1971’deki 12 Mart muhtırası sonrasında Ankara’dan Londra Büyükelçiliğine gönderilen talimatta, İsmet İnönü’nün 1923’teki Lozan görüşmeleri sırasında Kürtleri Turanî ilan ederken başvurduğu kaynağın incelenmesi, böylece Kürtlerin kökeninin araştırılması ve devletin Kürtlerle ilgili siyasetinin kanıtlanması isteniyordu. Diplomat Bilal N. Şimşir bunun için görevlendirilmişti (Bkz. Şimşir 2007;2009). Şimşir, İnönü’nün referans aldığı İngiliz H. C. Rawlinson’un Encyclopedia Britannica’daki Kürdistan makalesini bulup incelemiş, ayrıca akla gelebilecek bütün İngiliz belgelerini de didik didik etmiş ve nihayetinde devletin istediği sonucu bulamamıştı. Zaten bulması imkânsızdı. Bunun üzerine Ankara’ya yazdığı raporda, Kürtlerin Türk olduğuna dair resmi tezin savunulması için yerli ve milli kaynakları önermişti.
Nitekim Şimşir, yaklaşık 40 yıl sonra yazdığı kitapta da bu kaynakları referans almıştı. Bu pek milli kaynakların yazarlarından biri MHP’li siyasetçi ırkçı Abdulhalûk Çay’dı ve onun “Her Yönüyle Kürt Dosyası” kitabı da Şimşir’in temel referansıydı. Ancak ortada ironik bir durum vardı. Zira Şimşir’in Kürtleri Türk yapmak için son sığınağı olan Abdulhalûk Çay hem Şimşir’i yalanlıyordu ama hem de Şimşir’e çok benziyordu, hatta Çay’ın da bir referansı Şimşir’di. Yani şıracı ile bozacının hikâyesi… Bütün bunlardan bir önceki yazıda söz etmiştim.
Peki, bu Çay ne demişti ki Şimşir ve devleti tarafından bu kadar önemseniyordu?
Çay’ın kafası da Şimşir’inki gibi net değildi; Kürtler konusunda ve özellikle dış güçlerin oyunu olarak Kürtçülük konusunda Şimşir gibi netti, ancak Kürtleri nasıl Türk yapabileceği konusunda bir türlü tutarlı olamıyordu, zaten bu imkânsızdı. Zira Çay, bir yandan “Asur tarihi, ‘Kürt milleti’nden kesinlikle bahsetmemektedir” diyerek Şimşir’e kapıyı kapatıyordu (2008:41) Böylece aslında Çay, Cumhuriyetin kadim Türk Tarih Tezine de karşı çıkıyordu. Çay’a göre, “Anadolu Türkü’nün yapısında hala bu kavimlerin [yani Sümer, Urartu, Hititler vs] kalıntılarını hayal etmek ilmî gerçeklere tamamen ters olup zorlamadan öteye geçmez.” Ama hemen ardından gelen paragraflara bakıldığında ise, aslında Çay’ın da Şimşir gibi Türk Tarih Tezine sırt dönmeye pek niyeti yoktu; üstelik aynı sayfada bu tutarsızlığı sergiliyordu. Brakisefal kafa ölçümleri olarak antropolojik buluntulardan yola çıkan Çay’a göre, Türkçe kelimelerin varlığının keşfedildiği Sümerler ve sonrasındaki “Elâm, Kalde, Guti (Urartu) vb. toplulukların Asya menşeyli olmaları hakikat” idi (2008:54-59).
Bütün bu medeniyetleri ille de Türklere mal eden Çay, böylece Kürtlerin tarih inşasının da önüne geçmek istiyordu; bu yüzden şunları da söylemeden geçmiyordu:
“Anadolu’da herhangi bir topluluğun Türk olmadığını ispat etmek için menşeylerini bu topluluklara dayama çabası da gayri ciddî, bilimsellikten uzak, fanatik davranışlardan öte bir değer taşımaz.” (2008:54)
Çay’ın mantığına göre, Türkler gelmeden evvel Anadolu’da ve Mezopotamya’da hüküm süren kavimler Türk’tü, ama velev ki değillerse de, başka kavimlerin de ataları olamaz, hele Kürtlerin hiç olamaz!
Çay, Kürtlerin Türklerden önce Anadolu ve Mezopotamya’da hüküm sürmüş olan kavim ya da halklarla bağının kurulmasının önünü almaya çalışıyordu. Bu şekilde açıkça gayrî ciddi, bilimsellikten uzak ve fanatikliğin en uç örneklerinden birini sergilemesine rağmen Çay, başkalarını bu ifadelerle suçlayabiliyordu. Bu tarzıyla ve Kürtlere dair her türlü iddiayı Kürtçülükle itham etmesiyle Şimşir’le aynı istikamette yol alan Çay, öbür yandan bazı açılardan Şimşir’le yolunu ayırıyordu.
Kendisi de Kürtlerin Türklüğünü ispat etmek için epey absürt görüşler ileri süren Çay, örneğin aynı paragrafta hem Kürtlerin “hiçbir zaman İran içlerinde görülmediğini” söylüyor, hem de “bugün Irak, İran, Türkiye ve Suriye topraklarında dağınık olarak yaşayan ve kendilerine ‘Kürt’ adı verilen bu unsurlar”ın Türkmen olduğunu ileri sürebiliyordu. Devamında ise Çay’a göre, “yerli ve yabancı araştırmaların ortaya kesin olarak koyduğu gerçek, ‘Kürt’ adı ile bilinen bir ırkın tarihte hiçbir zaman mevcut olmadığıdır.” (2008-27-28) Gel de ayıkla pirincin taşını! Elbette ırkçılığın koşullandırdığı bu tutarsız görüşlere bilimsel yanıtlar vermenin gereksiz olduğunun farkındayım; ama yine de sorayım:
Peki, Çay’ın bahsettiği bu kaynaklar nedir ve nerededir?
Türkiye’nin Kürt Tarihi yazı dizisinde bol bol bahsettiğim üzere yerli kaynaklar konusunda aynı absürtlükleri tekrarlayıp duran epey isim var, yani birbirlerini referans verip tekrarlayan pek çok Türkçü yazar vesaire var; ancak yabancı isimler kim? Çay’ın burada sözünü ettiğim kitabına bakılırsa, sadece ve sadece tek bir kaynağı var: Messoud Fany! Çay’ın kitabında Kürtlerin kökeniyle ilgili bölümlerde bu ismin İngilizce karakterlerle yazılışına bakılırsa, yabancı bir isimden söz ettiği düşünülebilir. Nitekim bu kişi kitabını da Fransızca yazmıştı. Ama doğrusu Fransızca yazdığına bakmayın, bu isim hiç de yabancı değil. Bu zat bir zamanlar Kürt milliyetçisi eğilimleri olan ve fakat daha sonra Kürtlerin Türklüğüne dair kitap yazan Mesud Fanî’nin ta kendisidir.
Bilal N. Şimşir, Kürtlerin Türklüğünü ispatlamak için yabancı bir kaynağı yıllarca arayıp bulamayınca MHP’den siyaset de yapmış olan Abdulhalûk Çay’a sığınmıştı. Çay’ın en önemli kaynağı ise, af yasası uğruna Kürt aslını inkâr edip Türklüğün itirafçılığına soyunan bu Mesud Fanî idi. Biraz sonra hikâyesini anlatacağım…
Şimşir’in son kertede başvurulmasını önerdiği yerli kaynaklardan bazılarından söz etmek isterim. Zira Şimşir, devlet yetkililerinin kullanmaktan pek hoşlandıkları şekilde söyleyecek olursam, kendileri “Kürt kökenli” oldukları halde, Kürtlerin Türk kökenli olduğuna dair kitap yazmış olan isimlerden özellikle söz ediyordu. Bunlar, Mesud Fanî, Mehmet Şerif Fırat ve Mehmet Şükrü Sekban…
Bu yazı dizininin ikinci bölümünde M. Şerif Fırat’tan epey bahsetmiştim. 27 Mayıs darbesinin lideri orgeneral Cemal Gürsel’in Milli Eğitim Bakanlığı tarafından baskısı yapılan Şerif Fırat’ın kitabına önsöz yazdığını ve burada pek çok yalanı sıraladığını aktarmıştım. Örneğin Fırat’ın Kürtçüler tarafından öldürüldüğünü, mezar yerinin bilinmediğini, kitabının Kürtçüler tarafından toplatıldığını vesaire ileri sürmüştü. Ki bunların hepsinin yalan olduğunu kanıtlı biçimde aktarmıştım. İşte Kürtçülük adıyla iki koca kitap yazan ve devlet bürokratı olmanın avantajıyla neredeyse her ülkeden belgeler toplayıp bunları kitabında Kürtçülüğe meze yapıp heba eden Şimşir, pek hayranlıkla bahsettiği Gürsel’in bütün bu yalanlarına olduğu gibi sahip çıkıyordu. Haliyle Rawlinson’dan umduğunu bulamayınca Şerif Fırat’ın Kürtlerin Türk olduğuna dair dayanaksız görüşlerine de sahip çıkmış oluyordu…
Fırat ile aynı yolun yolcusu olan bir diğer isim, Mesud Fanî’dir. Süleymaniyeli Fanîzade ailesindendir; Adana’da doğmuş, İstanbul’da hukuk okumuş, İttihat Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı iktidarında olduğu gençliğinin bu döneminde İstanbul’da faaliyet yürüten Hêvî gibi Kürt örgütlerinde faaliyetlerde bulunmuş ve dönemin bazı Kürt yayın organlarında yazılar yazmış biridir. Osmanlı’nın yenildiği Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmaniye’de mutasarrıf görevinde bulunan ve Mustafa Kemal’in Kuvayı Milliye güçlerine karşı Fransızlarla işbirliği yapan Mesud Fanî, Fransızların Mustafa Kemal ile anlaşıp çekilmesiyle birlikte Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. Hem Mustafa Kemal karşıtlığı hem de Kürtlerle ilgili faaliyetleri dolayısıyla Lozan Antlaşması gereğince Mustafa Kemal’in oluşturduğu 150 kişilik sürgün listesine adı yazıldı ve sürgün edildi. Fanî gibi bu listede adları bulunanlar yine Lozan Antlaşması gereğince 1923’te çıkarılan aftan yararlanamayacaklardı.
Sürgün hayatında Fransa’da doktora yapan Fanî’nin aynı zamanda Suriye ve Irak’taki Kürtlerle temaslarının sürdüğü anlaşılıyor ve hatta Ağrı İsyanını tertipleyen Xoybûn Cemiyeti ile ilişkileri olduğu da ileri sürülüyor. Öbür yandan söz konusu dönemlerde yazdığı bazı mektuplara bakılırsa, Kürt kültürü, edebiyatı, dili ve tarihi hakkında epey birikimli biridir (Veroj 2021).
Mesud Fanî, İstanbul’da hukuk okurken, sınıf arkadaşlarından biri Türkiye’de spor camiasının ve Türk basınının tanınan isimlerinden Burhan Felek’tir. Felek, eski arkadaşıyla ilgili yazdığı bir yazıda, Fanî’nin civa gibi bir zekâya sahip iyi bir hatip olduğunu ve fakat sık sık fikir değiştirdiğini belirtiyordu. Felek, arkadaşını “Bugün ak dediğine yarın rahatlıkla kara derdi” diye tarif ediyordu. Felek bir gün arkadaşı Fanî’ye “senin gibi bir adam bu oynaklığı nasıl yapar” diye sorduğunu ve buna karşılık olarak Fanî’nin şu cevabı verdiğini yazıyordu:
“Asıl olan benim. Üst tarafı gecelik gönlü gibidir. Her gün değiştirebilirim.” (Yümlü 2010:342; ayrıca bkz. Veroj 2021)
Fikirlerini gecelik gönlü, yani gömlek gibi değiştirdiğini belirterek, “oynaklığını” gerekçelendiren Mesud Fanî, esasen bu yazıda sözünü ettiğim kitabı dolayısıyla daha çok tanınır. Fanî, Fransa’da sürgünde iken 1933’te “Kürt Milleti ve Sosyal Gelişimi” adıyla bir kitap yazdı ve bu kitabında Kürtlerle ilgili Türkiye’de ileri sürülen resmi görüşlere uygun iddialarda bulundu. Böylece Fanî’nin, mesela 1920’lerin sonlarında yazdığı ileri sürülen mektuplarında ne derece köklü ve zengin olduğunu belirttiği Kürt dili ve kültürünü bu kez değersizleştirmeye çalıştığı görülebiliyordu. Nihayetinde yine gömlek değiştiren “oynak” Fanî, tarihsizleştirip köksüzleştirdiği Kürtleri, Türklük iddialarına monte etmeye çalışan isimlerden biri haline geldi.
Ortaya çıkan belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, Kürtlerin Türk olduğu temasını içeren kitabını yazdığı sıralarda Fanî, Türkiye’nin Paris Büyükelçiliği ile temas halindedir. Elçiliğe yazdığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü arşivinde bulunan bir mektubunda “memleket lehine çalışmak” istediğini belirten Fanî, kitabı için de kaynak talep etmişti. Ancak Ankara’dan gelen yanıtta, “şayet istiyorsa kendi teşebbüsleriyle memleket hainlerine karşılık verebileceği” belirtiliyordu. Ama Fanî pes etmemişti, ille de Türkiye’ye dönmek istiyordu ve bu yüzden 1933’te çıkarılan affı kaçırmak istemediği anlaşılıyordu. Bunun diyeti olarak da nihayetinde “Türk milletini layik olduğu mevkia çıkaracak olan yegâne bir çare” diye tarif ettiği dönemin rejimi için kitabını tamamlamış ve yayınlamıştı (Yümlü 2010:340-341). Böylece muradına ererek affedilen Fanî, 1938’de Türkiye’ye döndü, Bilgili soyadını aldı ve döndüğü yıl “Atatürk’ün Hayat Felsefesi” adlı bir kitap daha yayınladı. 1979’a kadar da İstanbul’da yaşadı.
Kürt milliyetçiliğinden veya devlet söyleminde yer edindiği biçimiyle Kürtçülükten Türkçülüğe geçiş yapan bir diğer isim de Mehmet Şükrü Sekban… Türkçü diplomat Bilal N. Şimşir, Sekban hakkında şöyle yazıyor:
“Dr. Mehmet Şükrü Sekban, 1881’de Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde doğmuş. Gençlik yıllarından beri Kürtçülük davası peşinde koşmuştu. 1908’de ‘Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’, 1912’de ‘Hevi’ (Ümit), 1918’de ‘Kürt Teali Cemiyeti’ ve 1927’de ‘Hoybun’ cemiyetinin kurucuları arasında yer almıştı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında önde gelen Kürtçülerden biriydi. Ancak daha sonra yurtdışında yaptığı derin araştırmalar sonucunda Kürtlerin Turan kökenli bir halk olduğunu anlayarak önceki Kürtçülük çalışmalarından pişmanlık duymuştur. 1933 yılında gözyaşları arasında Paris’te La Question Kurde (Kürt Sorunu) adlı Fransızca bir kitap yazmış, birçok gerçeği itiraf etmiş, Kürtlerin Orta Asya’dan gelmiş ve Türk kökenli olduklarını belirterek bölücülükten vazgeçmeleri için Kürtçülere nasihatlerde bulunmuştur. Dr. Sekban, 1960 yılında İstanbul’da ölmüştür.” (Şimşir 2009:143)
Bir Balkan göçmeni olan Türkçü Bilal N. Şimşir’in Şükrü Sekban hakkındaki bu ibretlik sözleri, bir Kürdün istediği kadar Türkçü olsun, son kertede nasıl bir muameleyle karşılaşacağının açık bir göstergesidir. Bu vesileyle bir yandan Türk ilan edilen veya Türkçü kesilen Kürtlerden öbür yandan nasıl Türklüklerini ispatlamalarının istendiğinden de söz etmek gerekecektir.
Öncelikle kuruluşundan beri Türkiye Cumhuriyetinde yurttaşlık kavramı çerçevesinde bir gerilim halinin varlığından söz edilebilir. Bir iddiaya göre, Türkiye Cumhuriyeti anayasası eskiden beri herkesi Türk ilan ettiğinde aslında yurttaşlık tanımını hukuki bir çerçeveye kavuşturuyordu ve böylece etnik bir bağ kurulmadan yasalar önünde herkesin eşitliği sağlanmış oluyordu. Bir diğer iddiaya göre ise, birinci iddiada savunulduğu gibi herkesin Türk olmakla eşitlenmesi bizatihi etnik bir yaklaşımdır ve böylece yurttaşlık tanımı da Türk etnik kimliği merkeze alınarak oluşturulmuştur. Açıkçası kanunen varlığı kabul edilmeyenlerin zaten etnik veya millî haklarından da mahrum bırakıldıklarını ve tam da bu yüzden Türk olabildikleri ölçüde Türk olmanın sağladığı haklara sahip olabileceklerini belirtmek gerekir. Bu yazı dizisi boyunca pek çok örnekle anlattıklarım da Türk etnik kimliğine göre kurgulanmış bir yurttaşlığın söz konusu olduğunu göstermeye yetiyor.
Bu konuda, Mesut Yeğen, gayrimüslimlere kapalı olan Türklük tanımının öbür yandan açık bir formda kurgulandığını ve böylece Kürtler gibi Türk-olmayan Müslümanlara Türk olma davetinde bulunduğunu belirtiyor. Buna göre, Kürtler asimile oldukları ve Türklüğün davetine icabet ettikleri ölçüde yurttaşlık sınırlarına dahil olabildiler (2006:66-73-74-83).
Bununla birlikte Mesut Yeğen’in de dikkat çektiği üzere, Türkleşmiş olsalar dahi Kürtlerin Türklüğüne dair kuşku her daim vardı. Nihayetinde 1990’dan sonra şişeden çıkan Kürt cininin bir daha bastırılamamasıyla birlikte Kürtlerin Türklüğüne duyulan kuşku çok daha açık bir hal aldı ve Kürtlere yönelik yurttaşlık muamelesi de buna göre epey dışlayıcı-ayrımcı bir biçime ulaştı. (Bu arada Genelkurmay’ın 2005’te yayınladığı bir bildiride geçen “sözde vatandaşlar” kavramı da bunun en açık örneğidir.) Nitekim Türklük davetini reddeden Kürtlerin düşman kategorisine dahil edilmesi hiç de zor olmuyordu; zaten o kategori hep işlevseldi.
Bu durumu günümüzdeki bazı pratikler üzerinden açıklamak da mümkündür. 2003’ten beri Türkiye’yi yöneten AKP’nin söyleminde muhafazakâr-milliyetçi ideolojiyle içeriklendirilen “milli irade” kavramı ağırlıklı bir yer tutar. Seçimlerin araçsallıştırıldığı bu kavramla iktidarın meşruiyeti vurgulandığı kadar, esasında “gerçek” millet tanımı da yapılıyor. Bu durumda dışlananlar olacaktır. En basitinden, bir zamana kadar yapılan meşhur “balkon konuşmalarında” bütün Türkiye’yi kucaklayan bir iktidar görüntüsü vermeye özen gösterdiği ileri sürülen AKP, örneğin 2015 sonrasında neredeyse tamamen Kürt seçmenin oylarıyla seçilen belediye başkanlarını ve milletvekillerini terörizmle suçlayarak hapse attı. Bu da Kürtlerin “milli iradenin” sınırlarını çizdiği “milletin” dışına çıkarıldığını göstermesi bakımından dikkate değerdir. Elbette bu durum sadece AKP dönemiyle ilgili değildi, eskiden de aynıydı. Kürtler, Kürt kimlik ve diliyle dışlandıkları bütün yurttaşlık süreçlerine Türkleştikleri oranda kabul ediliyordu ve hala da durum aynı. Siyaseten sık sık ileri sürüldüğü üzere, Kürtler Cumhurbaşkanı da, Başbakan da, bakan da, milletvekili de, doktor da, öğretmen de olabiliyorlar, hatta bunların sayısı hiç de az değil; ama elbette Türkleştikleri oranda bu mümkündür. Aksine Leyla Zana’nın Meclis’te Kürtçe sözler söyledikten sonra hapsi boylaması gibi durumlar söz konusu oluyordu ve hala da olabiliyor.
Bir diğer husus da, Şükrü Sekban örneğinde göstermeye çalıştığım gibi, Kürtlerin Türkleşmelerinin ve hatta bunu ispatlamaya gayret etmelerinin bile yeterli bulunmamasıdır. Bu yüzden Tanıl Bora’nın aktardığı üzere, “1936 yılında yapılan Umumî Müfettişlik değerlendirme toplantılarında Tahsin Uzer’in” kurduğu şu cümle dikkate değerdir:
“Siz Türksünüz, sizden eminiz diyoruz ama bir nahiye müdürü veya kaymakam vekilini Kürt görünce endişeleniyoruz.”
Bu endişeli durum vesilesiyle Tanıl Bora şu önemli tespitte bulunuyor:
“Resmi milliyetçilik söylemi, Kürtlerin şuuraltı Türklüğünü veya en azından Türkleştirilebileceğini vaaz etmekten, sıkıştığında Kürt’le Türk’ün etle tırnak gibi olduğu telkininde bulunmaktan yorulmazken; iç yazışmalarından, özel raporlarından, sürekli, Kürtlerin başkalığına ve tekinsizliğine dair bir ‘devlet bilgisi’ sızar.” (2017:225-226)
Kürtlere dair bu devlet bilgisi, örneğin Mustafa Kemal’in izinden giderek Kürtleri Turanî ilan ettiği etmesine rağmen “Kürt kökenli” Mesut Fanî’nin yakasını da bırakmamıştı. Fanî Kürtlerle ilgili kitabını yayınlamış, affedilmiş ve Türkiye’ye dönmüşken, öbür tarafta Türk Tarih Tezini yaygınlaştırmakla meşgul devlet organı olan Türk Tarih Kurumu, devletlu zatlardan Hasan Reşit Tankut’a Fanî’nin kitabını incelemesini ve bir rapor sunmasını istemişti. Tankut 25 Nisan 1939 tarihli raporunda, kitaptaki pek çok tezi kendilerine uyumlu bulduğu halde, Fanî’nin Türklüğüne ikna olmamıştı. Çünkü Tankut’a göre, Mesud Fanî de “Anadolu’da Türkleri Alp Arslan’la beraber mütalâa eden bedbahtlar gibi düşünüyor”du. Kürtleri Türk ilan etse de, Anadolu’nun her daim Türk yurdu olduğunu savunmadığı için Fanî’nin kitabının Türk Tarih Kurumu’nun kütüphanesine alınmamasının uygun olacağını bildiren Tankut’un dediği olmuştu (Bayrak 1994:128).
Yeri gelmişken, Şükrü Sekban ve Mesud Fanî’nin karşılaştıkları muameleye “Kürt kökenli” meşhur Türkçü Ziya Gökalp’in de maruz kaldığını belirtmeliyim. Örneğin general Kenan Esengin, “Kürtlerin, bir kavim olmadıklarını Turanî bir Türk boyundan geldiklerini en canlı ve güzel olarak büyük bilgin Ziya Gökalp’ın durumu kanıtlar” dedikten sonra şunları yazıyordu:
“Diyarbakırlı ve Çermik ilçesi Zaza Kürtlerinden Bay Tevfik’in oğlu olan Ziya Gökalp, Halil Hayalı adındaki arkadaşı ile gençliğinde ve çevresinin etkisiyle kendisini Kürt sanarak Kürtçülük ve Kürt dili üzerinde çalışıyordu. Çevresi ve bilgisi genişleyip, derinleşince ve 1908’de Selanik’e de gidince bir Kürt kavminin olmadığı kanısına varmış ve eski çalışmalarını bırakmış, o fikirleri tüm reddetmiştir. Bir Türkçü, Turancı, Ülkücü bir Türk bilgini sosyolog olmuştu. Eski çalışmalarını isteyen Kürtçülere onları yaktığını söylemişti. İşte bugün gönüllerde yaşayan Ziya Gökalp budur. Şimdi Kürtçüler ona dönek diyorlar. Tıpkı cahil Saidi Nursinin deyimiyle.” (1976:34)
Irkçı general Esengin, bir yandan Gökalp’in babasının Kürtlüğünü “Zaza Kürtlerinden Bay Tevfik” diyerek kabul ederken, öbür yandan Gökalp’i kötü arkadaşlarının etkisinden kurtulup aydınlanınca Kürtlerin Turanî olduğunu fark eden biri olarak tanıtıyordu. Esengin de, Bilal Şimşir’in Şükrü Sekban’a yaptığı gibi, Gökalp’e itirafçı muamelesi yapıyordu. Bu arada Gökalp hakkında ayrıca detaylı bir yazı ve podcast yayını olacak…
Aslında Esengin’in Gökalp hakkında yazdıkları gibi, Şimşir’in Kürt olan Türkçü Sekban hakkında yazdıkları da, “gözyaşları” gibi bazı dramatize ifadeler bir yana tutulursa, doğrudur. Uzun yıllar Kürt milliyetçisi olan Sekban, 1933’te Kürtlerin Türklüğünü ileri süren bir kitap yazmıştı, muhtemelen o yıl çıkarılan aftan yararlanıp Türkiye’ye dönmek için bunu yapmıştı. Kendisi farklı bir hikâye anlatıyor bu arada, biraz sonra onu da aktaracağım.
Pek çok benzeri gibi Sekban da temelsiz bir şekilde Kürtlerin Türklüğünü gerçekten ileri sürmüştü. Sekban’ın bu iddiası için örneğin şu yeterliydi: “Bazı Alman bilginlerinin iddialarına göre Kürtler TURANÎ’dir.” (Sekban 1979:19) Peki, bu Almanlar dediği de kim? Daha önceki yazılarda bahsetmiştim, İttihatçıların sahte isimle, yani gerçekte olmayan Dr. Friç ismiyle yayınladıkları kitabı kastediyordu. Anlayacağınız Sekban’ın kaynağı da bu sahtekârdı.
Ayrıca Sekban’ın Kürt milliyetçisi iken yaptıklarından pişmanlık duyduğu da doğrudur. Mesela daha önceleri savunduğunun aksine, artık “bağımsız bir Kürt devleti” kurulursa bunun “Kürtler için bir felaket” olacağını ileri süren ve bu tür emellerden vazgeçmelerini istediği “Kürtleri Mustafa Kemal’in çizdiği yola davet” eden Sekban’a göre, “hakikatte; Türk, Kürt birer isimden başka bir şey ifade etmezler; bizim aile adımız TURANÎ’dir.” (1979:31-39)
Musa Anter’in anılarına bakılırsa, her şeyden önce Sekban’ın kendisi bile bu anlattıklarına hiçbir zaman inanmamıştı. Anter, Türkiye’ye döndükten sonra Sekban’la yılları bulan bir dostluk kurduğunu aktarmıştı. Bu vesileyle Sekban, Anter’e kitabının hikâyesini ve Celadet Ali Bedirxan’la yaşadığı bir olayı şöyle anlatmıştı:
“1925’de Kürdistan sahipsiz kalmış; her türlü zulüm ve soykırıma tabi tutuluyordu. Ne Avrupa’dan ve ne de İslam aleminden en ufak himaye ve protesto geliyordu. Tüm inisiyatif Ankara’nın faşist hükümetine kalmıştı. Biz de dışarıda bir şey yapamıyorduk. Aslına bakarsan, Türklerin isyan bildiği hareketler, Atatürk’le yapılan anlaşmaların yerine getirilmemesine karşı bir reaksiyondu. Çünkü Kürtler gaddar İttihat ve Terakki partisi ve padişahlardan kurtulup, Cumhuriyet kurulduğunda çok insani davranışlar bekliyorlardı. Fakat baktılar ki, Cumhuriyet idaresi Kürtlere daha ağır baskılar getirdi. İşte ben, Nuri Sait Paşa’yı İstanbul’dan tanıdığım için, kendisinin Kral I. Faysal devrinde Irak’ta kurduğu kabinede sağlık bakanı oldum. Herhalde üzüntüden olacak ki, verem başlangıcı bir zafiyet geldi. Almanya’ya tedaviye gittim. Bu üzüntüler içinde şöyle düşündüm: ‘Yahu, Ankara’nın cahil ricali, bütün dünya Türk’ diyorlar. Bari ben de, ‘Kürtler Türktür’ diyeyim de, belki Kürtlerin üzerindeki bu zulüm hafifler. Ve hastanede, bana gelen kağıt peçeteler üzerine yazdım. Sonra çıktıktan sonra, Paris’te Sorbon Üniversitesi matbaasında bastırdım. Ama arkadaşlarım çok üzüldüler. Dönüşte, Şam’da Celadet Bedirxan’la yemek yiyorduk. Bize, tanımadığım bir Arap yemeği geldi. Celadet Bey’e ‘Nedir?’ diye sordum. Dedi ki, ‘Doktor, patlıcandır ama sen kabak diyebilirsin.’ Anladım ki, Celadet Bey benim kitabımı kasdediyor. Sonra daha basit tenkitler de ileri sürüldü. Güya ben İstanbullu Çerkes karımın etkisinde kalmıştım. Karımın İstanbul hasreti yüzünden kitabı yazmışım ve gayem Atatürk’ün affına uğramakmış… Halbuki, yemin ediyorum böyle bir şey yoktu.” (Anter 1991:72)
Musa Anter’in aktardığına göre, Şükrü Sekban neden patlıcanı kabak yaptığını, yani neden Kürdü Türk yaptığını bu şekilde izah ediyordu. Doğrusu, Mesud Fanî ile Şükrü Sekban’ın durumları son derece dramatiktir. Hatta bunların yanına başka bazı isimleri eklemek de mümkündür. Mesela İttihat Terakki Cemiyeti’ne muhalifliğiyle bilinen, Cumhuriyet’ten önce İstanbul’da bulunan pek çok Kürt kurum ve örgütle ilişkileri olduğu kaydedilen, Serbestî gazetesini uzun yıllar çıkaran Süleymaniyeli Mevlanzade Rıfat… 150’lilikler listesine konulup sürgün edilen isimlerden biri olan Rıfat’ın da sürgün yıllarında Türk kurumlarıyla irtibata geçtiği, maddi menfaat karşılığında bir tür muhbirlik yaptığı vesaire kaydediliyor (Aydınkaya 2023).
Özellikle Şeyh Said ve Ağrı isyanları sonrasında Kürt milliyetçilerinin yaşadığı yenilgilerin ve ardından zorunlu ikamette bulundukları yurt dışında karşılaştıkları maddi-manevi zorlukların bir kısım Kürt aydın ve siyasetçisinin tercihlerini nasıl etkilediği de tartışılabilir bir başlıktır. Ancak kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken sonuçlar var. Örneğin son olarak bahsettiğim Şükrü Sekban vakası… Kendisi başka türlü izah etse de, gerçek olan şu ki, Mustafa Kemal’in affından faydalandı ve 1960’da ölünceye kadar da İstanbul’da yaşadı. Kitabı da Kürtlerin Türklüğünü ileri sürenlerin elinde, üstelik pişman olmuş bir Kürtçünün itirafları şeklinde, yıllarca kanıt olarak kullanıldı. Hatta örneğin DDKO davasında olduğu gibi mahkemelerce bu kitap Kürtlere verilen ağır cezaların bir dayanağı olarak da ileri sürüldü. Peki, bütün bunlar bir yana, Sekban’ın düşündüğü gibi, üstelik Sekban Türkiye’ye döndükten sonra, kendi ifadesiyle “Ankara’nın faşist hükümeti” Kürtlere merhamet gösterdi mi? Elbette hayır! Aksine, Ankara, bu ve önceki bölümlerde bürokrat Şimşir’in hikâyesiyle birlikte anlattığım üzere, yurt dışında Kürtlerin Türklüğünü ispat edemeyince bu yerli ve milli kaynaklara daha çok sarıldı. “Ankara’nın faşist hükümeti”nin en çok yardımına koşan sözüm ona kitaplar ise işte bu “Kürt kökenli” Türkçülerin yazdıklarıydı…
Kaynakça
Anter, Musa (1991). Hatıralarım. İstanbul: Yön Yayınları
Aydınkaya, Fırat (2023). Mevlanzade Rıfat: Bir Kürt Entelektüelin Sefaleti. https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-256
Bayrak, Mehmet (1994). Açık-Gizli / Resmi-Gayrıresmi Kürdoloji Belgeleri. Ankara: Özge Yayınları
Bora, Tanıl (2017). Cereyanlar. İstanbul: İletişim Yayınları
Çay, Prof. Dr. Abdulhalûk M. (2008). Her Yönüyle Kürt Dosyası. Ankara: Yayınevi Belirtilmemiş
Esengin, General Kenan (1976). Kürtçülük Sorunu. Ankara: Su Yayınları
Sekban, M. Şükrü (1979). Kürt Meselesi. Ankara: Kon Yayınları
Şimşir, Bilal N. (2007). Kürtçülük (1787-1923). İstanbul: Bilgi Yayınevi
Şimşir, Bilal N. (2009). Kürtçülük II (1924-1999). İstanbul: Bilgi Yayınevi
Veroj, Seîd (2021). Mesûd Fanî (Dr. Mesûd Fanî Bilgili). https://www.bernamegeh.org/seid-veroj-mesud-fani-dr-mesud-fani-bilgili/
Yeğen, Mesut (2006). Müstakbel Vatandaş. İstanbul: İletişim Yayınları
Yümlü, Murat (2010). Yüzellilikler Meselesi, Mesud Fani ve Risalesi Üzerine Bir İnceleme. History Studies, Volume 2/3