Kürt ya da Kürdistan meselesi ilk olarak ne zaman ortaya çıktı? Bu soruya pek çok yazar, araştırmacı, siyasetçi, tarihçi bazen benzer bazen de farklı yanıtlar verebiliyor. Kürtlerin varlığını ve haklarını yok sayanlar için elbette bu sorunun yanıtı bambaşkadır. Ama Kürt cenahına bakıldığında çoğu kez benzer bir tarihsel kurguyla karşılaşmak mümkün, çoğunlukla Kürt – Kürdistan meselsei aşağı yukarı yüzyıl önceki gelişmeler çerçevesinde ele alınıyor; özcesi Osmanlı imparatorluğunun dağılması sonrasında Türkiye, Irak ve Suriye’nin ve öbür yandan İran’ın modern ulus-devletler olarak kurulması bu hikayenin odak noktası oluyor. Zira Kürdistan bu ulus-devletler arasında dört parçaya bölündü, Kürtlerin varlığı ve hakları yok sayıldı, Kürdistan’da sömürgeci sistemler hakim kılındı vesaire…
Kürdistan meselesinin nasıl ortaya çıktığına dair yakın döneme işaret eden bu modernist kurgudan farklı olarak, çok daha önceki tarihsel gelişmeleri işaret eden açıklama biçimleri de bulunuyor. Mesela Abdullah Öcalan’ın kitaplarını okursanız, ona göre bugünkü Kürt meselesinin kökenleri birkaç bin yıl önceye dayanır. Yakın dönemin önde gelen Kürt milliyetçilerinden Celadet Ali Bedirxan’a bakarsanız eğer, Kürdistan meselesinin net olarak ortaya çıkış tarihi bellidir. Örneğin 1933’te Mustafa Kemal’e yazdığı meşhur mektubunda Bedirxan, şöyle diyordu:
“Kürdistan kadim bir mefhum tarihidir ve Kürdistan meselesi ne zamanınızda ve ne de siyasetlerinizin varisi olduğunuz İttihat ve Terakki hükümetleri zamanında başlamış değildir. Türkiye’de Kürdistan meselesi Kürt ümerasının, ilk Osmanlı Tarihi (Heşt beheşt) müellifi İdrisi Bitlisi vasıtasıyla Yavuz Sultan Selim’e, sünni bir hükümdara beyat ettikleri günden beri mevcuttur.” (Yazım hataları korunmuştur. Bedırhan 1973:16-17)
Celadet Ali Bedirxan’ın kastettiği şey şu: Kürdistan meselesi Yavuz Sultan Selim zamanından beri, daha net olarak ise sonraki Osmanlı Padişahı IV. Murat ile İran Şahı arasında 1639’da imzalanan Kasr-ı Şirin antlaşmasından beri mevcuttur. Zira Kürdistan resmen iki imparatorluk arasında bölünmüş ve bu bölünme zamanımıza dek sürmüştür, haliyle bunun yol açtığı politik meseleler de öyle… Bu arada elbette Bedirxan’a göre, Kürt meselesi “bugünkü” haline, yani “yüzyılımızı karakterize eden asıl gaye olan, tamamen ulusal bir veçheye” kavuşuncaya kadar çeşitli aşamalardan da geçmiş ve her bir veçhe de “çağların özel anlayışlarına” göre şekillenmiştir.
Şayet Bedirxan’ın işaret ettiği dönem ve sonrasında olup bitenler göz önüne alınırsa, aslında yüzyıl önceki hadiseler çerçevesinde anlatılan Kürdistan meselesinin hikayesiyle bir bağ kurulabilir. Başka bir ifadeyle, Bedirxan’ın işaret ettiği modern zamanların hemen öncesindeki olaylar ile modern dönem içinde cereyan eden ve bugünkü Kürdistan meselesinin hikayesi olarak anlatılan olaylar arasında bir bağ kurulabilir. Bu noktada, Bedirxan’ın belirttiği “özel anlayışları” çerçevesinde Kürdistan meselesine şekil veren çağların önemi öne çıkar ve esasında ardı sıra gelen bu zamansal dizilim son olarak bugünkü haline, yani tamamen ulusal bir şekle kavuşan Kürdistan meselesinin anlaşılmasına olanak tanıyabilir. Burada bazı “özel anlayışları” olan kritik zamanlara özellikle dikkat çekilebilir. Bunlardan biri de 1800’lü yılların ilk yarısıdır. İşte bu zamanı ve sonrasını tam olarak anlayabilmek için Celadet Ali Bedirxan’ın işaret ettiği zamanlara doğru bir bakış atmak gerekecektir.
Söz konusu döneme dair en önemli kaynaklardan biri hiç kuşkusuz Şerefxanê Bêdlîsî’nin Şerefname’sidir. 1500’lü yılların sonlarına doğru yazdığı Şerefname’de Şerefxan, daha birkaç on yıl önce yaşanan kritik hadiselerden de söz ediyor, ki bu hadiseler Bedirxan’ın Kürt meselesinin başlangıç tarihi için işaret ettiği dönemle ilgilidir.
Şerefname’de, 16. yüzyılda Osmanlı ile Safevi İmparatorlukları arasında Kürdistan’ı da kapsayan bölgelerin egemenliği konusundaki gerilimler ve çatışmalara da değiniliyor. Burada 1514’teki Çaldıran ve 1517’deki Mercidabık savaşları önemli hadiselerdir. Yönünü doğuya dönüp Safevilere karşı sefere başlayınca, Osmanlı’nın yolu, bir süredir kaybettikleri imtiyazlar nedeniyle Safevilerden rahatsız olan Kürt beyleriyle çakışıyor. Örneğin epey bir zaman Safevilerle iyi ilişkisi olan Bitlis Emiri Emir Şeref, yaşanan anlaşmazlıklar ve kaybettiği egemenlik hakları nedeniyle bu kez yönünü Osmanlı’ya dönmüştü. Şerefname’ye göre, Osmanlı Sultanı Yavuz Selim, Safevi Sultanı Tahmasp’a karşı sefere çıkınca, Emîr Şeref dahil 20 kadar Kürt mîri ile ittifak kurdu (yani pek çok kere ileri sürüldüğü gibi “bütün Kürtler” değil). Bu ittifakın kurulmasına aracılık eden isim ise, “Kürt kökenli” ve her iki rakip imparatorluğun sarayında da bulunmuş olan İdris-i Bitlisî’dir, ki o sıralarda Osmanlı sarayında Yavuz Selim’in tarafındadır. Seferlerin ardından Safevi İmparatorluğu yenilmişti ve Yavuz Selim ortağı Kürtlerin beklediği üzere imtiyazlar vermeye karar vermişti. Yavuz Selim Kürt mirlerinden kendilerini temsilen bir beylerbeyi seçmelerini istemiş, ancak daha sonra İdris-i Bitlisi’nin tavsiyesiyle merkezden atanan bir beylerbeyinde karar kılınmıştı. Bu kişi, “Diyarbakır beylerbeyi ve Kürdistan ordusu başkomutanı” ünvanı olan Bıyıklı Mehmed Paşa idi (Bedlîsî 2007:517-518). (Bu arada İdris-i Bitlisî’nin modern dönem Kürt milliyetçi söyleminde nasıl yer edindiğine ve aynı şekilde Osmanlı Kürt ilişkilerinin şekillenmesinde nasıl bir rol üstlendiğine dair geniş bir okuma için bkz. Fırat 2020.)
Nihayetinde Yavuz Selim, beylerbeyi merkezden atanmak kaydıyla, yanında yer alan Kürdistan mîrlerine – beylerine bölgelerinde hüküm sürebilecekleri çeşitli imtiyazlar tanımıştı. Kanunname-i Osmani anlaşmasına göre, Kürtlere tanınan imtiyazlar üç farklı yönetim yapısına dayanan bir tür özerklik biçimiydi, ki bu imparatorluğun ademi merkeziyetçi yapısıyla uyumluydu. Buna göre, “birincisi Osmanlı Sancak yönetimidir ki Kürt aşiret düzeninin özellikle güçlü olmadığı kırsal alanlarda uygulandı.” “İkinci idari yapı Ekrad (Kürt) Sancaklarıydı. Bu sancakların yönetimi bölgenin fethinde Osmanlılara yardımları nedeniyle yerel hanedan ya da beylere verilmişti.” “Üçüncü idari yapı Hükümet Sancakları idi. Bu bölgeler merkeze vergi vermiyordu ve yönetimleri yerel eşrafa bırakılmıştı.” (Bayır 2017:43) Bu arada tarihçi Ayşe Hür (2011) Osmanlı ile Kürt beylikleri arasında yapılan anlaşmanın içeriğine dair herhangi bir belgeye ulaşılamadığını aktarır, bu notu da düşmekte fayda var. Buna karşın tarihçi Sedat Ulugana ise (2025), Kürt beylerine tanınan imtiyazların esasında Yavuz Selim’in babası Kanuni zamanında olduğunu aktarır.
İdris-i Bitlisi’nin aracılık ettiği ittifaktan sonra Kürt beyleri hüküm sürdükleri bölgelerinde serbesttiler, ama beylerbeyine karşı sorumlulukları vardı, mesela gerektiğinde asker toplamak ve savaşa yollamak, vergilerini vermek… Bu Kürt beylikleri yaklaşık üç yüzyıl kadar varlıklarını korudular, elbette arada Osmanlı merkezi idaresiyle gerilimleri veya çatışmaları da oldu, ama en nihayetinde Yavuz Selim zamanında oluşan statükonun korunduğu söylenebilir. Ancak 1800’lü yıllara gelindiğinde gidişat değişmeye başladı.
Osmanlı İmparatorluğu, Yavuz Selim’den sonra bir süre daha yayılmaya ve güç devşirmeye devam etti, ancak kabaca bir yüzyıl sonrasında gelişmeler aksi yönde olmaya başladı. Bunun pek çok sebebi bulunuyor kuşkusuz, ama en genel itibarıyla söz konusu dönemler kapitalizm çağının başladığı dönemlerdi ve zamana ayak uydurmak çok önemliydi. Nitekim Batı Avrupa’daki imparatorluklar epey mesafe katetmişlerdi, ama Osmanlı bir türlü toparlanamıyordu. 1800’lü yılların başlarına gelindiğinde Osmanlı, toprak kaybı yaşamaya, ekonomik ve askeri düzende daha fazla sorunla boğuşmaya devam ediyordu ve kötü gidişat önü alınamaz görünüyordu. Tam bu sıralarda bir süreden beri başlatılan modernleşme çabaları ya da çağa ayak uydurma hamleleri yeni ve daha kararlı bir formata sokulmaya çalışıldı. Özellikle Padişah II. Mahmud zamanında, 1800’lerin ilk çeyreğinde daha kararlı bir modernleşme siyaseti takip edilmek istendi. Örneğin ordunun yapısında bazı yeniliklere gidildi, ekonomik ve idari sistemde reformlar hayata geçirilmeye başlandı. Esas alınan modernleşme stratejisi ise, merkezileşme çerçevesindeydi. Yani Osmanlı çağa ayak uydurmak için, o zamana kadar var olan ademi merkeziyetçi idari yapısını kısmen terk edip, ipleri merkezi otoritenin eline veren bir reform stratejisi izliyordu.
Bu merkeziyetçilik siyaseti, Kürtleri de ilgilendiriyordu. Zira Yavuz Selim zamanından beri merkezi otoriteyle gevşek bağlara sahip olan, gerçekte vergi ve asker verme dışında pek bir bağı bulunmayan Kürt beyliklerinin varlığı merkezileşmeye aykırıydı. Kaldı ki, bu tür özerk politik yapılar, Osmanlı’nın bir süreden beri tecrübe ettiği üzere, bizzat imparatorluğun geleceği için tehlikeliydi. Zira o sıralarda örneğin Yunanların bağımsızlık kazanması, yine Balkanlarda gerilemenin yaşanması, hakeza Mısır’da Osmanlıya meydan okuyan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın neredeyse bağımsız varlığı vesaire Osmanlı için alarm zillerinin çalması demekti ve bu durumda, yarı devlet konumundaki Kürt beyliklerinin de bir adım sonrasına geçip devlet ilan etmeyeceklerinin bir garantisi yoktu. Kaldı ki dönemin Kürt beylikleri mesela topraklarını genişletme yönünde hamleler yapıyordu, imparatorluğun gerilemeyi durdurmak için daha fazla yüklediği vergi ve asker yükünü taşımak da istemiyorlardı, hakeza örneğin bazı Kürt beyleri kendi adlarına hutbe okutup para bile bastıracak kadar bağımsız politik bir görüntü bile veriyordu vesaire. Osmanlı ise merkezileşme siyasetiyle bu meseleleri hal etmeyi planlıyordu.
1800’lerin ilk yarısında Osmanlı ordusu Kürdistan’daki beyliklere yönelik pek çok sefer düzenledi, savaşlar yaşandı ve netice olarak Baban, Soran, Behdinan, Botan gibi güçlü Kürt beylikleri tek tek ortadan kaldırıldı. 1849’da Botan Beyliğinin tamamen varlığına son verilince Kürt beylikleri dönemi kapanmış oldu. Tabi bu arada Kürt beyliklerinin Osmanlı’ya karşı ortak bir cephe kurmak veya ittifak etmek yerine birbirleriyle ihtilaflı olmaları, hatta savaşmaları da Osmanlı’nın işini kolaylaştıran önemli faktörlerden biriydi.
Kürt beylikleri ortadan kaldırılırken Osmanlı, merkezileşme siyasetine uygun olarak yeni bir idari sisteme geçiyordu ve bu, merkezden atanan mutasarrıflarca (Paşa ünvanlı valilerce) yönetilen eyalet sistemiydi. Mesela “1826 yılında Anadolu Eyaleti resmen dörde bölünerek ‘mutasarrıfları olan paşaların mudetil mütesellimlerle’ idarelerine karar” verilmişti (Bilir 2004:215). Kürtleri ilgilendiren en önemli gelişme ise Kürdistan Eyaletinin kurulmasıydı.
Osmanlı resmi gazetesi Takvim-i Vekayi’nin 14 Aralık 1847 tarihli sayısında yer aldığı şekliyle Kürdistan Eyaleti’nin ilanı şu şekilde yapılmıştı:
“… bir süreden beri zorba ellerinde kalmış olan Kürdistan ülkesinin – Allah’a şükürler olsun ki – Padişahın benzersiz gayreti ve ezici gücünün eseri olarak bu kez yeni baştan ele geçirilmesi [yeniden baştan fethi – mükerrer fethi] başarıyla tamamlanmıştır. … Doğrusu zamanının geldiği münasip görüldüğünden adı geçen ülkenin idaresi, içişleri ve düzeninin devamlılığıyla, güveninin tesisi ve halkın isteklerinin yerine getirilmesi yani oraların hususi ve bağımsız bir idare makamına konularak, zeki, bilgili ve olgun bir zata ihalesiyle Diyarbakır eyaleti, Van, Muş ve Hakkari sancakları ile Cizre, Botan ve Mardin kazaları birleştirilip hepsinin bir eyalet saypılması ve itibar olunması ve bu eyalete Kürdistan eyaleti isminin verilmesi gösterdiği lüzumdan dolayı yerinde ve münasip görülmüştür.” (Bilir 2004:217)
Takvim-i Vekayi’de Kürdistan Eyaletinin kuruluşu bu şekilde duyurulmuştu ve bu arada eyaletin yöneticisi olarak da Musul valisi Esad Paşa atanmıştı. Bazı kaynaklara göre, Kürdistan Eyaleti 1867’de, 21 yıl sonra kaldırıldı. Zira eyaletin geniş sınırları arzu edilen merkezileşme siyasetinin ihtiyaçlarına cevap vermiyordu, bu nedenle zamanla örneğin Diyarbakır Eyaleti yeniden kuruldu, bazı bölgeler Hakkari ve Mamuratüleziz eyaletleri adıyla yeniden düzenlendi… Ama bütün bu gelişmeler, Osmanlı’nın merkezileşme siyasetinden vazgeçtiği veya Kürtlerin eski imtiyazlarına kavuştuğu anlamına gelmiyordu; aksine idari yapının yeniden organizasyonu merkezileşme siyasetinin yeniden tahkimiyle ilgiliydi.
Bu hususlar bir yana, ortada hakikaten ironik bir durum vardı. Bir yandan Kürtlerin yarı devlet düzeyindeki politik yapıları ortadan kaldırılıp merkezi idareye boyun eğmeleri istenirken, öbür yandan Kürdistan adında bir eyalet kuruluyordu. Aslında Osmanlı dönemi için bu şaşırtıcı bir şey değildi, zira o zamanlar Kürtlerin politik yapılarından duyulan kaygı ve korku olmakla birlikte, ortada mesela Türkiye Cumhuriyeti sonrasında yaşanan bir Kürt inkarı falan da yoktu. Haliyle Kürtlerin ülkesi anlamında Kürdistan kelimesinin kullanılmış olması dönemin şartlarına göre gayet olağandı. Ama ironik olan, varlığı gayet normal şekilde kabul edilen bu ülkenin Kürtlerce idaresine izin verilmemesiydi.
Bir diğer husus da şu: Günümüzde sıklıkla pek çok siyasetçinin, tarihçinin, yazarın, gazetecinin vesairenin Kürt inkarını eleştirmek veya bunun anlamsızlığını ortaya koymak ya da Kürt meselesinin Cumhuriyet dönemiyle nasıl ortaya çıktığını anlatmak için bizzat bu eyaletin varlığını referans göstermeleridir. Kürdistan Eyaleti’ne veya başka şekillerde Osmanlı, hatta Selçuklu zamanında kullanılan Kürdistan ifadesine referans yapılırken denilmek istenen kabaca şu: “Bakın, Osmanlı zamanında inkar yoktu, Kürtlerin ülkeleri Kürdistan olarak kabul ediliyordu, bir eyalet olarak da varlığı ilan edilmişti, oysa bugün Kürtler gibi ülkeleri de, Kürtlerin kendilerini yönetme hakları da yok sayılıyor!”
Doğrusu, bugünün meselelerine açıklık getirmek veya çözüm bulmak amacıyla bu tür tarihsel kaynaklara veya olaylara yapılan göndermeler çoğunlukla anakronik ve hatalıdır. Kürdistan Eyaleti örneği de çoğunlukla böyledir. Öncelikle Osmanlı zamanında bir Kürt inkarının olmadığı ve Kürtlerin yurdu anlamında Kürdistan ifadesinin olağan şekilde kullanıldığı doğrudur. Ama siyasetçiler bu tarihsel vakaya bugünün siyasi meseleleri veya amaçları çerçevesinde referans verdiklerinde, büyük oranda tarihi büküyorlar ya da yeniden yazmaya kalkıyorlar. Zira ortaya koydukları çerçeve hiç de bugün arzuladıkları veya göstermeye çalıştıkları amaç ve sonuçlarla örtüşmüyor. En basitinden, Kürdistan Eyaleti, esasında Kürt milliyetçilerinin övünecekleri bir tarihsel gelişme değildi, aksine Kürdistan’da hüküm süren yarı devlet konumundaki Kürt beyliklerinin enkazı üzerine inşa edilmiş bir fetih projesiydi.
Bu nokta şunu da belirtmek lazım: Bu eyaletin ilan edilmesinin gerekçesi, gerçekte Takvim-i Vekâyi’de ileri sürüldüğü gibi değildi. Yani Osmanlı bu eyaleti ilan ederken, ileri sürüldüğü şekliyle, hiç de Kürdistan’ı zorba ellerden kurtarmayı, düzenin devamlılığını sağlamayı veya halkın isteklerini yerine getirmeyi falan amaçlamamıştı. Bilakis, daha önce de belirttiğim gibi, esas amaç güç olarak gerilemeye, toprak kaybetmeye, idari sistemde yozlaşmaya, ekonomik olarak çökmeye, askeriyede dağılmaya devam eden imparatorluğun derdine çare bulmak için ortaya atılan merkezileşme siyasetinin sonucu olarak bu eyalet kurulmuştu.
Bu eyaletin kurulmasıyla, Kürdistan kendi yönetici elitlerinin ellerinden alınmış, Takvim-i Vekayi’deki ifadeyle, yeniden fethedilmiş, böylece ekonomik ve askeri kaynakları doğrudan imparatorluğa bağlanmış durumdaydı. Tam da bu maksat dolayısıyla, bu fethi gerçekleştiren kadrolar bastırılan Kürdistan madalyonuyla bizzat ödüllendirilmişti. Bu durumda düzenden veya halkın isteklerinin yerine getirilmesinden nasıl söz edilebilir ki! Ortada bir fetih varsa, oradaki kaynaklar fetheden için ganimettir, halkı da sömürülmesi veya fethedenin amaçları için seferber edilmesi gereken kişilerden ibarettir. Ve dolayısıyla yeniden fethedilmiş bir ülkenin enkazı üzerine bina edilmiş bir eyalet, sırf adı Kürdistan diye, bugün Kürtlerin tarihsel olarak gurur duyabilecekleri veya olumlu bir şeymiş gibi sunabilecekleri bir hadise değildir.
Öbür yandan Kürt beyliklerinin ortadan kaldırılması ve akabinde Kürdistan Eyaleti’nin ilan edilmesi, sadece o dönemin politik hesaplarıyla da ilgili değildi, daha sonraki yıllarda Osmanlı’nın izleyeceği Kürt siyasetinin de ön habercisiydi. Bu noktada Fırat Aydınkaya’nın şu değerlendirmesi dikkate değerdir:
“[Kürt beyliklerine yönelik olan] seferler ile klasik Kürt feodalizmi yıkılmış, Kürtlerin kendilerini doğrudan yönetme kurumları yerle bir edilmiş, dönemin yazışmalarının diliyle Kürdistan mükerrer fethedilmiştir. [Abdülhamid zamanında ise] Osmanlı yönetimi tıpkı İngilizlerin Hindistan’da yaptığını yapmış, Kürtlerden müteşekkil, saraya doğrudan bağlı bir ordu kurmuştu. Klasik Kürt feodalizmini yerle yeksan ederek Hamidiye aşiretleri üzerinden bir çeşit devlet feodalizmi inşa etmiştir. Devamında ise zeki Kürt çocuklarını Enderun geleneğini andıran bir şekilde İstanbul’da kurduğu Aşiret Mekteplerine almıştır.” (Aydınkaya 2024)
Söz konusu dönemlerde Osmanlı İmparatorluğunun izlediği Kürt siyasetine dair Kürdolog Martin van Bruinessen’in dikkat çekici tespitlerini de paylaşmak isterim.
Bruinessen, örneğin şöyle diyor: “Son beş yüzyılda Kürt toplumu, genellikle toplumsal evrimin başlıca evreleri olarak kabul edilen aşamalardan geçmiştir: Aşiret, reislik ve (yarı-)devlet – ama Kürt toplumu bu aşamaları geriye doğru, tam ters yönde yaşamıştır. Kürt siyasal kurumlarının bu gerileyişi, Kürdistan’ın parçalarının yer aldığı devletlerdeki siyasal kurumların gelişmesinin doğrudan bir sonucudur.” (2011:300)
Bruinessen’in bu tespitini yarı-devlet konumundaki Kürt beyliklerinin ortadan kaldırılması ve ardından Kürdistan adında bir eyaletin ilan edilmesi çerçevesinde ele aldığımızda, bunun birebir geçerli hale geldiğini görebiliyoruz, ki onun kastı da bu tür gelişmelerdir. Kürt beyliklerinin yıkılmasıyla Kürdistan’da aşiretler ve şeyhler dönemi diyebileceğimiz bir dönem başlıyor. Otorite anlamında yarı devlet konumundaki birkaç güçlü beylikten çok daha küçük ölçekli yerel aşiret – şeyhlik kurumlarının hüküm sürdüğü yeni bir düzene geçiş söz konusudur. Bu arada elbette beylikler döneminde de aşiretler veya şeyhlikler vesaire vardı, bunlar birden bire ortaya çıkmadı ve zaten bunun tarihiyle ilgili olanlar da bu gerçeği gayet iyi bileceklerdir. Aynı zamanda bu, Kürt sosyolojisinin önemli bir tarihsel unsuru olageldi. Bu hususlara ayrıyeten önemli oranda dikkat çeken Bruinessen’in burada paylaştığım tesptiyle kastedilen ise şu: Çok sayıda yerel otoriteyi, aşireti, aileyi bir çatı altında birleştirip ortak bir düzenle yöneten devlet otoritesi olarak beylikler ortadan kaldırılınca, yerel olarak çok sayıda otorite ortaya çıktı ve bunlar büyük oranda aşiret reislerinin veya şeyhlerin icraatlarıyla ilgiliydi.
Burada Bruinessen’in dikkat çektiği üzere, Kürt toplumunda “toplumsal evrimin” “geriye doğru, tam ters yönde” yaşanmasıdır. Örneğin Kürdistan’da beyliklerin yıkılıp aşiret düzeninin hakim kılındığı dönem aynı zamanda modern bir dönemdir ve milliyetçilik fikri dünyanın pek çok yerinde epey revaçtadır, hatta Kürtler gibi Osmanlı’dan dert yanan milletler için de öyledir. Dolayısıyla normal şartlarda beklenebilecek sonuç şu olabilirdi: Aşiret vebenzeri sosyo-politik yapıların dönüşerek beylikler – kontluklar düzeyine ulaşması, oradan da bir millet mefhumu etrafında birleşerek mesela modern dönemin karakteristiği olan bir devlete varması… Bu durumda Kürt modern ulus-devletinin bir önceki adımı olan – daha doğrusu olması gereken beyliklerin de Kürt millet mefhumu etrafında birleşerek aşama katetmesi, başka bir ifadeyle tam devlet aşamasına geçmesi beklenirdi. Ama böyle olmadı, aksine geriye doğru bir sıçramanın neticesinde aşiret düzeninin geçerli olduğu bir sosyo-politik düzen ortaya çıktı. Burada elbette dönemin Kürt politik aktörleriyle ilgili pek çok sebep ve sonuç tartışılabilir, tartışılmalıdır da, ki Bruinessen bunu en iyi tartışan isimlerden biridir. Ama bu geriye gidişin bir diğer önemli nedeni bizzat egemen devletlerin izlediği politikadır; bu durumda örnek Osmanlı İmparatorluğudur.
Bruinessen, tam da egemen devletlerin etkisinden hareketle geriye gidişin yaşandığına dikkat çeker ve burada Kürt toplumunun yeniden aşiretlendirilmesi veya atomizasyonu gibi son derece önemli kavramlar ortaya atar. Belirttiğim gibi, bu durumda Kürt tarihi ve sosyolojisinin bir unsuru olarak aşiret söz konusu değil; aksine Kürdistan’a hükmeden devletlerin bizzat oluşmasına ve yaygınlaşmasına yol açtığı bir aşiret düzeninden söz ediliyor. Bunun sayısız örneği var; Osmanlı da, Türkiye de, İran da, Irak da ve hatta İngilizler de bu aşiretlendirme siyasetini uyguladı. Burada mevzu özetle şu: Kürdistan’daki güç ve otoriteyi dağıtarak hakimiyet sağlamak! Osmanlı’nın beylikleri dağıttıktan sonra yol açtığı düzen böyle bir şeydi. Mesela Abdülhamid zamanındaki Aşiret Alayları veya aşiretlerin para, altın, rütbe, nişan vesaire ile ödüllendirilerek güçlendirilmesi, hakeza Türkiye’nin son 40 yılda koruculuk sistemiyle yeniden tahkim ettiği aşiret düzeni bu tarihsel aşiretlendirme siyasetinin tipik örnekleridir. Özetle, klasik bir böl yönet siyaseti de denebilir. Nitekim yarı devlet konumundaki beyliklerin bir aşama sonrasında tam devlet olma iddiasıyla Osmanlı’nın karşısına dikilme ihtimali, dahası çabaları bile vardı. Buna karşın Osmanlı bu tehlikeyi yıkarak daha kolay nüfuz edebileceği ve kontrolde tutabileceği aşiretler düzenine yol açtı. Kürdistan Eyaleti de bu tür bir siyasetin hayata geçirilebilmesine olanak tanıyan bir gelişme olarak değerlendirilebilir (Detaylı bir okuma için bkz. Bruinessen 2011; Fırat 2015).
Sonuç olarak; şayet Kürt milliyetçiliği perspektifinden bakılacak olursa, sırf adında Kürdistan geçiyor diye bu eyaletin bir zamanlar olması pek övünülecek bir gelişme değildi; bilakis Kürdistan’a çakılmış bir kazıktı…
Podcast Yayını:
Kaynakça
Aydınkaya, Fırat (2024). Bir Fırtına Alameti: Cibranlı Halit Beyin Portresi. https://www.kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-312
Bayır, Derya (2017). Türk Hukukunda Azınlıklar ve Milliyetçilik. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Bedırhan, Celadet Ali (1973). “Mektup” / Mümtaz Mütefekkir CELADET ALİ BEDIRHAN’ın (Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine) Yazdığı Açık MEKTUP. (Naşiri: Dr. M. Nuri Dersimi). Halep
Bedlîsî, Şerefxanê (2007). Şerefname / Dîroka Kurdistanê. İstanbul: Avesta Yayınları
Bilir, Sezen (2004). Takvim-i Vekâyi Gazetesi. İstanbul: Vesta dergisi, sayı: 5
Bruinessen, Martin van (2011). Ağa, Şeyh, Devlet. İstanbul: İletişim Yayınları
Fırat, Nuri (2015). Aşiret ve İsyan – Batının Kürt Algısı. İstanbul: Avesta Yayınları
Fırat, Nuri (2020). Bitlisî’nin ‘Mezheb Savaşı’: Öcalan, Dr. Şivan ve Bedirxan. https://www.kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-81
Hür, Ayşe (2011). 1934 İskân Kanunu ve Kürtler. İstanbul: Taraf gazetesi, 07.08.2011
Ulugana, Sedat (2025). Kanuni Sultan Süleyman’ın Duası ve Bedduası. https://www.gazeteduvar.com.tr/kanuni-sultan-suleymanin-duasi-ve-bedduasi-haber-1757125