşinde değildi, bunun yerine Türkiye’nin bütünlüğü içinde bir çözümden yanaydı. Bu çözüm, bazen federasyon, bazen Kürtlerin hak ve özgürlüklerini elde edebildikleri demokrasi, bazen güçlü yerel yönetimler aracılığıyla Kürtlerin yönetimde söz sahibi oldukları bir model, bazen de Kürt bölgesinin kendi idari mekanizmalarının olduğu özerk bir yapı şeklinde sunuldu. Ama esasen 2000’den sonra Öcalan, tutsak edildiği İmralı Hapishanesinde çok daha net bir çerçeveyle ortaya çıktı.
Öcalan’ın siyasi ve ideolojik hayatının bu ikinci döneminde, ideolojisini “iktidar karşıtlığı”, siyasetini de “devletsizlik” çerçevesinde yeniden revize etti ve bu yönüyle önceki döneminden farklı bir yol benimsedi. Kırk yıl sonra da, üstelik daha şiddetli biçimde reddetmesine karşın, romantik bir özcü milliyetçi olmaya devam eden ve Kürtlerin geçmişini Göbeklitepe’nin Neolitik zamanlarına kadar götüren Öcalan, iktidar (uygarlık) karşıtlığı üzerine kurguladığı tarihsel yorumunda bu kez Kürtleri tarih yapıcı bir konuma yerleştirdi. Bu yönüyle, ilk döneminden tamamen farklı olarak, Kürtlerin tarih boyunca devletsiz oluşlarını “demokratik uygarlığın” gereği olarak övdü. Tabi Öcalan’ın bu açılımından, işbirlikçilikte sabitlemeye devam ettiği “Kürt üst tabakası” pek nasibini almadı. Öte yandan bu yeni dönem tarih kurgusunda Öcalan’ın, her ne kadar 2000 sonrasında terk ettiğine ilişkin bazı eleştirilere muhatap olmuşsa da, ilk dönem sömürge tezlerine sırtını döndüğü söylenemez. Nihayetinde Öcalan’ın yeni dönem tezleri, sömürgecilik gibi önceki dönemin birçok unsurunu içermeye ve “yeni” kimlik iddiasını korumaya devam etti.
Öcalan’ın bu yeni döneminde Kürt meselesinin çözümü için çok net şekilde iki başlık ortaya çıktı. Birincisi Türkiyelileşme, ikincisi ise özerklik… Öcalan’ın Türkiyelileşme kavramıyla Kürt hareketinin Türkiye’deki tüm sorunlarla ilgili olduğunu ve bunlara dair çözümlere sahip olduğunu anlatmaya çalıştığı söylenebilir. Ama bundan çok daha önemlisi, Öcalan’ın Türkiyelileşme siyasetiyle esasında Kürt hareketini Türkiye’de kabul edilebilir bir pozisyona çekmeye, Kürt olmayanlara ayrılıkçılık gibi bir dertlerinin olmadığını anlatmaya ve onları Kürtlerin Türkiye’nin bütünlüğünden yana olduğuna ikna etmeye, öbür yandan ise Kürtleri bağımsızlık vb seçeneklerin zorluğuna ve Türkiye’nin bütünlüğü içindeki bir çözümün makul olduğuna razı etmeye çalıştığı ileri sürülebilir. Anlaşıldığı üzere, Öcalan net olarak artık Türkiye’nin bütünlüğü içinde bir çözüm ve siyaset arayışındaydı.
Özerklik mevzusuna gelince… Öcalan esasında Kürt meselesinin temel çözümünü demokratik çözüm modeli olarak ifade ediyor ve bunu için de demokratik ulus kavramını ortaya atıyor. Böylece Öcalan Kürtlerden devlet ve benzeri bir “iktidar mekanizmasını” hedeflemeden, toplumsal olarak alttan üste, mesela mahallelerden kent konseylerine doğru, kent konseylerinden bölge meclislerine, oradan da ülke meclislerine doğru demokratik usül ve yöntemlerle örgütlenmelerini ve böylece demokratik ulus formunu geliştirmelerini istiyor. Bu tür bir demokratik çözüm modelinin ise her halükarda ulus-devlet yapılarıyla, mesela Türkiye devleti ile çakışacağının farkında olan Öcalan, bu durumda Özerkliği ortaya atıyor. Öcalan şöyle diyor:
“Demokratik çözüm modelinin ulus-devletten tümüyle bağımsız olmadığını önemle belirtmek gerekir. İki otorite olarak demokrasi ve ulus-devlet aynı siyasi çatı altında rol oynayabilirler. İkisinin etkinlik alanını demokratik anayasa belirler. … Demokratik çözüm kendini ne denli özerk kılar ve sistematize ederse, siyasi dönüşüme o denli katkıda bulunabilir. Ulus-devletin olumlu yönde dönüşümü, demokratikleşmenin, demokratik özerk yönetimin, demokratik ulus inşasının, yerel demokrasinin ve demokrasi kültürünün tüm toplumsal alanlarda geliştirilmesiyle yakından bağlantılıdır.”
Bu noktada Öcalan, Koma Civakên Kurdistanê (KCK’yi) örnek bir oluşum olarak gösterir. KCK, bugün Yürütme Kurulu Eşbaşkanlığını Besê Hozat ile Cemil Bayık’ın yaptığı, bünyesinde PKK, HPG, PJAK, PYD gibi oluşumların yer aldığı bir tür çatı örgüt. Daha doğrusu Öcalan’ın ortaya attığı tezlere uygun olarak PKK’nin yeniden örgütlenmesinin sonucunda KCK ortaya çıktı ve Öcalan’ı lider kabul eden ve Kürdistan’ın tüm parçalarında faaliyet yürüten silahlı-silahsız bütün oluşumları kapsayan bir üst mekanizma. Öcalan, bu tür bir modeli Kürdistan için ideal çözüm modeli olarak sunuyor. Ona göre, etnisite, din, kültür, cinsiyet, yaş veya mahalle, köy ya da kent usulüne göre toplumun farklı kesimlerini temsil eden yerel meclislerin veya örgütlenme ağlarının bir araya gelerek herkesi ilgilendiren kararlar aldığı üst mekanizma KCK modeli oluyor. Bu modelin hedefi devlet veya onun farklı bir formu değil, sadece toplumun kendi kendini yönetme iradesini temsil etmektir. Bu yüzden Öcalan şöyle diyor:
“KCK, Kürt sorununda demokratik çözümün somut ifadesidir. Geleneksel yaklaşımlardan farklıdır. Çözümü devletten pay almada görmez. Hatta Kürtler için özerklik anlamında bile devlet peşinde değildir. Federe veya konfedere devleti hedeflemediği gibi, kendi çözümü olarak da görmez. Devletten temel talebi, Kürtlerin özgür iradeleriyle kendi kendilerini yönetme hakkını tanıması, demokratik ulusal toplum olmaya engel koymamasıdır.” (Öcalan 2011:463-464)
Öcalan ve PKK’nin bugün Kürt meselesi için istediği çözüm modeli aşağı yukarı bu şekilde özetlenebilir. Öcalan’ın görüşlerine benzer bir siyasi hat izleyen DEM Parti ve öncüleri de benzer içerikteki siyasi programlara sahiptir.
Öcalan’ın Kürt meselesinin çözümü için önerdiği bu özerklik modeli, her halükarda bir idari ve siyasi formu ifade ediyor. Bu çözüm demokrasiyi merkeze alırken, bunu sadece modelin kurgusu için değil, aynı zamanda bu modelin gerçekleşebilmesine olanak veya zemin oluşturmak için sınırları dahilindeki ulus-devletin dönüşümü için de şart koşar. Mesela demokratik bir özerk idari yapının var olabilmesi için Türk ulus-devletinin de demokratikleşmesi bir zorunluluktur. Bu da, Öcalan’ın çözümü için, onun görüşlerini esas alan mücadele yapılarının Türkiyelileşerek özerkliği savunmalarını gerekli kılıyor. Bu arada Öcalan’ın sadece Türkiye için değil, Kürt meselesinin var olduğu diğer ülkeler için de bu görüşleri ortaya attığını kaydetmek lazım. Haliyle kestirmeden gidersek, örneğin İran’ın egemenliği altındaki Doğu Kürdistan için mücadele eden PJAK ve Suriye’nin egemenliğindeki Rojava için mücadele eden PYD de aynı özerklik modellerini savunuyorlar. PJAK “Demokratik İran, Özerk Kürdistan”, PYD ise “Demokratik Suriye, Özerk Kürdistan” diyor. Programlarının esası ise, Öcalan’ın aktardığım görüşleri çerçevesinde şekilleniyor.
Öcalan’ın 2000’den sonra önerdiği çözüm modelinin, kendisini destekleyen Kürt milletinin geniş bir kesimi tarafından esas alındığı söylenebilir; bunu Türkiye, Suriye ve hatta İran’da görmek mümkün. Ama Kürt milliyetçilerinin bir kesimi Öcalan’ı eleştiriyor. Eleştiriler, Öcalan’ın Kürdistan için herhangi bir statü talebinde bulunmadığı, Kürtleri egemen devletlerin demokratikleşme vb kendi iç sorunlarıyla meşgul ettiği, bu haliyle Kürtleri bağımsızlık gibi hak taleplerinden uzaklaştırdığı şeklinde toparlanabilir. Biraz önce aktardığım Öcalan’ın görüşlerine bakarak, bu tür eleştirilerin ne derece yerinde olup olmadığına kendiniz karar verebilirsiniz. Ama Öcalan ve onu takip eden yapıların “Demokratik Türkiye, Demokratik İran, Demokratik Suriye, Özerk Kürdistan” sloganı veya formülasyonu esasında ilk kez ortaya atılan şeyler değil; neredeyse Kürdistan’ın diğer tüm ana-akım hareketlerinin de benzer sloganlarla yola çıktıklarını ve bu çerçevede bir çözüm bulmaya çalıştıkları söylenebilir. Ama elbette içerik veya kastedilen şeyler bakımından farklılıklar vardır. Bunun için Güney Kürdistan’daki ana-akım Kürt hareketleri ile Doğu Kürdistan’da uzunca bir süre etkili olan Kürt hareketinin söylem ve siyasetlerine bakabiliriz.
*****
Güney Kürdistan’daki Kürtlerin Irak’a karşı verdikleri mücadelenin geçmişi en az 20. yüzyılın başlarına kadar gider. Ama 1940’lı yıllardan bu yana Güney Kürdistan’da mücadele eden başat güç, Kürdistan Demokrat Partisi’dir (KDP).
1940’tan sonra Molla Mustafa Barzani sahneye çıktı ve artık Güney Kürdistan’daki Kürt muhalefetinin başını o çekiyordu. Irak ile ilk çatışmalarında başarılı olamayınca İran’ın egemenliği altındaki Doğu Kürdistan’a geçen Molla Mustafa Barzani, burada tarihsel bir gelişmenin parçası oldu. Qazi Muhammed liderliğindeki Kürt milliyetçileri 1946’da Mahabad Kürdistan Cumhuriyeti’ni ilan etti ve Molla Mustafa Barzani de binlerce peşmergesiyle bu cumhuriyetin hizmetine girdi. Ancak cumhuriyetin ömrü altı ay kadar oldu, sonra yıkıldı ve Molla Mustafa Barzani Irak ve Güney Kürdistan’a dönemeyince bu kez yönünü Sovyetler Birliğine döndü. Burada 12 yıl kaldı ve 1958’de yeniden Güney Kürdistan’a dönebildi.
Mahabad Kürdistan Cumhuriyeti yıkılmasının ardından Barzani Sovyetlere giderken, Bağdat’ta ise partisinin kuruluş kongresini yaptırdı. Qazi Muhammed’in partisiyle aynı adla, Kürdistan Demokrat Partisi adıyla Barzani partisinin kuruluşunu ilan etti. 16 Ağustos 1946’da Bağdat’ta yapılan ilk kongrede, sürgündeki Barzani genel başkanlığa seçildi. Peki, Barzani tam olarak ne istiyordu?
KDP’nin ilk kongresinde Kürdistan’ın bağımsızlığı talebi yoktu, bunun yerine “Kürtlerin kendi serbest iradeleriyle elde edilecek bir Irak birliği içinde yaşamayı öneren milliyetçi bir program benimsendi.” (McDowall 2004:398). Bu program aslında yeni bir şey demiyordu; nitekim birkaç yıl önce, henüz Molla Mustafa Barzani Güney Kürdistan’dayken ve isyanın liderliğini fiilen yapıyorken Irak hükümetiyle yaptığı görüşmelerde talep ettikleri gayet açıktı. Örneğin Kürt kökenli Nuri Said’in Irak Başbakanlığı sırasında, 1943-44 yıllarında yürütülen müzakerelerde Barzani’nin en önemli talepleri şunlardı:
“- Kerkük, Erbil, Süleymaniye liva’larını; Musul, yani Duhok, Amadiye, Akra, Zaho, Sincar, Şeyhan gibi tamamen Kürtlerin bulunduğu kazaları; Diyala liva’sındaki çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu Hanekin kazanını içeren, sadece Kürtlerin yaşayacağı bir eyalet oluşturulması.
– Bu yeni Kürt eyaletini yönetmesi için Bakanlar Kurulu’na üye bir Kürt yetkilinin atanması.
– Kürdistan’ın kültürel, ekonomik ve ziraî özerkliğinin mümkün olan en geniş biçimde, ordu ve jandarma ile ilgili meseleler haricinde, temin edilmesi.
– Kürtçenin resmi dil olarak kabul edilmesi.” (Jwaideh 2014:449-450)
Dikkat edilirse bu talepler bugün hala Güney Kürdistan yönetimi ve Irak devleti arasında var olan, mesela Kerkük, Musul, Diyala, Hanekin gibi eyaletlerin statülerinin belirsizliği gibi önemli ihtilaf konularının geçmişini de ortaya koyuyor. Aynı zamanda bu maddeler esasında Güney Kürdistan’daki Kürt hareketinin 1940’lardan itibaren sistematik olarak ileri sürdüğü talepler olageldi.
Molla Mustafa Barzani 1958’de 12 yıl kaldığı Sovyetler Birliğinden Irak’a döndükten sonra yeniden Irak hükümetiyle müzakerelere oturduğunda da benzer talepleri dille getirdi. Doğrusu 1960’lı yıllar hem savaş hem de müzakere yılları oldu. Irak’ta iki kez hükümet darbe yaşandı ve hükümet değişti. Değişen hükümetler yeni savaş ve müzakereler demekti. Son olarak iktidarı Baas yönetimi aldı ve Baas yönetimi içinde de 1970’li yıllarla birlikte tüm ipler Saddam Hüseyin’in eline geçti. Artık Kürtlerin muhatabı oydu.
Saddam Hüseyin Kürtlerle 11 Mart 1970’te Özerklik Antlaşması imzaladı. Bu KDP’nin tam olarak ne istediğini bir kez daha ortaya koyan bir metindi. Örneğin antlaşmada şu maddeler yer alıyordu:
“Kürt bölgesinde resmi dilin Kürtçe olması, Kürt halkının varlığının tanınması ve Kürtçenin anayasada yer alması, ekonomik kaynakların Kürtlere de adil bir şekilde dağıtılması, Kürt bölgesinin polis ve güvenliği de dahil olmak üzere içişlerinin Kürtler tarafından yönetilmesi, devlet başkan yardımcılarından birisinin Kürt olması, Kürtlerin Irak Parlamentosu’nda nüfus oranlarına göre temsil edilmesi, Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerin özerklik kapsamına alınması…” (McDowall 2004:437)
Bu antlaşmanın imzalanmasının üzerinden 4 yıl geçmesine rağmen hayata geçirilmedi, çünkü Kürtler ile Baas rejiminin antlaşmadan anladıkları epey farklıydı. Söz gelimi Kerkük gibi bazı kritik kentlerin statüleri hala belirsizdi ve Irak bunları Kürtlere bırakmaya niyetli değildi. Kürtler ise aksini kabul etmiyordu. Nihayetinde Saddam Hüseyin Mart 1974’te tek taraflı olarak bir Özerklik Yasası ilan etti ve bu yasa, açıkça 1970’deki antlaşmanın büyük oranda geçersizleştirilmesi demekti. Saddam Hüseyin Kürtleri bu yasaya uymaya zorlayınca, yeniden çatışmalı dönem başladı ve 1975 itibarıyla bu çatışmalar Kürtler açısından büyük bir hezimete yol açtı. Saddam Hüseyin ise, 1987-88’de Halepçe dahil Güney Kürdistan’ın tamamında yürütülen ve 200 bin civarında Kürdün katledildiği Enfal Soykırımına giden yolun taşlarını örmeye başladı (Bkz. Middle East Watch 2003). Köy boşaltmaları, kimyasal silahların kullanılması, sivillerin öldürülmesi vesaire…
Bu arada 1975’te bu dramatik gelişmeler yaşanırken, esasında uzun yıllardan beri Molla Mustafa Barzani ile gerilimleri bulunan Celal Talabani ve bir grup arkadaşı, 1975’deki hezimetten doğrudan Molla Mustafa Barzani’yi sorumlu tutarak KDP’den ayrıldı ve kendi örgütlerini kurdular. 1 Haziran 1975’te Şam’da Kürdistan Yurtsevler Birliği’nin (KYB) kuruluşu ilan edildi. KYB’nin Kürtler için istedikleri ise, esasında KDP’nin taleplerinden farklı değildi. KYB de KDP gibi “Irak’a demokrasi, Kürdistan’a Özerklik” vaadinde bulunuyordu (D. McDowall 2004:457)
1980’lı yıllar bir yandan Saddam Hüseyin İran ile 8 yıllık savaş halindeyken, öbür yandan bununla birlikte Kürtleri soykırımdan geçirme planından taviz vermedi ve bunu adım adım gerçekleştirdi. 1960’lı yıllardaki parlak günlerinden epey uzaklaşmış olan Kürt hareketi ise, iki ayrı oluşum halinde, bir yandan mücadeleye devam ederek mevzilerini korumaya çalışıyordu, öbür yandan da Saddam’la bir şekilde özerklik meselesini yeniden müzakere etme girişimlerinde bulunuyordu. Bu çabalarında ise kesinlikle ortak hareket etmiyorlardı. Nihayetinde Kürt örgütleri için 1980’li yıllar zor geçti, Saddam Hüseyin ile hem çatıştılar hem de müzakere ettiler, ama sonuç elde edemediler, aksine Saddam Hüseyin 1987-88’de Enfal Soykırımını yaptı.
1991’de Barzani ve Talabani yine Saddam’la müzakerelere oturmaya karar verdi. Nihayetinde bu doğal bir durumdu, savaşan taraflar bir çözüm isteyeceklerse elbette oturup müzakere edeceklerdi. Ancak bu görüşmeler kuşkusuz Enfal ve Halepçe’den sonra Kürt liderler için kızılcık şerbetini içmeye benziyordu.
Koşullar 1991’de biraz daha farklıydı. En önemlisi Saddam Hüseyin 1991 Körfez Savaşında yenilgiye uğratılmıştı ve üstelik Kürt bölgesini içerecek şekilde BM kararıyla 36. Paralelin kuzeyinde uçuşa yasak bölge ilan edilmişti. Bu gelişmeler elbette Kürtlerin elini ve manevra kabiliyetini rahatlatıyordu. Daha da önemlisi 1991 martında Kürt örgütlerinin beceriksizliğine rağmen bir tür yerel inisiyatif olarak halk isyanları ya da Raperin başlamıştı ve Saddam’ın güçleri birçok Kürt kentinden çıkarılmıştı. Bu halk isyanı Kürt hareketlerine avantaj sağlamıştı. Ayrıca bu dönemde KDP ve YNK ilk kez Kürdistani Cephe adıyla bir birlik oluşturmuş ve ortak hareket etmeye karar vermişlerdi. Bütün gelişmeler, aslında 1991’den itibaren fiili olarak özerk bir konuma gelmesini sağlamıştı, üstelik Saddam’ın tehditlerine, zaman zaman devam eden saldırılarına ve ağır ekonomik ambargolarına rağmen…
İşte bu koşullar altında Kürdistan Cephesi olarak KDP ve YNK 1991’in bahar aylarında yeniden Saddam’la masaya oturmuş ve 1970’in Özerklik Antlaşmasını müzakere etmeye başlamışlardı. Elbette ihtilaf konusu olan hususlar bakiydi, Kerkük gibi statüsü belirsiz bırakılan bölgelerin ne olacağı, Araplaştırma siyasetinin örneğin Kerkük ve Musul gibi birçok kentte nasıl duracağı, petrol gelirlerinin nasıl paylaşılacağı vesaire… Ancak buna rağmen Talabani de Barzani de amaçlarının Saddam’ın devrilmesi olmadığını, Irak’a demokrasi Kürdistan’a özerklik için çabaladıklarını söylemeye devam ettiler.
Ancak elbette bütün bunlar olmadı, nihayetinde Saddam gibi bir diktatörün olduğu yerde kuşkusuz Kürt liderlerin de bildiği gibi, demokrasi falan ancak bir hayal olurdu. Nitekim Kürt örgütler de bu müzakerelerden çekilmişti.
Bununla birlikte, 1992’de fiili olarak özerk olan Kürdistan bölgesinde, Kerkük gibi statüsü belirlenmiş bölgeler haricinde bir seçim yapılmıştı, KDP ve YNK başabaş sayılacak oranda oy oranını elde etmişlerdi. Bu seçimlerde gerek Barzani’nin gerekse de Talabani’nin benimsediği program ve sloganlar ilginçti.
“Irak’ın komşularını alarma geçirmek istemeyen Barzani Bağdat ile bir anlaşmaya varma gereği olduğunu vurgulayarak, ‘Kürdistan’a Özerklik, Irak’a Demokrasi’ sloganını benimsedi. Talabani ise federal bir Irak içinde Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyordu, Irak’ın yönetim şekline ilişkin güvenceler vermesine rağmen, bu sloganın bağımsızlığa daha yakın bir şeyi ifade ettiği açıkça görülüyordu.” (McDowall 2004:504)
Aslında KDP ile KYB aynı şeyi söylüyordu. Zaten fiili olarak yönettikleri özerk bölgede, bu iki slogan arasında görülen fark bir bakıma liderlik çekişmesinden kaynaklanıyordu. Çünkü her iki lider de esasında bu sloganları kullanırken, yani o zamanlar Irak’ın ne olacağıyla hiç de ilgilenmeyen Kürt seçmenlerine ya da taraftarlarına seslenirlerken, daha ziyade Irak’a, komşu ülkelere ve uluslararası güçlere mesaj veriyorlardı. Yani bütün ipleri koparmaya niyetleri yoktu, zaten konjonktür de buna hiç müsait değildi, örneğin ABD’nin bağımsız Kürdistan gibi bir hedefe desteği olamazdı, birkaç yıl önce soykırım tecrübesini yaşamış Kürtler de bunu bildikleri için maceracı davranmaya niteyti değildi. Kaldı ki, Türkiye o dönemlerde PKK bahanesiyle Güney Kürdistan’a girip çıkıyordu ve elbette olası bir Kürt statüsüne Saddam kadar sert tepki vereceğini defaatle açıklamıştı. En makul yol olarak, Kürtler özerklik ya da federasyonu Irak’ın demokrasisiyle birlikte dillendirmeye devam ediyorlardı.
2003’e gelindiğinde ABD ve müttefikleri Saddam’ı devirdi, 30 yılı aşan diktatörlük sona erdi. Yeni Irak’ta Kürtler yeniden şartları müzakere etmeye başladı ve nihayetinde Irak Anayasasında resmen kabul edilen Kürdistan Federal Bölgesi ilan edildi.
Bu yeni dönemde ilginç olan şu ki, Kürdistan’ın federal statüsü resmen kabul edilmesine rağmen, geçmişin kronik anlaşmazlıkları yine çözümsüz kalmıştı. En başta da Kerkük ve benzeri bölgelerin geçmişten beri süregelen ihtilaflı konumları… Bu çözümsüzlük hali hala da devam ediyor.
2017’ye gelindiğinde Kürdistan Bölgesinde KDP’nin ısrarı ve diğer Kürt partilerinin de katılımıyla bağımsızlık referandumu yapıldı. 25 Eylül 2017’deki referandumda Kürtlerin yüzde 92’si bağımsızlık için irade beyan etti. Ancak Türkiye, İran ve Irak askeri, ekonomik, siyasi, diplomatik alanlarda ortak saldırılara girişti; ABD ise bütün bunları seyretmekle yetindi. Sonuç, iki açıdan değerlendirilebilir:
Birincisi; Kürtlerin iradesi netti: Irak’la olan birlikteliklerinin aslında zoraki bir durum olduğunu, esas gayelerinin bağımsızlık olduğunu ortaya koymuşlardı, bu son derece önemliydi.
İkincisi; Kürtler bir süre daha Irak’ın bütünlüğü içinde hiç de istemedikleri halde federasyona razı olacaklardı; yani zoraki evliliğin ömrü uzamıştı.
***
İran ve Doğu Kürdistan’daki Kürtlerin hak ve özgürlük mücadelesi de 20. yüzyılın başlarına kadar uzar. Ancak esas kritik dönemlerden biri 1940’lı yıllardı. İran’da 1942’de şah iktidardan devrilince birkaç yıla yayılan bir boşluk oluştu. Aynı zamanlarda tabi İkinci Dünya Savaşı vardı ve İran’ın konumu önemliydi. Sovyetler Birliği kuzeyden, İngiltere-ABD ise güneyden İran’ın bazı kesimlerini işgal etmişlerdi. Doğu Kürdistan her iki blokun işgal alanlarının arasında bulunuyordu. Kürtler oluşan boşluktan istifade edip haklarını elde etmek istiyorlardı. Bunun için hem İngiltere-ABD blokuyla hem de Sovyetler Birliği ile temaslara geçtiler. Olumlu yanıtı Sovyetlerden aldılar ve nihayetinde Kürdistan Demokrat Partisinin lideri Qazi Muhammed ve arkadaşları 1946’ın başlarında Mahabad Kürdistan Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan etti. Cumhuriyetin ömrü uzun olmadı, sadece altı ay kadar ayakta kaldı; Qazi ve beraberindeki iki kişi idam edildi, pek çok kişi cezalandırıldı, Kürt milliyetçiliği netice itibariyle büyük bir kırılma yaşadı. Bütün bunların pek çok nedeni var elbette, burada bunları değil, Qazi Muhammed ve partisinin nasıl bir siyaset izlediklerini ele alacağım.
Qazi Muhammed’in liderliğini yaptığı KDP, kurulduktan sonra Kasım 1945’te, cumhuriyeti ilan etmeden yaklaşık iki ay önce, bir deklarasyon açıkladı. Deklarasyonda şu maddeler yer alıyordu:
“– İran’daki Kürt halkı, yerel sorunlarının çözümünde idari serbestliğe sahip olmalı ve kendi kendini yönetebilmeli; İran devleti sınırları içinde özerklik elde etmelidir.
– Kürt dili eğitimde kullanılmalı ve idari işlerde resmi dil olmalıdır.
– Kürdistan eyalet konseyi derhal anayasaya uygun olarak seçilmeli, devlet ve toplumla ilgili konuları denetlemeli ve araştırmalıdır.
– Tüm devlet yetkilileri yerel kökenli olmalıdır.” (Jwaideh 2014:483-484; Ayrıca bkz. McDowall 2005:329)
Qazi Muhammed’in liderliğinde KDP bu talepleri açıkladıktan kısa süre sonra Mahabad Kürdistan Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan etti. Ancak buna rağmen Qazi ve partisi Tahran’la tüm köprüleri atmamıştı; her fırsatta müzakerelere açık olduklarını da bildiriyorlardı. Örneğin Cumhuriyetin ilanından yaklaşık iki ay sonra Kürt meselesinin çözümü için İran hükümetine bir çağrı yapılmış ve çağrıda, “Attığımız bu adım, İran’a duyduğumuz sadakatin bir kanıtıdır. Umut ederiz ki Hükümet uzattığımız eli geri çevirmez.”
Haziran 1946’nın başında Fransız Basın Ajansına demeç veren Qazi Muhammed de, “Şah tahttan indirildiğinden beri, gerçekte bağımsız” olduklarını belirtmekle birlikte, “Kürdistan sorunu tamamen bir iç meseledir” diyor ve bunun çözümü için şunları açıklıyordu:
“Eğer merkezi hükümet İran genelinde demokratik yasaları uygulamaya karar verir, Kürdistan’da şu anda yürürlükte olan Kürtlerin eğitimi, yerel idare ve ordunun özerkliği ile ilgili yasaları tanırsa Kürtler tatmin olacaktır.” (Jwaideh 2014:486)
Burada ortaya çıkan manzara şu: Qazi Muhammed ve arkadaşları konjonktürel olarak zaten var olan siyasi otorite boşluğunun doğal bir sonucu olarak Kürdistan Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan etmişlerdi. Ama bu adım, tamamen İran’dan koptuklarını ve tek amaçlarının bağımsızlık olduğunu göstermiyordu. Bir bakıma bunu 1990’lı yıllardaki Güney Kürdistan’daki durum ve Rojava’nın 2011’den beri sahip olduğu statüyle kıyaslamak mümkündür. Güney Kürdistan’da 1992’den 2003’e kadar fiilî olarak Kürtler bağımsızdı, Saddam Hüseyin devrilince bu bağımsızlığı resmen ilan etmediler, aksine Irak ile anlaşarak Kürdistan federasyonuna razı oldular. Rojava’da da 2011’den beri Kürtler fiilî olarak bağımsız bir yapıya sahipler ve fakat bu konumlarını bağımsızlık olarak ilan etmiş değiller, aksine Esad’ın devrildiği Aralık 2024’ten bu yana yeni Suriye yönetimiyle özerklik konusunda anlaşmanın yollarını arıyorlar.
Hem bu iki örnekte hem de Mahabad deneyiminden hareketle şunu söylemek mümkün:
Kürtler siyasi çalkantıların ve konjonktürel gelişmelerin tetiklediği boşluktan istifa ederek fiilî bağımsızlığı elde etmişlerdi, ama bunun resmi bir hale gelmesi için aynı konjonktürel şartlar elverişli olmadı, bunun gayet farkında olan Kürtler muhatap oldukları egemen devletlerle pazarlık yolunu kapatmadılar. Fiilî bağımsız durumları ve bu sırada elde ettikleri güç ve ilişkiler elbette Kürtlere pazarlık aşamasında avantaj sağlıyordu. Tabi bunu Mabahad deneyimi için söylemek mümkün değil , zira orada şartlar başka türlü oldu. Örneğin Sovyetler Birliği Kürtlere verdiği desteği geri çekti, ABD-İngiltere zaten Kürt oluşumuna karşıydı, iktidara gelen yeni şahın İran’ı ise askeri, diplomatik ve siyasi açıdan çok daha güçlüydü. Bu durumda Qazi Muhammed’in özerkliğe dair çözüm önerileri dikkate alınmadı, zira eli zayıftı ve bu, onun idamına mal oldu.
Qazi Muhammed’den sonra hem partisi hem de bir bütün olarak Doğu Kürdistan’daki Kürt milliyetçiliği önemli bir kırılma yaşadı ve toparlanabilmesi epey zaman aldı. 1970’lere gelindiğinde ise yeni bir fırsat kapısı açıldı. Bu sıralarda İran’da şah rejimine karşı geniş bir toplumsal muhalefet vardı ve Kürtler de yeniden dinamik bir güçtü. Tam bu sırada Avrupa’da eğitim görmüş üniversite hocası Doktor Abdurrahman Qasimlo Doğu Kürdistan’a dönmüş ve 1973’te de Qazi Muhammed’in Kürdistan Demokrat Partisi’nin (KDP) yeni lideri olmuştu. 1979’da mollalar şah rejimini devirdi ve bu İran’da bir süreliğine otorite boşluğuna yol açtı. Doğu Kürdistan’daki iki ana akım Kürt hareketi ve irili ufaklı pek çok Kürt partisi boşluktan istifade örgütlenmeye ve hakimiyet alanlarını genişletmeye başladı. Özellikle KDP ve Komala Doğu Kürdistan’ın önemli bir kısmında örgütlüydü, hatta Qasimlo’nun bir röportajında ifade ettiği kadarıyla sadece KDP’nin 1980’de peşmerge gücü 45 bin civarındaydı ve şayet izin verselerdi bu sayı 200 bini bile bulabilirdi. Kürt örgütleri bir yandan bazı kentler de dahil olmak üzere pek çok yerde kontrolü ele geçirip kendi yönetimlerini inşa ederken, öbür yandan ise İran’da iktidarı ele geçiren mollalarla bir çözüm yolu bulmaya çalışıyordu.
Abdurrahman Qasimlo’nun lideri olduğu KDP’nin önerdiği çözüm, esasında Qazi Muhammed zamanında önerilenden çok farklı değildi. 1981 ve 1988’deki iki röportajında Qasimlo “İran’a Demokrasi, Kürdistan’a Otonomi” için mücadele ettiklerini söylüyordu. 1980’de yapılan seçimde Kürdistan halkının yüzde 80 oranında kendilerini seçtiğini ve haliyle taleplerini desteklediğini belirten Qasimlo, devamla 1981’deki röportajında taleplerini şöyle açıklıyordu:
“Bizim temel istemimiz İran için demokrasidir; siyasi özgürlüklerin tanınması, kişisel özgürlükler, basın özgürlüğü, inanç özgürlüğü, sendika ve toplantı özgürlüğü. Biz Kürdistan için de otonomi istiyoruz. Bizim istediğimiz otonomi biçiminin içeriği şunları kapsıyor;
1 – 4 Kürt vilayetinin otonom bir Kürdistan çerçevesinde birleştirilmesi.
2 – Fars dilinin bütün İran’da resmi dil olarak kullanılması gibi, Kürt dilinin de otonom Kürdistan’da resmi dil olarak tanınması.
3 – Kürdistan meclisinin ya da bütün Kürdistan şurasının seçimi. Bu meclis otonom bir hükümet kurmalı, bu hükümetin görevi içişleri düzenlemek ve yürütme yetkisine sahip olmalı. Dışişleri (diplomasi), ulusal savunma, sınırları koruma, gümrük, merkezi banka işlemleri gibi yetkiler merkezi hükümetin yönetim ve denetiminde olmalı.
4 – Kürdistan’daki jandarma, polis ve mücahit (pasdar) geri çekilmeli, iç güvenliği peşmergeler korumalı.”
Qasimlo’nun 1981 yılı itibarıyla İran’daki Kürt meselesinin çözümü için açıkladığı talepler somut olarak böyleydi. Bu noktada birkaç hususa dikkat çekmek lazım.
Doğrusu Qasimlo’nun açıkladığı talepler, özellikle de Kürdistan’a otonomi talebi, dönemin şartlarının bir gereği olmakla birlikte, sadece bununla ilgili de değildi. KDP’nin kurulduktan sonra Kasım 1945’te açıkladığı deklarasyona bakıldığında da benzer taleplerin olduğu görülebilir. Dolayısıyla bir tutarlılık ve süreklilik var.
İkinci bir husus da şu: Bugüne gelindiğinde Doğu Kürdistan’daki Kürtlerin hak ve özgürlüğü için mücadele eden neredeyse tüm örgütlerin Qasimlo’nun açıkladığı çerçevede taleplere sahip oldukları ileri sürülebilir. Örneğin bugün Abdullah Öcalan’ı lider kabul eden PJAK, Qasimlo’ya benzer biçimde hem ideolojisini “demokratik sosyalizm” çerçevesinde kurguluyor hem de esas talebini “İran’a demokrasi, Kürdistan’a özerklik” şeklinde formüle ediyor. Epey etkisiz olan Qasimlo’nun partisi KDP de bugün aynı taleplerin arkasında duruyor.
Üçüncü bir hususa gelirsek… Qasimlo, demokrasiye ve daha ziyade reel sosyalizm eleştirisi çerçevesinde sahiplendiği radikal demokrasiye önem veriyordu. Mustafa Zengin’in gayet yerinde ifade ettiği gibi, Qasimlo’nun demokrasi ısrarı, politik planlarının gerçek anlamda hayat bulabilmesinin koşulu olarak ileri sürmesinden kaynaklanıyordu; ayrıyeten ideolojik olarak durduğu yeri de gösteriyordu.
“Kendisi, bu ısrarını iki nedene bağlamaktadır: Birincisi demokrasinin var olan tüm sosyal taleplerin karşılık bulmasında önemli bir role sahip olması; ikincisi de, Doğu Kürdistan için otonomi olarak talep ettikleri yönetim tarzının demokrasi ile mümkün olmasıdır. Zira ona göre, hem halkın kendini özgürce ifade etmesi hem de mevcut kurum ve örgütlenmelerin özgür bir şekilde politik mücadele yürütmeleri ancak ‘gerçek demokrasi’ ile mümkündür. … Gerçek bir demokratik rejim olmaksızın Kürd ulusal haklarının temin edilmesinin mümkün olmayacağını, Kürt ulusal hakları elde edilmediği müddetçe rejimin de kelimenin tam anlamıyla demokratik olamayacağını söylemektedir. Kürdistan adına politik-idari bir yapı olarak tanınacak olası bir otonominin, kalıcı ve güçlü bir demokrasinin olmayışı durumunda her daim yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olacağını; böyle bir otonominin devamlılığı ve dayanaklığının İran’da istikrarlı bir demokrasinin varlığı ile imkan bulacağını belirtmektedir.” (Zengin 2019)
Anlaşılacağı üzere, Qasimlo mevcut İran sınırları dahilinde otonom bir çözüm planlarken, bu çözümün gerçek anlamda hayat bulabilmesi ve kalıcı olabilmesi için ve tabi bu durumda Kürtlerle İran devletinin ilişkilerinin sağlam temellere oturtulabilmesi için demokrasiye kilit anlam yüklüyordu. Ancak bununla birlikte, Qasimlo mevcut durumda neyin ne kadar mümkün olabileceğini bilebilecek kadar da realistti. Yani Qasimlo en nihayetinde demokrasi konusunda İran’ı umutsuz vaka olarak da görüyordu ve hakikaten de durum böyle.
Qasimlo’nun açıkladığı otonomi talebine dair dikkat çekmek istediğim bir diğer husus da şöyle: Politik olarak bu çözüm seçeneği partisinin programının gereğiydi ve fakat Qasimlo başka çözüm imkanlarının da farkındaydı. Bu yüzden Qasimlo, “Kürt meselesinin gerçek ve asıl içeriği olarak vurguladığı self-determinasyon hakkını gerçekleştirmenin üç biçiminden bahsetmektedir: Bağımsızlık, federalizm ve otonomi.” (Zengin 2019) Qasimlo’nun ve tabi ki partisinin bu üç seçenek içinde görece daha zayıf bir idari-politik konumu ifade eden otonomiyi esas almasının nedeni ise jeo-politik şartlardı. Qasimlo, 1988’deki röportajında bunu şöyle izah ediyordu:
“Esasen biz, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkını savunuyoruz. Bu çeşitli formları kapsar. Bağımsız ve federasyon da bu formların içindedir. Bizim mücadelemiz bu formlardan otonomiyi kapsamaktadır. … Şunu demiyoruz; Kürtlerin bağımsızlığa hakkı yoktur! Hayır, vardır. Ama partimizin siyaseti otonomidir, bağımsızlık değil. …
“Zannederim ki, bu Kürdistan’ın jeo-politik konumundan ileri geliyor. Çünkü biz yalnız bir devlette yaşamıyoruz. Dört devletin arasında parça parça olmuşuz. Bu parçalanmışlık, güçlükler ortaya çıkarmaktadır. Örneğin, yalnız Türkiye’de yaşasaydık, şimdiye kadar bağımsızlığımı almıştık. Kürt halkı Türkiye’de… Batı yardım etmiyor! Kürt halkı Suriye’de, Irak’ta… Sovyetler, sosyalist ülkeler yardım etmiyor! Suriye ile Irak’ın sosyalist ülkelerle iyi ilişkileri var. Sosyalist ülkeler, bundan dolayı, bu ülkelerle ilişkileri bozulmasın diye bizlere yardım yapmıyorlar. Aynı şey Arap devletleri için de geçerli. Arap devletleri çok zengin ve bütün dünya ile önemli ilişkiler içindeler. Dünya da bize karşı onları tercih ediyor. Ona göre biz bir handikap içindeyiz.
“Başka bir konu da şu; örneğin biz, Afganistan’daki gibi, Sovyetler Birliği’ne karşı savaşsaydık, ABD bize yardım yapardı. Veya biz, Nikaragua gibi, ABD aleyhine savaşsaydık bu kez Sovyetler Birliği bize yardım yapardı. Biz, ne Sovyetler Birliği aleyhine ne de ABD aleyhine savaştığımız için kimse bize yardım yapmıyor. Bu bizim jeo-politik durumumuzdan meydana geliyor. Kürt liderlerinin, Kürt hareketlerinin bu konuyu çok iyi tahlil etmeleri ve karar almaları gerekir. Yoksa büyük sloganlar atmak çok kolaydır. Ama o sloganları yerine getirmek başka bir şeydir.
“Her zaman için şu örneği veririm. Bundan yedi sene önce Oslo’ya gittiğimde bir Kürt öğrencisi beni kendi derneklerine davet etti. Bir slogan asmışlar, “Yaşasın Bağımsız, Birleşik, Sosyalist Kürdistan.” Sordular nasıl bir slogan diye? Çok güzel slogan dedim. “Öyleyse niçin sizin Partiniz bu sloganı kabul etmiyor?” dediler. Benim değerlendirmem ise şuydu: Şimdi, siz Oslo’da 12 kişi böyle bir sloganı atabilirsiniz. Bizim 12 bin peşmergemiz var. 12 bin peşmerge ile bu sloganı Orta-Doğu’da yerine getiremezsiniz. Ona göre, biz realist olmak zorundayız. Parça, parça olduğumuz bölge, petrol merkezidir ve stratejik bakımdan çok mühim bir alandır. Bunların hepsini dikkate aldıktan sonra, siyasetimizi ve sloganımızı belirlemek zorundayız.”
Qasimlo’nun neden bağımsızlık veya federasyon seçeneğini değil de, otonomiyi tercih ettiklerine dair izahı böyle ve doğrusu, bu “handikap” sadece Qasimlo ve partisine özgü değildir. Kürt Araştırmaları Dergisi için yazdığım “Osmanlı Zımnî Sözleşmesi” başlıklı yazıda epey detaylı ele aldığım üzere, Kürdistan’ın dört parçasındaki Kürt hareketlerinin neredeyse tamamının yola çıktıktan sonra bu jeo-politik veya reel-politik gerçeklerle bir şekilde yüzleşip daha “gerçekçi” çözüm arayışlarına yöneldikleri söylenebilir. Örneğin Barzani liderliğindeki KDP’nin ve Talabani liderliğindeki KYB’nin uzunca bir süre “Irak’a demokrasi, Kürdistan’a Federasyon”, PKK’nin hala “Türkiye’ye demokrasi, Kürdistan’a Özerklik”, hakeza PYD’nin hala “Suriye’ye demokrasi, Kürdistan’a Özerklik” sloganlarını esas almaları bu “realist” yaklaşımlarla ilgilidir. Genellikle gönüllerde ve hayallerde bağımsız Kürdistan yerini korurken, somut siyasette orta yol olarak ülke içi çözümlerin tercih edildiği görülüyor. Diğer bir ifadeyle, Kürt hareketlerinin hayalini “siyasal romantizmin”, tercihlerini ise “mantıksal siyasi itirazlar, fikirler ve çekincelerin” belirlediği ileri sürülebilir (Bruinessen 2014:11). Ancak günümüzde Ortadoğu’da siyasi dengelerin değişme olasılığı yeniden belirmiş durumda ve bu durum, gönüllerdeki bağımsızlığı mümkün kılabilir, neden olmasın!
Podcast Yayını
https://www.youtube.com/watch?v=0L2aSN2EX4w
Kaynakça
Barzani, Mesud (2021). Tarihi Davamız. Erbil: Roksana Yayınevi
Bruinessen, Martin van (2014). Önsöz. Wadie Jwaideh, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi / Kökenleri ve Gelişimi içinde. İstanbul: İletişim Yayınları
Fırat, Nuri (2021). “Osmanlı Zımnî Sözleşmesi”: Kürtlerin Zaafı mı, Mecburiyeti mi? https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-97
Jwaideh, Wadie (2014). Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi. İstanbul: İletişim Yayınları
McDowall, David (2004). Modern Kürt Tarihi. İstanbul: Doruk Yayınları
Middle East Watch (2003). Irak’ta Soykırım / Kürtlere Karşı Yürütülen Enfal Askeri Harekatı. İstanbul: Avesta Yayınları
Öcalan, Abdullah (1993). Kürdistan Devriminin Yolu (Manifesto). Köln: Weşanen Serxwebun
Öcalan, Abdullah (2011). Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü (Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak). Yer Belirtilmemiş: Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi
PKK (1984). Partiya Karkerên Kurdistan (PKK) Kuruluş Bildirisi. Köln: Weşanên Serxwebûn
Qasimlo, Abdurrahman (1998). Qasimlo KurdistanPress’e Konuştu. Stockholm, Sayı: 42-43, 9 Eylül 1988
Qasimlo, Abdurrahman (1981). Qasimlo İle Röportaj. Stockholm: Armanc Yayınları
Zengin, Mustafa (2019). Dr. Qasimlo: Post Marksizmin Kürt Yüzü. https://www.kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-39