İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetimindeki Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’nda yenilip dağıldı. Buna rağmen daha önce yerlerinden yurtlarından sürülüp başka yerlere zorunlu şekilde iskân edilmiş kişilerin yurtlarına geri dönüşlerine dair 1918’de bir talimatname yayınlanmıştı ve burada devletin katı iskân muamelesine tabi tuttuğu kişilerin hiçbir şekilde geri dönüşlerine izin verilmeyeceği kaydediliyordu (Dinç 2009:232). Bir önceki yazıyı ve podcast yayınını bu talimatnameyle sonlandırmıştım.
Buradan da anlaşılacağı üzere, Osmanlı dağılmışsa da aslında Kürtlerin iskânı siyasetinde ısrar söz konusuydu ve bu siyaset, İttihatçıların Anadolu’yu ve Kürdistan’ı Türk yurdu yapma planını esas alan yeni Cumhuriyet döneminde de sürdürülecekti. Her ne kadar bizzat bu planı oluşturan ve uygulayan İttihatçıların lideri Talat Paşa artık yoksa da, bu planı uygulamakla görevli İttihatçıların önemli isimleri Cumhuriyet döneminde yine iş başındaydı. Örneğin Ermeni Katliamı ve Kürt tehcirinin organizasyonunda önemli görevler üstlenmiş olan Şükrü Kaya, Mustafa Kemal döneminin vazgeçilmez İçişleri Bakanıydı. 12 yıl boyunca bu görevde bulunan Kaya’nın zamanında, örneğin 1926, 1927 ve 1934 tarihlerinde tamamen İttihatçıların planına sadık biçimde yeni iskân ve sürgün kanunları çıkarılmıştı ve binlerce Kürt Türkleştirilmek amacıyla Batı illerine sürülmeye devam edilmişti (Bkz. Bedirxan 1997; Yeğen 2006; Üngör 2016).
Kaldı ki, Mustafa Kemal başta olmak üzere Cumhuriyeti kuran kadronun neredeyse tamamı İttihatçı teşkilattan gelmeydi. Bu nedenle Cumhuriyet döneminde bir yandan Kürdistan’daki Kürtler için yeni iskân kanunları ve planları hayata geçirilirken, öbür yandan da İttihatçılar zamanında iskâna tabi tutulmuş Kürtlerin geri dönüşlerine izin verilmiyordu. Örneğin İmar ve İskân Vekaleti ile 1924’te bağlandığı Dahiliye Vekaleti’nin 1924, 1925, 1926, 1927, 1932 tarihli pek çok gizli ve zata mahsus yazışmalarında bu husus açıkça görülebilir. Özetle Namık Kemal Dinç’in ifade ettiği şekliyle, “Dahiliye Vekaleti merkezli yapılan yazışmalara bakıldığında [İttihatçıların 1916’daki tehcir planıyla sürülen] Kürt mülteciler meselesinde izlenen politikanın devam ettiğine tanık olmaktayız. Öyle ki 1916 yılında Türk unsurunun özellikle yerleştirilmesi ve nüfus çoğunluğunu oluşturması istenen Maraş, Antep, Urfa gibi vilayetlere yönelik siyasetin devam ettiğini görmekteyiz.” (2009:235)
Dolayısıyla “İTC’nin en özenli toplum mühendisleri Mustafa Kemal’in rejimi ve Cumhuriyet Halk Fırkası için çalışmaya başlamıştı” diyen Uğur Ümit Üngör haklı olarak şunları kaydediyor:
“1921 yılının şiddetli savaş ortamında, Mustafa Kemal ‘Diyarbekir’deki Milli ve Karakeçi aşiretlerinin Trakya’ya sürülmesini ve evlerinin buraya gelecek muhacirlere verilmesini’ bildiren bir karara imza atmıştı. Bu politikalar geleceğin habercisiydi. 1923’te resmen iktidara geldikten sonra Mustafa Kemal, İTC’nin zulüm ve sürgün politikalarına aynı hız ve yoğunlukla devam etti.” (2016:215-216)
Bu zulüm ve sürgün siyaseti sadece Kürtlerle de sınırlı değildi; Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve Türk olmayan Müslüman milletler de pek çok kez ve hatta bazen çok daha fazla bu siyasetten nasiplendiler. Dolayısıyla hiç kuşku yok ki, “hem Birinci Meclis dönemi (1920-1923) hem de erken Cumhuriyet dönemi Türkleştirme politikaları, [dönemin Manisa vekili Tevfik Rüştü Bey’in gündeme getirdiği üzere] ‘Alman olmayan yerleri Almanlaştıran’ …uygulamanın ‘Türk olmayan yerlerin Türkleştirilmesi’ açısından dikkate alındığını gösteren örneklerle doludur.” Dolayısıyla “nüfusun hakim bir etnisite çerçevesinde homojenleştirilmesine yönelik politikalar”, “hem İttihat ve Terakki yönetimi, hem de Cumhuriyetin kurucu kadroları [tarafından], mübadele, tehcir, iskân ve zorunlu göç uygulamaları aracılığıyla ülke içindeki nüfusu milliyetçi politikalarla düzenlemeye yönelik bir çaba” olarak sergilenmiştir (Aslan ve diğerleri 2013:51-52).
Kürt milliyetçileri, 1925’e gelindiğinde, hak ve hukuklarının yok sayılmaya başlandığı gerekçesiyle Şeyh Said İsyanı ile yeni Cumhuriyete karşı çıktı. Bu isyanı kısa sürede bastıran Kemalist yeni Cumhuriyet, isyanın lideri ve yüzlerce kişiyi idam etmekle kalmadı; ardından bir daha bu tür bir isyanın baş göstermemesi için kalıcı tedbirlere başvurdu. Bunlara rağmen birkaç yıl sonra Ağrı’da ve daha sonra Dersim’de de Kürtlerin uygulanan zulme karşı tepkileri söz konusuydu. Ancak yeni Cumhuriyet, Mustafa Kemal’in Dersim için söylediği sözü genelleştirecek olursak, çıbanı kesip atmakta kararlıydı ve her defasında kararlaştırdığı tedbirleri yeniden revize edip daha zalimane çapta uygulamaya koyuyordu. Nihayetinde Şeyh Said, Ağrı ve Dersim İsyanları sonrasında bugünkü anlamda soykırım derecesinde insanlık suçları işlendi; binlerce Kürt katledildi, köyler yakıldı, insanlar göçertildi ve bütün bunlarla birlikte geride kalanların Türkleştirilmesi için de her yol ve yöntem denendi. Kemalist Cumhuriyette Kürt diye bir millet ve haliyle bunun hukukî ve siyasi hiçbir hakkı da yoktu! (Bkz. Yeğen 2011; Bozarslan 2005a; Aybars 1988; Chirguh 2009)
Bu kısa özetle dikkat çektiğim üzere, İttihatçıların planladığı ve yürürlüğe koyduğu Türkleştirme siyasetinin tamama erdirilmesi işi büyük oranda Cumhuriyete kalmıştı ve bunun gereği de yapıldı. Aradan geçen yüzyıllık dönemde bu heves ve hedefin ne derece başarıya ulaştığı elbette tartışmalıdır ve denebilir ki her şeye rağmen başarısızlık söz konusudur; nihayetinde Kürtlük bilincini ve Kürt kimliğini sahiplenen milyonlarca insan bugün hafife alınmayacak bir etkiye sahip Kürt muhalefeti etrafında gayet faaldir. Ancak bununla birlikte siyaseten olmasa da, kültürel düzeyde Türklük çabalarının önemli oranda sonuç aldığı da kabul edilebilir; en azından örneğin Kürt dilini kullanan nüfusun oranı her geçen yıl daha da azalıyor (Bkz. Fırat 2015). Ki Kürtler hala herhangi bir hukukî, siyasî ve idarî hak ve statüye sahip olmadıklarına göre, Türkçü rejimin siyaseten de aslında başarısı konuşulabilir.
Cumhuriyetin İttihatçılardan devralınmış Kürt siyasetinin ilk biçim almış halini 1925’teki Şeyh Said İsyanı sonrasında hazırlanan Şark Islahat Planı’nda görmek mümkündür. Bu planı hazırlayan ve uygulayan isimler gibi planın içeriği de yeni Cumhuriyetin İttihatçı kimliğini gayet açık biçimde ortaya koyuyor.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürt siyasetini hazırlanan gizli rapor ve planlar çerçevesinde ele alan Hüseyin Yayman, 24 Eylül 1925’te resmileştirilerek yürürlüğe konan ve fakat varlığı yıllarca gizli tutulan Şark Islahat Planı’nı “Cumhuriyetin Kürt siyasetinin anası ve esin kaynağı” olarak değerlendiriyor (2011:83). Yayman şöyle devam ediyor:
“Şark Islahat Planı, İttihat Terakki döneminde hazırlanan planların bir anlamda modernize edilmesi ve Kürt meselesine uyarlanarak, ‘iskân siyaseti’nin hayata geçirilmesi amacı taşımaktadır. (…) Şark Islahat Planı, sadece Şeyh Sait İsyanı sonrasında yapılan düzenlemeleri değil tüm zamanlarda geçerliliğini koruyan kapsamlı düzenlemeleri içermektedir. Bu anlamıyla, Şark Islahat Planı, devletin Kürt meselesindeki resmi tezlerini oluşturan ana metinlerden birisidir.” (2011:79)
Bu plan hakkındaki en detaylı çalışmalardan birine Mehmet Bayrak (2009) imza attı. Bayrak’ın kitabına sunuş yazısı yazan Mesut Yeğen de şu tespitleri yapıyor:
“Planın gün yüzü görmesiyle beraber, asimilasyonun Cumhuriyetin planlanmış ve kararlaştırılmış bir siyaseti olduğunu, tevil götürmez biçimde anlamış olduk. Çok daha önemlisi, Cumhuriyetin Kürt meselesindeki …mesaisinin aslında Şark Islahat Planı dairesinde gerçekleşmiş olduğunu fark ettik. Planın mantığı basittir: modern devletin bütün araçları, bütün icra gücü Kürtleri Türkleştirmek üzere topyekun seferber edilecekti.” (Bayrak 2009:11)
Şark Islahat Planı’nda Kürtler “aslen Türk olup Kürtlüğe mağlub olmaya başlayan” veya “aslen Türk olan fakat Kürtlüğe temessül etmek üzere olan” kişiler olarak tanımlanıyordu. Planın ilk maddesi, öngörülen tedbirlerin tamamı uygulanıncaya kadar Kürt bölgesinin askeri yönetimlerce idare edilmesine dairdi. Bu arada raporu hazırlayanlardan dönemin İçişleri Bakanı Cemil Ubaydin açık bir ifadeyle kolonyal yönetim sistemini önermişti, ki daha sonra benzer ifadeleri kullananlar da oldu. Aslında bugüne kadar Kürdistan’da olup biten tam olarak bu ve tek başına bu durumun bile planın önemini yeterince ortaya koyduğu söylenebilir.
Toplamda 27 maddeden oluşan planın pek çok maddesi Kürt dilinin yasaklanması, çarşı pazarda Kürtçe konuşanların cezalandırılması, mahkemelerde Kürtçe tercümanların bulundurulmaması, Kürt memurların atanmaması, okul ve benzeri kurumlar vasıtasıyla asimilasyonun yaygınlaştırılması gibi Kürt kimliğinin ortadan kaldırılması ve Kürtlerin Türkleştirilmesi hedefine yönelikti. Bu hedeflere ulaşılması için ayrıyeten planlanan bir husus da iskân meselesiydi. Planın bazı maddeleri bu meseleye dair ayrıntıları içeriyordu.
Buna göre, Van şehri ile Midyat arasındaki hattın batısında Ermenilerden kalan araziye Türk göçmenler yerleştirilecekti. Bunun için sıkıyönetim bölgesindeki illerde bulunan Ermeni malları satılmayacak ve hatta Kürtlere kiraya bile verilmeyecekti. Soykırımdan geçirilen Ermenilerden geriye kalan mal ve mülke nasıl çöküldüğünü gösteren bu husus neden devletin Ermeni Soykırımı ile yüzleşmek istemediğini de gayet iyi ortaya koyuyor. Ayrıca örneğin Balkanlardan, Kafkasya’dan, İran’dan gelecek muhacirin de Kürt bölgesine yerleştirilmesi öngörülüyordu, ki 10 yıl içinde yerleştirilecek nüfus 500 bin olarak hesaplanmıştı. Sadece bunlar da değil, Erzurum’un kuzeyinde yer alan, Trabzon, Rize gibi vilayetlerdeki nüfusun aktarılması da planlanıyordu. Buralara yerleştirilecek nüfusa her türlü imkan sağlanacaktı, örneğin ziraat araçları, hayvan, para vesaire… Aynı zamanda yeni sakinler özellikle Kürtlerden korunacaktı. Bu bölgelerdeki Ermeni mülklerinde bulunan Kürtler çıkartılacak ve bu yeni nüfus yerleştirilecek, Kürtler de batıya sürülecekti. Bu plana göre, sadece 1926 yılı içinde 50 bin kişinin iskân edilmesi öngörülüyordu ve bunun için de 7 milyon Türk lirası ödenek ayrılmıştı.
Plan kapsamında Şeyh Said İsyanına katılmış, destek sağlamış, gönül vermiş her kim varsa, ailesiyle, çoluk çocuk, hükümetin batıda göstereceği yerlere gönderileceği ayrıca belirtiliyordu. Böyle olmayanlar da, durumlarını ispatlamaları halinde bu sürgünden muaf olabilecekti. Böylece Batıya serpiştirilen Kürt nüfus Türk nüfus içinde eritilecek ve asimilasyon yoluyla Türkleştirilecekti. Aşiretlerin ortadan kaldırılması hedefi de iskân meselesiyle başarılmaya çalışılan bir başka husustu (Bu planın ayrıntıları için bkz. Bayrak 2009; Yayman 2011; Akçura 2011).
Bu plana uygun biçimde 31 Mayıs 1926’da hükümet İskân Kanunu’nu Meclis’ten geçirdi; buna göre, “nüfusu ‘Türkleştirme’ yoluyla güçlendirmek ve etnik olarak ‘ötekilerin’ nüfusunu azaltmak öne çıkan yöntemdi.” (Üngör 2016:240) Nitekim “kanunun ikinci maddesinde Türklük bir kriter olarak kullanılır: ‘Türk harsına dahil olmayanlarla … siyasiye ve askeriye müstesna olmak üzere cinayetle mahkum olanlar… anarşistler, casuslar, çingeneler ve memleket haricine çıkarılmış olanlar kabul edilmezler.” Bu ifadelerin yer aldığı kanunun bir sonraki maddesi ise Kürtlerle ilgilidir:
“Dahili memleketteki seyyar aşiretlerle alelumum göçebelerin ve sıhhi esbap dolayısıyla nakli icap eden veya ormanlar dahilinde vasıtai maişetten mahrum bulunan köylerin münasip ve müsait mahallere nakil ve iskanları ve evleri çok dağınık olan bazı köylerin münasip merkezler etrafında teksifi ve casusluklarından şüphe edilen eşhasın hudutlardan uzaklaştırılması…”
Şükrü Aslan ve ekibinin yerinde tespitiyle, “Göçebe” kavramı “dönemin politik dilinde Kürtler ve zaman zamanda Çingeneleri ifade etmek için kullanılan bir örtmecedir.” Ama aynı zamanda Kürt kimliğini ve aidiyetini milli addetmeyerek medeniyet dışılıkla özdeşleştirmek ve böylece horlayıp küçümsemek anlamında da göçebeliğin ve aşiretçiliğin vurgulandığını da eklemek gerekecektir. Bir diğer dikkat çeken husus da şudur: Burada dağınık köylerin belli merkezlerde bir araya getirilmesi fikri öne sürülüyor ve bu devletin bugüne kadar Kürdistan coğrafyasının düzenlenmesi için esas aldığı bir fikirdir. Özellikle Bülent Ecevit’le epey bilinen Köykent ya da merkez-köy projeleri de bu kanunun yıllar sonraki hayallerinden ibaretti. Bu ara notlardan sonra devam edecek olursam, 1926 tarihli İskân Kanunu elbette sadece Kürtlerle ilgili değildi; hem dışarıdan gelen Türk nüfusun yerleştirilmesi hem de içerde sakıncalı görülen Türk olmayan nüfusun iskânı açısından bu kanun işlevsel olmuştu. Örneğin “Rumlardan boşalan köylere Türkler ve Türklerin yoğunluklu olarak yaşadığı bölgelere de birçok Kürt aşireti iskân edilmiştir.” (Kanunla ilgili bütün bu hususlar için bkz. Aslan ve diğerleri 2013:63-64)
Anlaşılacağı üzere Kürtleri kapsamakla birlikte daha genel bir muhtevası da bulunan bu iskân kanunundan bir yıl sonra, bizzat Kürtler için hazırlanan bir başka iskân kanunu çıkarıldı. 10 Haziran 1927’de çıkarılan bu kanun, “doğu vilayetlerine odaklanarak, aileleriyle birlikte 1.400 kişinin ve 80 ‘isyancı ailenin’, ‘idarî, askerî ve toplum nedenlere bağlı olarak’ kararnameler yoluyla ‘doğudaki sıkıyönetim bölgesinden’ batı vilayetlerine göçe zorlanmasına olanak tanıyordu.” (Üngör 2016:245)
Açıkçası bu dönem itibarıyla söz konusu kanunlar çerçevesinde öngörülen iskânın ne derece başarılı olduğuna veya hedeflendiği üzere ne kadar insanın iskâna tabi tutulduğuna dair net rakamlardan söz etmek zordur. Bununla birlikte birbirinden oldukça farklı rakamlardan söz edenler de vardır. Örneğin 1930 tarihli Xoybûn Cemiyeti’nin broşürüne göre, 8.758 köyün yerle bir edildiği ve 15 bin 206 kadın, genç kız, çocuk ve eli silah tutmayan yaşlı[nın] bu köylerin yıkıntılarında” katledildiği 1925-1928 yılları arasında, ayrıca “[m]aruz kaldıkları kıtlık, hastalıklar, kötü muamele ve zorlu doğa şartları sonucunda hayatını kaybeden sürgünlerin sayısı, yolda cellâtlarının süngüleri altında ölenlerle birlikte 200 bini aşıyordu.” (Chirguh 2009:70)
Bu dramatik tabloya karşın, Uğur Ümit Üngör’ün 1932 tarihli bir kaynaktan aktardığına göre, “1920 ve 1932 yılları arasında batı illerine gönderilen Kürtlerin sayısı 2.774’tü.” Ancak Üngör, bu rakamın aldatıcı olabileceğine özellikle dikkat çekiyor; zira bu rakam daha ziyade “Doğu Kürtlerinin toplumsal piramidinin en üst bölümünde bulunanların yani dindar, aydın ve toplum içinde önemli bir yere sahip olanların sürgüne gönderildiği”ni gösterir (2016:248). (Bu arada Şükrü Aslan ve ekibine göre ise 1926-1932 arasında mübadeleye göre iskân edilenlerin toplam sayısı 499.239 iken büyük oranda Kürtlerden oluşan ‘şarktan garbe nakledilenler’in sayısı yalnızca 2.774 olmuştur.” (2013:65))
Yalnız bunlar da değil; Mustafa Kemal ve hükümet yetkililerinin altında imzalarının bulunduğu bazı kararnamelerle de Kürtlerin iskânına dair düzenlemeler yapıldı. Örneğin 3 Ocak 1932 tarihli kararnamede, üstelik muhtemelen İttihatçılar döneminde Yozgat ve Çorum bölgelerine iskân edilmiş “Kürt ırkına mensup 440 nüfus insanın” Kürdistan’a gönderilmeksizin ve Türkler arasında serpiştirilmek üzere yeniden “münasip mahallerde iskânları” isteniyordu. Hakeza “1933’te ‘Sason ve Mutki mıntıkasında oturan ve memleketin asayişini bozmağa yeltenen 350 ev halkının Trakya’ya nakil ve yerleştirilmeleri’ kararı alınmıştır.” (Aslan ve diğerleri 2013:65)
Bütün bunlarla birlikte muhtemelen Cumhuriyet tarihi boyunca yapılmış en önemli iskân kanunlarından biri, 21 Haziran 1934’te Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe konulan 2510 numaralı İskân Kanunu’ydu. Buna göre, Türkiye üç iskân bölgesine ayrılıyordu:
Birincisi, “Türk kültürlü nüfusunun tekâsüfü istenilen yerler”; ikincisi, “Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan yerler”; üçüncüsü, “yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve inzıbat sebeplerile boşaltılması istenilen ve iskân ve ikamet yasak edilen yerler”…
Bir bakıma 1926’daki İskân Kanunu’nun çok daha detaylı hali diyebileceğimiz bu 1934 tarihli kanunda Türk ırkının ve kültürünün özellikle vurgulanması dikkat çekicidir. Bu çerçevede örneğin “Türk kültürüne bağlı olmayanlar veya Türk kültürüne bağlı olup da Türkçeden baka dil konuşanlar” ya da “Türk olup dilini unutmuş” gibi tanımlar yapılıyordu. Bu haliyle bu kanun Türkiye Cumhuriyeti’nin etnik ve ırkçı yurttaşlık esaslarına göre kurulduğunu muhtemelen en açık ortaya koyan kanunlardan biridir. 52 maddeden oluşan ve iskânın her bakımdan detaylıca planlandığı bu kanunun örneğin 11. maddesinin A. ve B. bendleri ile 13. maddesinin 3. bendi, İttihatçılardan yeni Cumhuriyete olup bitenleri özetler niteliktedir:
“[11-A] Ana dili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanati kendi soydaşlarına inhisar ettirmeleri yasaktır.
“[11-B] Türk kültürüne bağlı olmayanlar veya Türk kültürüne bağlı olupta Türçeden başka dil konuşanlar hakkında harsî, askerî, siyasî, içtimaî ve inzıbatî sebeplerle, İcra Vekilleri Heyeti kararile, Dahiliye Vekili lüzumlu görülen tedbirleri almağa mecburdur. Toptan olmamak şartile başka yerlere nakil ve vatandaşlıktan iskat etmek de bu tedbirler içindedir.
“[13-3] Türk ırkından olmıyanların serpiştirme suretile köylere ve ayrı mahalle veya küme teşkil edemiyecek şekilde kasaba ve şehirlere iskânları mecburidir.”
Yeri gelmişken belirtmekte fayda var; bu kanunla ilgili muhtemelen ilk karşıt yazıyı Celadet Alî Bedirxan, Herekol Ezîzan adıyla 15 Ekim 1934’te yazmıştı. Doğrusu, Bedirxan 1933’te Mustafa Kemal’e yazdığı meşhur mektubunda da, henüz yasallaşıp yürürlüğe konulmamış ve fakat 1932’de taslak olarak Meclis’te tartışılan bu kanundan söz etmişti (Bkz. Bedırhan 1973). Nitekim Bedirxan’ın 1934’teki yazısı da bu mektubun bir bakıma İskân Kanunu’nun ön plana çıkarılarak yeniden düzenlenmiş halidir.
Kanunun içeriğini ve meramını epey detaylı biçimde değerlendiren ve bu vesileyle Kürt meselesinin ne olduğunu da açıklayan Bedirxan’a göre, (yasada 3 diye belirtilmişse de) 4 iskân mıntıkası söz konusuydu. “Mıntıkalar kategerosi” ile her ne kadar bir “bulmaca” yaratılmışsa da esasında her şey açıktı; 2 numaralı mıntıka dışındaki mıntıkalarla kastedilen Kürdistan’dı, ki 2 numaralı Türk mıntıkası da zaten Kürtlerin asimile edilmek üzere sürgün edileceği mıntıkaydı. Dolayısıyla Bedirxan, iskân mantığını şöyle sadeleştiriyordu:
“Türk hükümetinin bu şekilde, 1925’ten sonra kabul ettiği aynı idari bakış açısıyla, ülkeyi iki mıntıkalar kategorisi halinde, Doğu ve Batı mıntıkaları ya da Kürt ve Türk mıntıkaları halinde ele aldığı açıkça görülmektedir. Doğu ya da Kürt mıntıkası İran ve Kafkasya sınırlarından, Sivas dağlarına ve Harput ve Malatya bölgelerine kadar uzanmaktadır. Batı mıntıkası ise, ilk mıntıkanın batısından başlayıp Trakya’ya kadar uzanan ve Türklerin oturdukları mıntıkalardır.
“Bu iki mıntıka arasındaki esas farklar şunlardan oluşmaktadır: Doğu özel bir tarzda yönetilmektedir; Türk tebaasından olsa bile, hiç kimse İçişleri Bakanlığının izni olmadan Batı’dan Doğu cehennemine geçemez. Sürekli bir sıkıyönetim altında olan Doğu her zaman bir genel müfettiş tarafından yönetilir; sivil idaredeki en küçük memurların, mahpus sıfatıyla bir şehirden diğerine götürülen Kürtleri, jandarmalar tarafından öldürtme yetkileri vardır.” (Bedirxan 1997:25)
İskân Kanunu’ndaki bölgesel düzenlemeleri gayet net biçimde izah eden Celadet Alî Bedirxan, kanunun esas amacı hakkında ise şunları belirtiyordu:
“Bu projenin bütün bir halkın ortadan kaldırılmasını sağlamak için hazırlanmış olduğu açıktır; adı geçen projede, dağıtılmış halde ve atalarının mamelekinden uzaktayken bile, bu halka on kişiden on beş kişiye kadar gruplar halinde yaşama imkanı tanımamanın çareleri aranmıştır; ve bu bedbaht halkın tek suçu Kürt olmak, tek ilah günahı Arî olmak ve Turanlı olmamaktır.” (1997:27)
Bedirxan’ın sıcağı sıcağına bu şekilde izah ettiği bu kanunla ilgili Meclis’te görüşmeler yapılırken dönemin İçişleri Bakanı ve İttihatçı toplum mühendislerinden Şükrü Kaya da zaten Bedirxan’ı doğrulayan sözler sarf etmişti. Zira Kaya “ülkeyi Doğu ve Batı olarak ikiye” ayırmaktan söze etmiş ve “Hükümetin görevi doğudaki ‘toprağın sahibinin Türkler olmasını sağlamaktır” demişti. Komşu ülkelerde yaşayan 2 milyon civarındaki Türk’ün yavaş yavaş getirilerek yerleştirilmelerini görev olarak açıklayan Kaya, sürgün edileceklere dair de şunları söylemişti:
“Bir milletin en büyük görevi sınırları içinde yaşayan herkesi kucaklamak ve onları asimile etmektir. Bunun tersinin yapıldığını ve vatanın içinin boşaltıldığını gördük. Osmanlılar başlangıçta gittikleri yerlerde halka din değiştirtselerdi Tuna boylarındaki sınırlarımız hâlâ oradan başlıyor olacaktı. Bundan çok çektik.” (Üngör 2016:258)
“Erken Cumhuriyet’in [bu] güçlü İçişleri Bakanı” Şükrü Kaya 1935’te ise, “Memleketimizin Şark vilayetlerindeki Kürt meselesi halledilirse som bir Türk devleti haline gelmiş oluruz” diyordu (Bora 2017:218). Bu zihniyetin sahibi Kaya’nın 1934’teki İskân Kanunu hakkında Meclis’te yaptığı konuşmanın ardından söz alan bazı milletvekilleri de doğrudan Kürtleri hain ve hatta Aydın milletvekili Dr. Mazhar Germen’in ifadesiyle “Türklerin etine batan diken” olarak tanımlamıştı. Bu ırkçı konuşmalar / hezeyanlar içinde hazırlanan ve kabul edilen 1934’teki İskân Kanununun gerekçesi yazıldığında da aynı ırkçı ruh hâkimdi. Örneğin “anadili Türkçe olmayan nüfus kitlelerinin bir araya gelmeleri yasaklanacak, var olanlar da dağıtılacaktı, böylece kültür bütünlüğü için önlemler alınabilecekti.” Ya da “alınacak katı önlemlerle, milletin hiçbir bölgesinde Türk olmayanların o bölge nüfusu içindeki payı % 10’u geçemeyecekti.” (Üngör 2016:260)
Türklerin has, Türk olmayanların ise “güvenilmez, hain” yurttaşlar olarak bir bakıma tanımlandığı ve Türklüğün yararı için asimile edilmelerinin istendiği bu kanunun gereği de yapıldı. Ancak daha önce de belirttiğim gibi istenilen hedefe ulaşılıp ulaşılamadığı elbette tartışmalıdır. Bununla birlikte “resmi kaynaklara göre 1930’larda toplamda 25.381 kişiden oluşan 5074 Kürt ailesi batıya gönderilmişti.” Bunlardan 22.516’sı 1947’de çıkarılan yasayla memleketlerine geri dönebilmişti (Üngör 2016:277; Yeğen 2006:64-66).
Bütün bu hususlarla birlikte Şükrü Aslan ve ekibinin 1934 tarihli İskân Kanunu ile bir yıl sonra, 1935’te kabul edilen “Tunceli Vilayeti İdaresi Kanunu ve akabinde 1937-38’de gerçekleşen Dersim harekâtları” ve Dersim soykırımı arasında bağ kurması son derece önemlidir. Bu bağ şöyle izah ediliyor:
“İskan Kanunu ve Dersim harekatları arasındaki ilişkiyi anlamak açısından [dönemin İçişleri Bakanı] Şükrü Kaya ve [Başbakanı] İsmet İnönü’nün raporları önemli veriler sunar. Şükrü Kaya, 1931’de Dersim ve çevresini dolaştıktan sonra kaleme aldığı raporda Dersim’in ıslahının acil ve zaruri olduğunu, ertelemenin devlete zarar vereceğini belirtir. Bu raporu takiben dört ay sonra, 2510 sayılı İskân Kanunu teklifi ilk kez meclise sunulur. Kanunun yürürlüğe girdiği 1934’ten bir sene sonra, bu sefer İsmet İnönü’nün kaleme aldığı ‘Kürt Raporu’, 1935 Tunceli Vilayeti İdaresi Kanunu’na zemin hazırlar.” (Aslan ve diğerleri 2013:66-67)
Bazı kaynaklara göre 1934 tarihli İskân Kanunu Cumhuriyet tarihinin son iskân kanunudur; ancak bu elbette Cumhuriyetin sonraki dönemlerinde Kürtlerin zorunlu göçe tabi tutulmadığı anlamına gelmez. Bu kanundan sadece dört yıl sonra Dersim’de soykırım yapılmış ve hayatta kalabilenler ise batı illerine sürgün edilmişlerdi. Hakeza 1960’taki 27 Mayıs darbesi sonrasında 485 Kürt Sivas’ta bir kampa toplanmış ve bunlardan bazıları sürgün edilmişti. Kürtlerin zorunlu göçünün en dramatik safhalarından biri ise 1980’li ve 1990’lı yıllarda yaşandı.
Devletin on yıllar boyunca iskân dahil her türlü yol ve yöntemle bastırmaya çalıştığı Kürt meselesi, 1984’e gelindiğinde silahlı çatışma veya bazen ifade edildiği üzere yeni bir isyanla yeniden gündeme gelmeye başladı. Üstelik bu yeni dönem cinin şişeden çıkması demekti. Buna rağmen bugüne değin devletin geleneksel güvenlikçi siyasetinden vazgeçtiği söylenemez. Bu nedenle yeniden hortlayan Kürt meselesini bildik yöntemlerle hal etmeye girişen devlet güçleri, 1990’lı yıllarda pek çok köy ve kasabayı yakmış, buralarda yaşayan yüzbinlerce insanı zorunlu göçe tabi tutmuştu.
Konuyla ilgili önemli bir araştırmaya imza atan Dilek Kurban ve Mesut Yeğen’e göre, bu dönemdeki göçertmelerin örneğin 1930’lu yıllardaki iskân siyasetinden ayrışan önemli bir özelliği bile vardı. Zira aslında yasal olmayan süreç sayesinde devlet on yıllar boyunca bölgedeki insanları iradeleri dışında yerlerinden edildiğini inkâr edebiliyordu; oysa 1930’larda kanun çerçevesinde zorunlu göçertme gerçekleştiriliyordu. Bununla birlikte Kurban ve Yeğen, “on yıl kadar (1984-1994) bir süre içinde 3 bin kadar köy ya da mezra”nın boşaltıldığını ve “birkaç milyon yurttaşın yaşadığı bir havaliden, bir milyondan fazla yurttaş[ın] yerinden” edildiğini kaydediyordu (2012:49-50).
Bu döneme dair bilançolar aslında farklılık gösterir. Örneğin İçişleri Bakanlığı, 16 Ağustos 2012 tarihi itibariyle, 14 ilde 62 bin haneden 386 bin 360 kişinin köylerinden göç etmek zorunda kaldığını bildirmişti (Meclis 2013:95). İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) verilerine göre ise, 3 bin 688 yerleşim yeri boşaltıldı, yaklaşık 2 milyon 300 bin insan yerinden edildi (Erdem 2013). Bu veriler Kürdistan’ın kırsal yerleşim alanlarının yaklaşık dörtte birinin boşaltıldığı şeklinde de yorumlanabilir (Bkz. Jongerden 2015).
Devletin amacı kırsal bölgeleri boşaltarak Kürt hareketinin siyasi, ideolojik, lojistik ve askeri etkisini kırmaktı ve ayrıca batı illerine gitmek zorunda kalanların da zaman içinde asimile olmasını beklemekti. Aradan geçen yaklaşık 50 yılın ardından bu beklentilerin bazılarının gerçekleşmediği ve fakat Kürtlerin olup bitenler nedeniyle epey acı çektikleri ve çekmeye devam ettikleri söylenebilir. Bu arada özellikle batı metropollerindeki Kürtlerin, siyaseten daha milliyetçi bir bilinç kazanmalarının tam zıddı olarak büyük oranda Kürtçeyi terk etmeleri babında asimile oldukları kabul edilebilirse, bu durumda devletin muhtemelen en önemli beklentilerinden birinin gerçekleştiği de söylenebilir (Bkz. Fırat 2015).
Kürt meselesinin son 50 yıldaki hikâyesinin bir parçası olarak 2015’ten sonra yaşanan yeni bir zorunlu göç dalgasından da söz etmek gerekecektir. 2013-2015 yılları arasında “Çözüm Süreci” vardı; bu süreçte Kürt meselesinin çözümü için devlet ile PKK yetkilileri arasında pek çok görüşme gerçekleştirildi. Ancak iki yılın ardından süreç akamete uğradı ve yeniden silahlar devreye girdi. Üstelik bu kez Kürdistan’ın pek çok kentinde aylarca süren sokak çatışmaları yaşandı. Özellikle Diyarbakır / Sur, Şırnak, Cizre, İdil, Nusaybin, Yüksekova gibi pek çok kent adeta yerle bir edildi ve bu da kitlesel bir göç dalgasını beraberinde getirdi. 2015-2016’da olup biten bu hadiseler neticesinde, kamuoyuna açık kaynaklarda genellikle 300 bin ila 350 bin arasında insanın yerinden edildiği bilgisi paylaşıldı.
Sonuç olarak, tehcir, iskân, sürgün veya zorunlu göçertme gibi zamanla değişik biçimlerde adlandırılan siyasete dair tarihsel süreklilik, Türkiye Cumhuriyeti devletinin yüzyıllık Türkleştirme hevesinin toplumsal mühendislik yöntemleri ve askeri zorla hayata geçirilmesinin ve bunun Kürtlerle ilgili olan dramatik kısmının hikâyesiydi.
İlgili Podcast Yayını
https://www.youtube.com/watch?v=AmJymp_ipuI
Kaynakça
Akçura, Belma (2011). Devletin Kürt Filmi / 1925-2011 Kürt Raporları. İstanbul: Postiga Yayınları
Aslan, Şükrü (Proje Yürütücüsü), Arpacı, Murat, Gürpınar, Öykü, Yardımcı Sibel (Araştırmacılar) (2013). Türkiye’nin Etnik Coğrafyası (Proje Kodu: 2013-26). İstanbul: MSGSÜ Bilimsel Araştırma Projeleri
Aybars, Ergün (1988). İstiklâl Mahkemeleri / 1920-1927, Cilt I-II. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları
Bayrak, Mehmet (2009). Kürtlere Vurulan Kelepçe Şark Islahat Planı. Ankara: Öz-Ge Yayınları
Bedırhan, Celadet Ali (1973). “Mektup” / Mümtaz Mütefekkir CELADET ALİ BEDIRHAN’ın (Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine) Yazdığı Açık MEKTUP. (Naşiri: Dr. M. Nuri Dersimî). Halep
Bedirxan, Celadet Ali (1997). Kürt Sorunu Üzerine. İstanbul: Avesta Yayınları
Bozarslan, Hamit (2005a). Türkiye’de Kürt Milliyetçiliği: Zımni Sözleşmeden İsyana (1919-1925). Abbas Vali, Kürt Milliyetçiliğinin Kökenleri içinde. İstanbul: Avesta Yayınları
Chirguh, Dr. Bletch (2009). Kürt Sorunu – Kökeni ve Nedenleri. İstanbul: Avesta Yayınları
Dinç, Namık Kemal (2009). 20. Yüzyıl Kürt Göç Hareketlerinde Birinci Dalga: Kürtlerin Yeniden İskânı ve Kürt Mülteciler Meselesi. İstanbul: Toplum ve Kuram, Kitap Dizi, Sayı: 1
Erdem, İlyas (2013). Çözüm Sürecinde Devlet Zorla Göçerttiği Kürtlerle Barışacak mı? İstanbul: Özgür Gündem gazetesi. 17.06.2013
Fırat, Nuri (2015). Politikanın Kürtçesi. İstanbul: Everest Yayınları
Jongerden, Joost (2015). Türkiye Kürdistanı’nda Köye Dönüş ve Zorunlu Göç Üzerine Yeni Perspektifler. İstanbul: Toplum ve Kuram. Sayı: 10
Kurban, Dilek, Yeğen, Mesut (2012). Adaletin Kıyısında – ‘Zorunlu’ Göç Sonrasında Devlet ve Kürtler / 5233 Sayılı Tazminat Yasası’nın Bir Değerlendirmesi – Van Örneği. İstanbul: TESEV Yayınları
Meclis (2013). İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlallerini İnceleme Raporu. Ankara: Meclis Yayınları
Üngör, Uğur Ümit (2016). Modern Türkiye’nin İnşası / Doğu Anadolu’da Ulus, Devlet ve Şiddet (1913-1950). İstanbul: İletişim Yayınları
Yayman, Hüseyin (2011). Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası. İstanbul: Doğan Yayınları
Yeğen, Mesut (2006). Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa. İstanbul: İletişim Yayınları
Yeğen, Mesut (2011). Devlet Söyleminde Kürt Sorunu. İstanbul: İletişim Yayınları