27 Mayıs Darbesi ve ‘Kendini Kürt Sananlar’
27 Mayıs 1960… Bugünkü iktidarın ortağı MHP’nin kurucu ve ebedi lideri Albay Alparslan Türkeş’in sesi radyolardan duyuldu. Türkiye tarihindeki ilk darbe gerçekleşti. Ordu içindeki bir grup subay, kısa süre önce emekliliğe zorlanmış General Cemal Gürsel liderliğinde, daha sonraki darbelerden farklı olarak, emir komuta zinciri içinde olmadan yönetime el koydu. Elbette bu öyle bir grup askerin kafalarına estiği için darbe yaptığı anlamına gelmiyor, en azından müesses nizamın, yani kurucu düzenin darbenin arkasında olduğu söylenebilir. Söz konusu dönemde örneğin İsmet İnönü’nün bazı açıklamalarına bakıldığında bu durum daha iyi anlaşılacaktır. İnönü de ebedi şef Mustafa Kemal’den sonra milli şef ilan edilmiş, devlet partisi CHP’nin liderliğini yapmakta olan biriydi ve herhalde kurucu nizamın en önemli aktörlerinden biri sayılabilir. Burada elbette derdim 27 Mayıs darbesinin niteliklerini anlatmak değil, sonuç itibarıyla Türkiye’de bu dönemde ilk kez bir askeri darbe olmuştu. Doğrusu öncesinde zaten bir darbeye ihtiyaç yoktu; zira uzun yıllar bir tür askeri yönetim olan tek partili dönem söz konusuydu, ardından kısa süreli çok partili sisteme geçilmişti ve işte buna da darbe yapıldı.
Türkeş’in bildirisini okuduğu 27 Mayıs askeri cuntasının Türkiye’ye özgürlük getirdiğine inanan pek çok solcu var ne yazık ki… Onlara göre, Mustafa Kemal’in emperyalizme karşı büyük bir mücadeleyle kurduğu ülkeyi, sağcı Adnan Menderes her yere peşkeş çekmişti, soyup soğana çevirmişti; askerlerin yaptığı doğruydu, nihayetinde özgürlükçü bir anayasa bile ilan edilmişti. Daha ne olsun ki! İroniye bakın ki, askerlerin ya da Kemalist cenahın veya CHP’nin o dönemki iddialarına bakılırsa, sağcı Menderes ülkeyi en çok da komünist Sovyetlere peşkeş çekmişti! Menderes de onlar için, yani CHP’liler için defalarca aynı iddiaları gündeme getirmişti, ne de olsa komünizm ve Sovyet karşıtlığı o dönemlerde epey işe yarıyordu.
Elbette gerçekler, bu ironiyi bile fark etmekten aciz Türk solcularının zannettiği gibi değildi; ne olacağı kısa sürede ortaya çıktı. Cunta, Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanı idam ettirdi. Ama esasında bu hiçbir şeyi çözmedi, bugünden geriye dönüp bakıldığında ne dediğim daha iyi anlaşılacaktır. Pek çok solcu da kısa süre sonra o övdükleri askeri cuntadan fazlasıyla nasiplerini alacaklardı; nitekim 1971’deki 12 Mart Muhtırasının ya da cuntasının özel hedeflerinden biri solculardı. Ancak konumuz bu değil…
Bu iki askeri darbenin ve daha sonrakilerin ve elbette diğer bütün sol-sağ görünümlü sivil yönetimlerin hepsinin hiçbir zaman haz etmedikleri bir kesim vardı; tahmin edebileceğiniz gibi Kürtler…
Adnan Menderes hükümeti, Aralık 1959’da, yani darbeden aylar önce Kürt aydın ve öğrencilerine yönelik bir cadı avı başlatmıştı. 50 kişi gözaltına alınmış, tutuklanmıştı; bunlardan biri ölünce, geriye 49 kişi kalmıştı ve bu olay 49’lar davası olarak bugün Kürt tarihindeki yerini alıyor. Bu dava kapsamında tutuklananlar arasında yer alan Kürt yazar ve siyasetçi Doktor Naci Kutlay’ın aktardığı şekliyle olay şöyleydi:
“17 Aralık 1959 günü, evleri ve işyerleri ‘ani bir baskınla’ aranan Kürt kökenli kırk kişi tutuklandı. Üstelik onları tutuklayabilmek için elde yeterli delil de yoktu. Devletin ilgili kurumları, Kürt kökenli bu kişilerin ‘yabancı devletlerin müzahereti ile Türkiye’yi bölmek’ istediklerini öne sürüyordu. Ocak 1961’de tutuksuz dokuz arkadaşlarıyla birlikte yargılandıklarında, sayıları kırkdokuza vardı ve bu nedenle tümüne birden ‘Kırkdokuzlar’ dendi. Bunlarla ilintili diğer bir davadaki Kürt kökenli iki kişinin dosyaları da birleştirilince, bu sayı ellibire yükseldi. Ancak yine de bu olaya ‘Kırkdokuzlar olayı’ deniyordu.” (Kutlay 1994:5)
Hükümet ve askerin direktifleri doğrultusunda Ankara’daki 2 No’lu Askeri Mahkeme’de açılan 49’lar davasının ilk duruşması 3 Ocak 1961’de görüldü, yani tutuklamalardan iki yıl sonra ve bu sırada tutuklu sanık sayısı 27 idi, arada tahliye edilenler olmuştu…
49’lar davasında tutuklananların hapiste bulundukları ve daha mahkemeye çıkarılmadıkları sürede bahsettiğim gibi 27 Mayıs 1960 darbesi oldu.
Davanın ilk duruşması da darbeden aylar sonra yapıldı ve bu arada Kürt siyasi mahkûmlar tutukluydu. 49’lar Davası üç yıl daha devam etti ve 30 Nisan 1964’te askeri mahkeme, tüm sanıklar hakkında beraat kararı verdi. Ancak Askeri Yargıtay bu kararı bozdu ve yeniden yapılan yargılamalar neticesinde 24 Eylül 1965’te 15 kişi hakkında 2.5 yıldan 4 yıla kadar cezalar verildi. Askeri Yargıtay bu kararı da beğenmemiş ve bozmuştu, böylece dava Askeri Yargıtay Daireler kuruluna gitmiş ve nihayetinde 1968’de dava zaman aşımına uğramıştı. Ama elbette bu sürede 49’lar davasında yargılanan Kürt siyasi mahkûmlar gerek hapishanede geçirdikleri süre boyunca, gerekse de bazıları zorunlu ikamete tabi tutuldukları illerde, yani sürgün edildikleri illerde geçirdikleri süre boyunca zaten cezalandırılmışlardı, yani Kürt olmalarının bedeli ödetilmişti. Bu nedenle davanın zaman aşımına uğraması çok da bir şey ifade etmiyor aslında…
Peki, 49’lar Davasında askeri savcılığın iddianamesinde ileri sürülen suçlama neydi?
8 Kasım 1960’ta Askeri mahkeme tarafından kabul edilen ilk iddianamede, suç konusu şöyle ifade ediliyordu:
“Yabancı Devletlerin müzahereti ile Devlet’in birliğini bozmağa ve Devlet’in hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet İdaresi’nden ayırmağa matuf fiil işlemek…” (Kutlay 1994:7)
Daha sonra Yargıtay aşamasında ayrıca suç isnadı şöyle de ifade edilmişti:
“Irk mülahazasiyle milli duyguları yoketmeğe ve zayıflatmaya matuf faaliyette bulunmak…” (Kutlay 1994: 11)
Bahsettiğim ilk iddianameden bazı kesitler de aktarmak isterim, ki bu, şartlar ve dönemler değişse de devletin Kürt meselesine yaklaşımını ortaya koyması bakımından bence önemlidir. Daha doğrusu, bu iddianamedeki argümanlara bakıldığında, dönemler ve şartlara göre bazı açılardan farklılıklar içerse de, aslında devletin Kürt söyleminin değişmezliğini ve sürekliliğini ortaya koyması açısından önemlidir. Bazı kesitler şöyle (Yazım ve imla hataları korunmuştur):
“Şarki Anadolu’da yaşıyan ve Türkçe ile Farsça’nın karışımından husule gelmiş ayrı bir lehçe arzeden lisanla konuşan ve aslında Türk olmalarına rağmen, kendilerini Kürt olarak tavsif ve tefrik eden zümrenin müstakil bir Kürt devleti kurmaları mevzuundaki faaliyetleri Cumhuriyet devrine takaddüm eder.
“Sevr Muahedemesinden önce Türkiye’yi parçalamak isteyen muhasım devletler tarafından ortaya atılan ve bilahare Ermeniler tarafından desteklenmiş olan Kürtlük davası…”
Bu ifadelerin yer aldığı iddianamede bu arada önemli bir Kürt aşiret kesiminin devlete olan sadakati ve Kürtçülük davasına bulaşmayıp devletin yanında durmaları hususu özellikle vurgulanıyordu ve bu iddiadan hareketle şöyle devam ediliyordu:
“Bu durum, bilhassa Sovyet Rusya’nın endişesini mucip olmuş, Türkiye, Irak ve Suriye devletlerini Kürt azınlığa tahakküm ile itham etmiştir.
“Türkiye’de ihdas edilmesi istenen Kürtlük davası tamamiyle beynelmilel komünizmin teşvik ve müzaheretine mazhar olmuştur.
“Şöyleki; 1956, 1957, 1958 ve 1959 yıllarında toplanmış olan Kürt Talebe kongreleri ve bu kongrelerde tanzim olunan raporlar, Sovyet Rusya’nın Kürtlük davasını desteklemekte olduğunu aşikar surette teyit etmektedir.”
İddianamede sözü edilen Kürt Talebe Kongreleri hakkında bazı istihbari bilgiler paylaşılıyor ve daha sonra benzer nitelikte görülen, yani Kürtlük faaliyetleri kapsamında değerlendirilen bazı yayın faaliyetlerine söz getiriliyor, ki bazı bölümleri aktarmak istiyorum, epey dikkat çekici ve neden devletin hala Kürt basınına düşmanca davrandığını anlamak için de önemli. Şöyle deniyor (Yazım ve imla hataları korunmuştur):
“Kürtçülük faaliyeti ve bu yoldaki propaganda, yabancı radyolar tarafından da ifa edilmektedir. Mesela; Erivan Radyosu 1959 Temmuzuna kadar ırak’taki Kürtlerin lehçesi ile neşriyat yapmış ve bu meyanda Türkiye’deki Kürtlere hitap ederek Padişahlara karşı işyan etmiş Kürt kahramanlarından bahsederek milli hislerini tahrike ve keza Türkiye’deki hayat şartlarını ileri sürerek Kolhos ve Sovhos’larda yaşayan Kürtlerin refahlarını, kendi dilleri ile okuyup yazma imkanları bahsedildiğini izah etmek suretiyle Kürt milliyetçiliğini tahakkuk ettirme yolunda ceht sarf etmiştir.
“Ve fakat Türkiye’deki Kürtlerin bu neşriyatı anlayamıyacakları düşünülerek 1959 yılı Temmuz ayından sonra ‘Kırmanci’ lehçesi ile neşriyata başlanılmış ve bu mevzudaki propagandaya devam edilmiştir.
“Keza Bağdat Radyosu Kürtlerin ayrı bir millet olduklarını ve Türk düşmanlığını telkin yoluyla neşriyatta bulunmuştur.
“Ve yine Kahire Radyosu Türk-Kürt ayrılığını ihdas yolunda neşriyat yapmakta, Kürt derebeylerinin isyanlarını bir devlet harbi şeklinde göstermekte ve Irak’taki Kürtleri komşu memleketlerdeki Kürtlerle birleştirerek teşvik etmektedir.
“Kürtlük davasını beynelmilel bir hale getirmek için Avrupa ve Amerika’da bu mevzu ile ilgili neşriyata da tevessül edilmiştir…” (Kutlay 1994:12-13-14)
İddianame ayrıyeten Avrupa ve Amerika’daki bazı haber örnekleri vesaire ile de devam ediyor. Anlaşılacağı üzere nerede Kürtlere dair bir yazı yazılmışsa, bir yayın yapılmışsa devletin ilgili bürokratları yememiş içmemiş bunları istihbarat raporu olarak hazırlamış, büyük bir misyonu yerine getirme edasıyla Ankara’ya rapor etmiş ve mahkemeler de bunlara dayanarak Kürtleri yargılamış… Mesele bu…
Aktardığım ilgili bölümlerden de anlaşılabileceği üzere, iddianamenin mantığı, klasik devlet söyleminden besleniyor; ortada bir Kürt meselesi yok, zaten Kürt diye bir millet yok, dolayısıyla olup bitenler dış güçlerin ürettiği Kürtlük meselesiyle ilgilidir.
Peki, bu dış güçler kim? İddianameye bakılırsa, ilk elden Sovyet Rusya, yani komünist Rusya suçlanmış gibi görünüyor, yani “Kürtlük faaliyetlerinin arkasında komünistler var” demeye getiriliyor. Ki bu argüman, 49’lar davasını tezgahlayan Adnan Menderes hükümetinin sevdiği ve ileri sürdüğü bir argümandı.
Bu noktada bu davada yargılanan üç ismin, Musa Anter, Naci Kutlay ve Yavuz Çamlıbel’in davayla ilgili yazdıklarına bakılırsa, neden özellikle komünizm ve Sovyetler birliğinin kullanılışlı bir aparat olarak ileri sürüldüğü anlaşılabilir.
Anter de, Kutlay da, Çamlıbel de ve ayrıca daha sonraları konuyla ilgili yazıp çizen pek çok isim de, davadan önce Menderes hükümetinin isteği üzerine MİT ve Emniyet teşkilatları tarafından hazırlanan raporlara dikkat çekiyor ve bu raporlarda dile gelen hususlar çerçevesinde davanın açıldığını belirtiyor. Daha sonra bu raporlardan söz edeceğim, ama şimdi bu raporlarda komünizm ve Sovyetler mevzusunun nasıl önerildiğine bakalım… Kutlay, Anter ve Çamlıbel’in yazdıklarından hareketle özetleyecek olursam…
Tutuklanacak olanlar (ki daha sonra tutuklanandılar), iç kamuoyuna, özellikle Türk kamuoyuna Kürtçü – bölücü kişiler olarak propaganda edilmeli. Dönemin basınına bakılırsa böyle yapıldığı da görülebilir. Bununla birlikte bu Kürtçülerin komünistliği de öne çıkarılmalı, ki bu özellikle dindar Kürtler nezdinde işlevsel olabilir.
Ancak komünist olduklarına dair propagandanın esas amacı dış kamuoyunu etkilemeye yöneliktir. En çok da ABD’den destek sağlanması için bu “argüman” işlevsel olabilirdi. Nihayetinde Soğuk Savaş dönemi söz konusuydu ve dünya kapitalist ABD ile komünist Sovyetler Birliği arasında iki sert siyasi ve ideolojik kampa bölünmüştü. Türkiye de bir süre önce NATO’ya üye olmuş ve ABD’nin yanında konumlanmıştı. Böylece Türkiye de kendi Kürt meselesini komünizm paravanıyla ya da palavralarıyla dünya kamuoyu nezdinde bertaraf edip, taraftar bulabilirdi.
49’lar davasının iddianamesindeki Sovyetler Birliğine dair hususlar bu açıdan ele alınabilir. Ancak bununla birlikte, Naci Kutlay’ın belirttiğine göre, aslında dava süreci boyunca, Kürtlük davasının arkasında olduğu ileri sürülen dış gücün tam olarak kim veya kimler ya da hangi devlet ya da devletler olduğuna dair somut hiçbir şey söylenmedi. Kutlay’a göre, “Nedense 8 Kasım 1960 tarihli iddianameden sonra bu konudaki iddianamelerin tümünde somut bir ‘yabancı devlet’ belirtilmeden hep benzer suçlamalar yapılacaktır. İsim verilmemesine karşın savcılar da, yargıçlar ve sanıklar da hangi yabancı devletin itham edildiğini bilmekteydiler.” (Kutlay 1994:230)
Evet, biraz önce de bahsettiğim gibi, basında propaganda edildiği şekliyle Sovyetler Birliği ve komünizm… Kürt meselesiyle bağlantılı olarak, zaman ve şartlara göre dış güç olarak tarif edilen adres değişse de, devletin bu mantığı, yani 49’lar davasında bir kez daha ortaya çıkan mantığı hiçbir zaman değişmedi, günümüzde de epey işlevsel…
Elbette bu dış güçler mevzusu haricinde iddianamede hakim olan ve öne çıkan husus Kürt inkarına yönelik devletin söyleminin tekrarlanmasıdır. Daha sade bir ifadeyle Kürtlerin aslında Türk olduğunun ileri sürülmesidir.
Bu noktada yargılanan sanıkların nasıl bir savunma yaptıklarına dair bazı notlar da paylaşayım…
Öne çıkan isimlerden biri Musa Anter ve onun durumuna bakalım…
Musa Anter’e yönelik suçlamalar, neredeyse tamamen o dönem çıkardığı İleri Yurt gazetesindeki yazıları ve çalışmalarıyla ilgiliydi. Nitekim Ağustos 1959’da, yani tutuklanmadan yaklaşık 4 ay önce bu gazetede yayımladığı Kimil adlı şiiri epey ses getirmiş ve o dönemde Anter Kürtçülük yaptığı gerekçesiyle linçe tabi tutulmuş, tutuklanmış ve hakkında ayrıyeten dava açılmıştı. Hatta Mustafa Kemal’in meşhur gazetecilerinden Falih Rıfkı Atay ve başkaları, Anter’in kellesinin alınmasını dahi istemişti.
Bunlarla birlikte 49’lar davasının iddianamesinde Anter ile ilgili bölümde Anter’in suçlamalara verdiği yanıtlar da yer alıyor. İddianamede yer aldığı şekliyle son olarak Musa Anter, “takdim ettiği ‘Birîna Reş – Karayara’ ile ‘Kimil’ isimli iki kitabı müdafaası sadedinde dosyaya konulmasını ve savunmasında nazara alınmasını istemiş ve verilecek cezanın kendisi için şeref olacağını” belirtmişti (Kutlay 1994:167) Anter’in bu duruşu epey kıymetlidir.
Elbette yargılanan diğer sanıkların tutumları da öyle. Naci Kutlay’ın aktardığına göre, sanıklar, Kürt dili ve kimliği hakkında iddianamede yer alan iddialara karşı, ki aktarmıştım, o dönem itibarıyla bence kıymetli sayılması gereken bir tutum izlemişlerdi. Örneğin Naci Kutlay şöyle yazıyor:
“49’lar olayı sanıkları yargılamalarda Kürtlerin Anayasa tarafından eşit vatandaşlar olarak ABD ve İsviçre’de olduğu gibi dillerini rahatça kullanabilmeleri gerektiğinin hakları olduğunu savundular. Kürt kültürü üzerindeki baskılara dikkat çektiler. Bunları aşan açık istemleri olmadı. Ancak Kürtlerin Türklerden ırksal olarak ayrı olduklarını dile getirdiler.” (Kutlay 1994:250)
Söz Musa Anter’e gelmişken, şimdiye kadar bahsettiğim bütün hususları toparlayacak biçimde, davayla ilgili yazdıklarını paylaşmakta fayda görüyorum. Ancak ondan önce dava sürecinde gündeme gelen ve daha önce sözünü ettiğim raporlara kısaca değinmek isterim…
Naci Kutlay’ın yazdığına göre, Emniyet Başmüfettişliğinin 12 Aralık 1959 tarih ve 94818 sayılı bir raporu ve MİT personeli Ergün Gökdeniz imzasını taşıyan 31 Temmuz 1959 tarihli ayrıca bir rapor ve ‘Kürtçülük hareketinin bugünkü durumu’ başlıklı eki vardı. Bu raporlarda Ankara ve İstanbul’daki üniversite gençleri arasında Kürtçülük faaliyetlerinin sezildiği ve son zamanlarda bu hareketlerin arttığı belirtiliyordu. Ayrıca bu raporlarda, 14 Temmuz 1958 Irak İhtilali’nin siyasal ve toplumsal uygulamalarının yarattığı son değişimlerin ardından, Türkiye’de de Kürtçülük faaliyetlerinde açık bir artış gözlendiği kaydediliyordu. Bu hususlardan hareketle gerekli tedbirlerin alınması isteniyordu ve 49’lar davası da bu tedbirlerden biriydi, hatta o dönem itibarıyla ortaya çıkan en önemli sonuçtu.
Naci Kutlay gibi, Yavuz Çamlıbel ve Musa Anter de aynı raporlardan söz ediyor ve esasında bu raporlar davanın devam ettiği dönemde Yön dergisi tarafından kamuoyuna ifşa edilmişti.
Kutlay, Çamlıbel ve Musa Anter’in yazdıklarına bakılırsa, emniyet ve MİT tarafından yazılan raporlar Adnan Menderes hükümetinin de gündemine gelmişti ve buradan hareketle alınması gereken tedbirler görüşülmüştü. Buna göre, Menderes ve ilgili devlet yetkilileri bin kişilik bir Kürt listesinin hazırlanmasını ve bunların tutuklanmasını ön görmüşlerdi. Bu arada o dönemde Menderes’in partisinde milletvekili olan Abdülmelik Fırat’a göre ise, aslında bu liste iki bin beş yüz kişilikti ve daha sonra darbe yapacak olan Cemal Gürsel tarafından hazırlanmıştı. (Fırat’ın konuyla ilgili daha detaylı anlatımları için bkz. Kaya 2003). Sonuç itibarıyla bir listenin olduğu ve Kürtlerin eziyet çektiği kesin… Bu liste görüşülürken, daha sonra, hepsini bir anda tutuklayarak olası bir uluslararası tepkiyi körüklememek için, peyderpey gruplar halinde tutuklama yapmayı tercih etmişlerdi. 49’lar davası böyle ortaya çıkmıştı.
Burada adı listede bulunan, 49’lar Davasının sanıkları arasında yer alan ve aslında her dönemin sanığı olmuş, 1992’de ise devlet bağlantılı güçlerce 72 yaşında katledilen Musa Anter’in anlattıklarına kulak verelim istiyorum. Biraz uzun bir alıntı yapacağım Anter’den, söz konusu liste ile Menderes’in Kürt siyaseti ve 49’lar davası hakkında Anter şöyle yazmıştı:
“DP’ye karşı yapılan darbeden sonra elimize geçen rapora göre –ki bu rapor Avcıoğlu’nun YÖN dergisinde yayınlandı- Celal Bayar, ikinci Kurmay Başkanı Cevdet Sunay, Turancı Devlet Bakanı Tevfik İleri, Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu toplanıyorlar. O zaman Milli Emniyet’in Kürt sorunu şefi Ergun Gökdeniz’in –ki bu zat, 1975-76 yılları arasında Mardin’e vali tayin edildi- hazırladığı rapor okunuyor. Raporun içeriği genel hatlarıyla şöyledir: 1- Eğer Türkiye’de bin tane Kürt aydını yok edilirse Türkiye’de Kürt sorunu en aşağı otuz yıl geriler. 2- Operasyonda seçeceğimiz Kürtlere komünist demeliyiz, çünkü Kürtler komünistleri sevmez ve tutmazlar. 3- Bunların siyasi partilerde kuvvetli yakınları olmamalıdır vb.
“Celal Bayar ve Cevdet Sunay, ‘Tamam’ diyorlar. Celal Bayar Dersim’deki tecrübelerine güvenerek, ‘Zaten inkila (köklerini kazımak) lazımdır’ diyor. Tevfik İleri, ‘Arkadaşlar, siz beni bilirsiniz. Ben bir Kürt dostu değilim, ama böyle bir harekette bulunursak sakın Cezayir’i Kürdistan’a getirmiş olmayalım?’ diye soruyor. Fatin Rüştü Zorlu, ‘Böyle şey olmaz. Ben şimdiden istifa ediyorum, zaten dışarıda kimsenin yüzüne bakacak halimiz kalmamış. Ermeni Soykırımı’dır, Rum Soykırımı’dır, Kürt Soykırımı’dır, tarih içinde bir parça kabuk bağlamışken yeniden bu soykırımı kimseye karşı savunamayız’ diyor. En son Adnan Menderes kalmış, ‘Peki arkadaşlar, zaten müfettiş beyin anlattığı suçlar idamlık suçlardır. Biz bunlardan elli tanesini tutuklar, mahkeme kararı ile idam ederiz. Böylece ellişer ellişer tutuklar ve mahkeme kararı ile de idam edersek, bini tamamlarız’ demiş. Buna karar veriliyor. Tabi öncelikle Ankara Kara Kuvvetleri Mahkemesi’nde elli tane adsız tutuklama müzakeresi çıkarılarak Milli Emniyet’e veriliyor. Milli Emniyet kimin adını koyarsa o tutuklama kararı onun oluyordu. …
“17 Aralık 1959’da – ki biz buna arkadaşlar arasında Mevlana’nın ölüm günü olan ‘Şeb-i Aruz’ diyoruz- tüm Türkiye’de ben ve arkadaşlarım tutuklandık. Ancak baktılar ki hücreler kırk kişilik, on tanesini de tutuksuz olarak kabul ettiler.
“Senelerden sonra mahkemeye çıktığımızda kırk dokuz kişiydik; bu olaya da ‘Kırkdokuzlar’ denildi. Sebep şu: Ankara Hukuk Fakültesi üçüncü sınıf talebesi ve hemşehrim Emin Batu, hücrede vefat etti. Bu yüzden kırk dozu kişi kaldık. Biz hücreden çıktık, Emin’in kan içindeki hücresine gittim. Ağzından gelen kan ile duvara şunları yazmıştı:
“Esaret bahçesinde bir gül olmaktansa
Hürriyet bahçesinde bir diken olmayı tercih ederim.” (Anter 1991:149-150)
49’lar davası esasında hem Türkiye’deki hem de Türkiye dışındaki Kürt muhalefetiyle ilgiliydi. Devlet, Şeyh Sait ve Ağrı İsyanları ile 1938’deki Dersim katliamı sonrasında, her türlü şiddet, baskı, tehcir, asimilasyon ve katliam yöntemiyle Kürt meselesini bastırdığını düşünüyordu. Nitekim en az 20 yıllık bir suskunluk dönemi de hâsıl olmuştu. Ancak 1960’ların başından itibaren Kürt muhalefeti ufak ufak yeniden canlanmaya başlamıştı. Devlet Kürt hayaletinin yeniden hortlamasından elbette korkuyordu. Haklıydı da, nihayetinde o ufak çıkışlar bugünkü büyük Kürt muhalefetinin ilk doğuş anlarıydı.
Öbür yandan Irak’ta dinamik bir Kürt muhalefeti vardı. Molla Mustafa Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi, önemli mevziler elde etmişti. Barzani 1958’de, 12 yıl kaldığı Sovyetler Birliği’nden Irak’a dönmüş, devletle çeşitli müzakerelere başlamıştı. Ortada bir de Kerkük meselesi vardı; bugün olduğu gibi, o zamanlar da zengin petrol kaynakları nedeniyle önemli bir kent olan Kerkük Kürtler, Türkler ve Araplar arasında ihtilaf konusuydu. Türklerin derdi petrolden ziyade, oradaki Türkmen azınlığı gündeme getirip Kürt muhalefetini bir şekilde bastırmaktı, canlanmasını engellemekti.
Söz konusu dönemde, yani 1959’da da CHP milletvekilleri Kürtlerin Kerkük’te katliam yaptığı iddiasını gündeme getirip müdahale istemişlerdi. Bunlardan biri de CHP Niğde Milletvekili Asım Eren’di. 49’lar davası sanıklarından Yavuz Çamlıbel’in aktardığına göre, Asım Eren, emekli bir albaydı ve Hitler ile generallerine de hayrandı. Eren, Nisan 1959’da, 49’lar davasından aylar önce, Irak ve Musul’daki gelişmeler üzerine “Başbakan Adnan Menderes’in cevaplaması kaydıyla, TBMM’de bir soru önergesi vermişti. Eren önergesinde, ‘Irak Kürtlerinin, Irak’taki Türkmen soydaşlarımıza yaptığı baskı, zulüm veya öldürme olaylarından dolayı, Türkiye’deki Kürtlere karşı ‘mukabele-i bilmisil’ yapacak mısınız?’ diye sormaktaydı.” (Çamlıbel 2007:38)
Bu soru önergesiyle Irak’ta öldürüldüğünü ileri sürdüğü her Türkmen’e karşılık olarak Türkiye’de bir Kürdün öldürülmesini talep eden CHP’li Asım Eren, Kürt öğrencilerden tepki almıştı. Üniversitelerde okuyan Kürt öğrenciler Eren’i ve CHP’yi protesto eden telgraflar çekmişlerdi ve bu protesto Türk basınında Kürt öğrencilerin Kürtçü olarak hedefe konulmasının yolunu açmıştı. Nitekim Akşam Gazetesi, 15 Nisan 1959 tarihli sayısında, “102 Üniversiteli kürtlük iddiasında bulundu” manşetini atmıştı.
CHP’li Asım Eren’in ırkçı saiklerle gündeme taşıdığı Kürt düşmanlığı, 49’lar davası sanığı Yavuz Çamlıbel’e göre, Adnan Menderes’in Demokrat Partisi için yararlı olmuştu. Söz konusu dönemde yaşanan ekonomik sıkıntılarla baş edemeyen Menderes hükümeti, çareyi milliyetçi politikalarda arıyordu. Nitekim bir süre önce Yunan – Rum düşmanlığı üzerinden 6-7 Eylül olayları tertiplenmişti; Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığı yaygarası koparılıp Gayri Müslimlerin malları, mülkleri talan edilmişti; onlarca insan katledilip her türlü eziyet yapılmıştı. Daha sonra mesela Kıbrıs için aynı yaygarayı koparacaklardı, oradan da bir şekilde sonuç alacaklardı. Hakeza 1978’deki Maraş Katliamı ya da aynı dönemlerdeki Malatya, Çorum gibi kentlerde Alevilere yönelik katliamlar… Elbette benzer tertibatlar 1990’larda da, 2000’den sonra ve günümüzde de görüldü. Tabi, ortaya çıktı ki, bütün bu hadiseler devlet güdümündeki kontrgerilla tarafından yönetiliyormuş; belgeleri ve itirafları var, herkes bulup okuyabilir. Kürtler için de Kerkük üzerinden sık sık benzer senaryoları gündeme getiriyorlardı, hala da getiriyorlar.
Kısaca 49’lar davası, Kürtlerle ilgili bu iki önemli gelişmenin neticesinde ortaya çıkmıştı. Orgeneral Cemal Gürsel liderliğindeki cunta Menderes hükümetini devirip, kendisini idam ettirdikten sonra bir genel af çıkarmıştı. Ama elbette, Menderes’in hapse tıktığı Kürtler kapsam dışındaydı, daha sonraları da pek çok kez Kürtler afların kapsamına alınmamıştı. Mesela 1974’deki, 1991’deki ve yakın zamanda Alaattin Çakıcı için çıkarılan özel af vesaire…
Anlayacağınız, darbecilerin affından 49’lar davasından yargılanan Kürtler yararlandırılmadığı gibi, daha fazlası yapılmaya devam edildi. Başka bazı davalar daha açılmıştı mesela. Ama en önemlisi darbeden birkaç gün sonra Kürt illerinden seçilen en az 485 kişinin gözaltına alınıp Sivas Kabak Yazı’na sürülmesi olayıydı. Daha sonra bu kamp boşaltıldı, ancak 55 kişi Türkiye’nin çeşitli illerine sürüldü. Dönemin Kemalist yayınlarından Ulus gazetesinin baş yazarı ve günümüzde daha ziyade roman yazarı olarak bilinen Yakup Kadri Karaosmanoğlu, olup bitenleri desteklediği bir yazısında, itiraf edercesine, aslında olup bitenleri tehcir olarak nitelendiriyordu (Beşikçi 1970:332). Bu sürgünün veya tehcirin görünürdeki gerekçesi, bu kişilerin Menderes’in Demokrat Partisi’ni destekledikleri yönündeydi. Nitekim bu olaydan 9 yıl sonra yayımlanan doktora tezinde bu olayı ilk kez detaylı biçimde değerlendiren İsmail Beşikçi, daha o zamanlarda kuşkuya yer bırakmamıştı. Beşikçi’nin aktardığı 31 Mayıs 1960 tarihli, darbeden 4 gün sonra Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan şu haber esasında olup bitenleri açıkça ortaya koyuyordu:
“…bir iddiaya göre DP Meclis Grubu içinde Milletvekili olarak sızan birkaç kişi korkunç gayelerini tahakkuk yolunda DP başında bulunanlardan müzaheret görmüşlerdir. Rey karşılığı verilen irtica tavizi Güney Doğu’da memleketi parçalayıcı istikamette bazı teşebbüslere yol açmıştır. Bu meyanda Rus yapılı bir ciple vatan haini Şeyh Said’in oğlunun Doğu’daki köylerde dolaşmasına göz yumulduğu tespit olunmuştur. Geliştirilmesine çalışılan gayenin yeni bir Kürdistan olduğu, bu konuda, birkaç DP milletvekilinin çalışanlara müzair olduğu vesikalarıyla meydana çıkmıştır. Milli Birlik Komitesi ve Hükümet bu yola sapanların faaliyetlerine son vermiş, memleketi parçalayıcı unsurların tamamen izalesi yolunda zecri tedbirler alma yoluna gitmiştir. Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir.” (1970:239)
Aslında sadece 27 Mayıs darbesi dönemini de değil; hem öncesinde hem de sonrasında Kürt meselesiyle ilgili gerek devlet politikasını gerek Türk basınının tutumunu adeta bir özet gibi duyuran bu haber, bir kez daha Kürt düşmanlığı üzerinden yaratılmak istenen algının veya illüzyonun bütün unsurlarını içermesi bakımından da dikkate değerdir. İrticaî unsur olarak Şeyh Said İsyanı, dış güç olarak dönemin popüler anti-komünist duygularına hitaben Sovyet Rusya, feodalite unsurları olarak ağa ve şeyhler ve elbette bütün bunların ortak noktası olarak Kürtçülük… Kısa bir bölümünü aktardığım haberde devletin geleneksel Kürt söyleminin neredeyse bütün unsurlarını görebiliyoruz. Kısacası Kürtlere “Türkiye’nin Türk vatanı olduğu” bu kamp ve sürgün olayıyla da benimsetilmek isteniyordu.
Sürülenler arasında yer alan Faik Bucak ve Kinyas Kartal’ın yaşadıklarıyla ilgili yazdıkları broşürde, Türklüğün benimsetilmesi için esasında çok daha ağır cezaların düşünüldüğü de anlaşılıyor. Örneğin dönemin İçişleri Bakanı Muharrem Kızıloğlu, Bucak ve Kartal’ın aktardığı biçimiyle, bu işle görevlendirilmiş, beş buçuk aylık ağır kamp sürecinde bir gün karşılarına dikilmiş ve sürgüne gönderilenleri ayrıştırdıktan sonra şöyle demişti: “Babam şarkın celladıydı, ben de sizin celladınız olacağım.” (Beşikçi 1970:336) Beşikçi’den on yıllar sonra Sivas’taki kamp ve sürgünler hakkında bir tür tamamlayıcı haber ve araştırmalara imza atan gazeteci Nevzat Çiçek’e (2013) göre de, Kızıloğlu bu kişilerin “bir şekilde öldürülmesi gerektiğine inanıyordu.” Ancak ironiye bakın ki, Kızıloğlu’nun bu planı kamp komutanı Sabri Koçak’ın çabalarıyla sonuçsuz kalmıştı. Ölümden kurtulup da her türlü eziyetin eşliğinde farklı illere yollanan 55 kişi hakkındaki sürgün kararı, 2 yıl 4 aydan sonra kaldırıldı. Ancak ilginçtir, Cemal Gürsel’in 6 Ağustos 1960’da İsmet İnönü ile yaptığı görüşmede, “batıya iskân etmeyi düşündükleri” bu kişilerin 15 yıl geri dönmelerini istemediklerini söylediği aktarılır (Şimşir 2009:533-534).
Bu arada şu hususu da eklemek gerekiyor, çünkü bu konuda da yalan üretilmiştir. Darbeciler Sivas Kampı’na alınıp sonradan sürgün edilenlerin tamamının ağa ve şeyh olduklarını propaganda ediyorlardı. Nihayetinde bu propaganda “gericiliğin ve irticalığın” “ilerici Cumhuriyet” tarafından tasfiye edilmesi anlamında işlevsel olabiliyordu. Ancak gerçek, diğer bütün iddialar gibi, böyle değildi; sürülenlerin tamamı ağa ve şeyhlerden oluşmuyordu. Faik Bucak ve Kinyas Kartal’ın kamuoyuna yönelik duyarlılık çağrısı içeren broşürlerinde gerçek şöyle açıklanıyordu:
“Biz 55’ler, toprak ağası da değiliz. Çoğumuz sürgünde geçinebilmek için amelelik yapmaktadır. Çoğumuz yarı tok yarı aç dolaşmaktadır. Toprak ağalığı bu mu? Aramızda sadece 6 kişinin arazisi vardı. Mühayyilenin, mübalağanın eriştiği miktarın altındadır bu arazi.” (Beşikçi 1970:338)
Bir diğer iddiaya göre ise, daha önce Abdülmelik Fırat’ın gündeme getirdiğini söylediğim iddiaya göre, Cemal Gürsel, aslında 2500 kişilik bir listeye adları yazılan Kürt ileri gelenlerinin öldürülmesini ve böylece Kürtlere gözdağı verilmesini istemişti (Bkz. Kaya 2003).
Bu Cemal Gürsel, neden böyle bir şey dememiş olsun ki! Darbeden sonra ipleri eline alan Cemal Gürsel, kendinden önceki ve sonraki sivil ve askeri yöneticilerin tamamının yaptığı gibi, özel olarak Kürtlerle ilgilenmeye başlamıştı. Nitekim 27 Mayıs darbesinden sonra 11 Aralık 1962’de anayasal bir kurum olarak yeniden düzenlenerek kurulan, günümüzde de varlığı devam eden ve kritik kararların alındığı devletin en üst makamı kabul edilen Milli Güvenlik Kurulu’nun (yani MGK’nin) ilk toplantısı, 19 Aralık 1962’de yapılmıştı. Gürsel’in Cumhurbaşkanı sıfatıyla başkanlık ettiği bu toplantının en önemli gündem maddesi, Irak’ta Molla Mustafa Barzani liderliğindeki Kürtlerin mücadelesiydi; daha doğrusu bunun Türkiye’ye etkisi ve buna karşı alınacak tedbirler idi (Şimşir 2009:539).
Öbür yandan iktidarda olduğu süre zarfında Gürsel’in Kürtler hakkında sarf ettiği bazı sözlere bakıldığında da, biraz önce aktardığım üzere, söylediği iddia edilen sözlere şaşırmaz insan. Mesela, Diyarbakır seyahatinde, “Siz özbeöz Türksünüz. Kürtlüğü kabul etmeyin. Size Kürt diyenlerin yüzüne tükürün” diyen de kendisi (Temel 2015:121).
Darbeden sonra 28 Haziran 1960’da başkanlığını yaptığı Bakanlar Kurulu toplantısında kendisinin de “Şarklı, Erzurumlu” olduğunu söyledikten sonra, “bu Kürt meselesinde benim bilgilerim çoktur. Tarihte Kürt diye bir şey okudunuz mu? Bunların aslı Türk” demişti. Devamında kendilerini Kürt sananların başlarındaki kişilerin başlarının koparılmasından söz eden Gürsel, kendine yakışan son derece kaba ve çirkin bir üslupla şunları söylemişti:
“…Birisi kendisinin Kürt olduğunu söylediği zaman, bu fikrinin yanlış olduğunu, onları kandıranların Ruslar olduğunu vesikalarla ispat etmeliyiz… Ama bu p…venkler bütün şarkı veriyor. Doğu, Küçük Asya’nın kalesidir yahu… Biliniz ki, Şark elimizden giderse Küçük Asya’da barınmaya imkân yoktur… Vatanın bir karış toprağını vermeye kimsenin hakkı yoktur. Bir millet bu uğurda mahvedilebilir…” (Temel 2015:116-117)
İşte böyle Kürtlere karşı nefret dolu olan General Gürsel, aslında malumun ilanında bulunuyordu, yani zaten yapılmış olanın yeniden yapılacağından kimsenin kuşkusunun olmamasını deklare ediyordu.
Darbeci Gürsel, Türklüğe dayandığı açık olan 1924 Anayasasını bile yeterli bulmayıp, 1961 Anayasasını yeniden yazmıştı. Daha önce bahsettiğim gibi, pek çok Türk solcusunun ilerici bulduğu bu anayasada, 1924 Anayasasının aksine, egemenliğin kime ait olduğu belirginleştirildi. Buna göre, 4. madde şöyle düzenlendi: “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletine aittir” (Ayrıca aynı anayasada Türklük vurgulu başka maddeler de vardı (Yeğen 2006:73).) Bu Türklük vurgusu da elbette tesadüf değildi. Nitekim Anayasa’nın yazımı sürecinde milliyetçilik kavramı üzerinde, bu kavramın anayasada yazılıp yazılmaması konusunda epey tartışmalar yapılmış ve Gürsel konuyla ilgili şunları söylemişti (Yazım ve imla hataları korunmuştur):
“Avrupa Milliyetçilik davasını bir buçuk asır evvel halletmiştir. Fakat biz öylemiyiz? Anadolunun bir köyüne gidin vatandaşa sorun: Nesin? deyin. ‘Elhamdülillah Müslümanım’ der. ‘Türküm’ demez. Daha bu şuur uyanmamıştır. Biz şunun bunun nazariyesi yüzünden Türklüğümüzü ve milliyetçiliğimizi kaybedecek bir yola gitmiyelim. ‘Milliyetçiliği’ Anayasaya koyalım. Bunu yürütelim. Memlekette Türklük şuuru uyandıktan sonra bunu çıkaralım. Sonra başka unsurlar kendi maksatlarına göre ayrılmayı düşünürler diyorlar. Bugün Kürtçülükle yaptığımız mücadeleyi biliyorsunuz. Biz milliyetçiliği kaldırıyoruz desek bize mi dönecekler? Biz buna dayanacağız. Bu memlekette temiz bir idare yer aldığı takdirde bir tehlike yoktur. Evvelâ, milletimizi Türk Milleti haline getirelim. Ben asla kelimenin anayasadan kalkmasına taraftar değilim. Türkiye Türk olmalıdır. Anayasadan bu tabir kalkmamalıdır. Bugün biz bunu kaldırırsak 50 sene sonra Türkiye’de Türküm diyecek kimse kalmayacaktır.” (Beşikçi 1970:340-341)
Gürsel’in dediği yapılmıştı, egemenlik anayasal olarak Türk milletine verilmişti. Ama Anayasa’da bu tür şeyler yazmakla olay çözülmüyordu. Yani hala Türk’ün egemenliğini veya Türk olmayı kabul etmeyenler ya da “kendilerini Kürt sananlar” vardı. Evet, Gürsel darbesinden sonra Kürtler için böyle denilmişti; “kendilerini Kürt sananlar”!
İroniye bakın ki, Gürsel’e göre Türkiye’de “Kürt denen unsur 70-80 bin kişi” civarındaydı ve buna rağmen, yine Gürsel’in ifadeleriyle, “fakat biz milliyetçilik mefhumundan mahrum kaldığımız için Garptan alıp o mıntıkaya yerleştirdiğimiz cengaver unsurlar bu pota içinde eriyip gitmişlerdir.” (Beşikçi 1970:341)
Bu arada Musa Anter’e göre (2011:185), İsmet İnönü, Fahri Korutürk ve Turgut Özal gibi Cemal Gürsel de Kürt kökenliymiş, bunu da aktarmış olayım… Böylece kendi yüzüne tükürmüş olsun!
Ayrıca Kürt nüfusunun 70-80 bin civarında olduğunu iddia ederken Gürsel, herhalde inkâr ettiği esas büyük oranın ise kendisi gibi Türkleşmiş olduğunu varsayıyordu, ki bu büyük bir yanılgı ve yalandı. Nitekim resmi nüfus sayım sonuçlarına bakıldığında bile, bazı illere göre “Kürtçe konuşan nüfusun oranı” 1960’ta 1 milyon 847 bin 734 ve 1965’te 2 milyon 219 bin 504’tü (Aslan ve diğerleri 2013:136-137). Beşikçi’nin dönemin “Köy İşleri Bakanlığı ve Devlet İstatistik Enstitüsü’nün derlediği” verilerden hareketle aktardığına göre ise, “Doğu Anadolu’da yaşamakta olan 6 milyona yakın nüfusun % 53.2’si, yani 3 milyondan çoğu Kürtçe konuşmakta” idi, “yani Kürttür.” (1970:376)
Elbette Beşikçi’nin de dikkat çektiği üzere, “bu rakamların doğruluğu tartışma konusudur”; “örneğin, Hakkâri gibi illerde yerli olmayan üç – beş devlet memurundan başka, herkes Kürtçe konuşmaktadır.” Nihayetinde bölgeye gönderilen sayım memurlarına Kürtçe konuşan nüfusun oranının az gösterilmesi ve hatta “% 90’ı tek kelime Türkçe bilmeyen bölge halkı[nın] Türkçe konuşur” şeklinde kaydedilmesi istenir (Beşikçi 1970:376-378). Ayrıca söz konusu dönem göz önüne getirildiğinde, örneğin ulaşım ve iletişim imkânları dolayısıyla da, büyük ölçüde kırsal alanda yaşayan Kürt nüfusunun ne derece sağlıklı biçimde tespit edilebildiği de tartışmalıdır. Dolayısıyla burada aktardığım veriler, kayıt altına alınabilmiş resmi verilerdir ve Kürt nüfusunun bu oranlardan çok daha fazla olduğu söylenebilir; hatta o dönem itibarıyla Beşikçi’ye göre 4.5-5 milyon civarındadır (1970:377).
Resmi kurumların bile devlet başkanı darbeci General Gürsel’den çok daha yüksek oranda sayısını bildirdiği bu “kendini Kürt sananlar” ile mücadelenin bir yolu olarak darbeciler bir de Doğu Raporu hazırlamıştı. Şimdilik burada keseyim, sonraki yazıda darbecilerin bu raporunu ve daha genel olarak devletin birbirini tekrarlayıp duran beyhude raporlarını anlatacağım…
Kaynakça
Anter, Musa (1991). Hatıralarım (1. Cilt). İstanbul: Yön Yayıncılık
Anter, Musa (2011). Ülke ve Gündem Yazıları. Diyarbakır: Aram Yayınları
Aslan, Şükrü (Proje Yürütücüsü), Arpacı, Murat, Gürpınar, Öykü, Yardımcı, Sibel (Araştırmacılar) (2013). Türkiye’nin Etnik Coğrafyası. (Proje Kodu: 2013-26), MSGSÜ Bilimsel Araştırma Projeleri
Beşikçi, İsmail (1970). Doğu Anadolu’nun Düzeni / Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller. Ankara: e Yayınları
Çamlıbel, Yavuz (2007). 49’lar Davası / Bir Garip Ülkenin İdamlık Kürtleri. Ankara: Algı Yayın
Çiçek, Nevzat (2013). Küçük Yassıada: Sivas Kampı. https://www.timeturk.com/tr/2013/05/26/kucuk-yassiada-sivas-kampi.html Erişim Tarihi: 10.06.2022
Kaya, Ferzende (2003). Mezopotamya Sürgünü. İstanbul: Anka Yayınları
Kutlay, Naci (1994). Kırkdokuzlar Dosyası. İstanbul: Fırat Yayınları
Şimşir, Bilal N. (2009). Kürtçülük II (1924-1999). İstanbul: Bilgi Yayınevi
Temel, Celal (2015). 1984’ten Önceki 25 Yılda Kürtlerin Silahsız Mücadelesi. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları
Yeğen, Mesut (2006). Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa. İstanbul: İletişim Yayınları