Türkiye Cumhuriyeti devleti, kuruluşundan beri Kürt meselesiyle baş etmeye çalışıyor. Devletin yüzyıllık söylemine göre Kürt meselesi yok; zaman içinde değişik adlandırmalar söz konusu olmuşsa da esasen bugün tekrarlandığı biçimiyle bir terör meselesi söz konusudur. Her alanda bu meseleyle baş etmeye çalışırken devlet yetkilileri sık sık bunun yol ve yöntemlerinin nasıl olması gerektiğine dair raporlar da hazırlamışlardır.
Kürt meselesiyle ilgili raporları değerlendirirken, esasında iki dönemden söz etmek lazım. Birincisi, Cumhuriyetin kuruluşundan 1990’ların başına kadarki dönemde hazırlanan raporlar; ikincisi ise, 1990’ların başından bugüne dek hazırlanan raporlar…
Bu iki dönemde Kürt meselesiyle ilgili hazırlanan raporlar, büyük oranda birbirini tekrarlamakla birlikte bazı önemli farkları da barındırıyor.
Bugün ortaya çıktığı üzere, devlet yetkilileri ve kurumları tarafından 1925’ten günümüze dek Kürtler ve Kürt meselesiyle ilgili onlarca iç yazışma, rapor, bilgilendirme notu vesaire hazırlandığı görülebiliyor. Özellikle Cumhuriyet’in ilk yirmi yılında en az yirmi Kürt raporundan söz etmek mümkün. Bütün bu raporlarda Kürt meselesinin niteliği ve bununla baş etme yöntemleri ele alınıyor (Bkz. Yayman 2011; Bayrak 2009; Yıldırım (der) 2011; Akçura 2011).
Konuyla ilgili epey kapsamlı bir kitap yazan, bu kitapta devletin geleneksel Kürt siyasetini eleştiren ve fakat 2015’ten sonra AKP’den siyasete atılarak bu geleneksel siyasetin uygulayıcılarından biri olan Hüseyin Yayman’a göre, 1925-1990 arasında hazırlanan çok sayıda Kürt raporunun ortak özelliği, hepsinin devlet yetkilileri tarafından resmi görüşleri içerecek biçimde hazırlanmasıdır. 1990’dan sonraki raporlar ise bu yönüyle farklıdır. Çünkü bu dönemde devlet birimleri dışında siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları gibi sivil unsurlarca Kürt raporları hazırlanmaya başlandı ve bu ilktir. Genelde devletin geleneksel tutumunu tekrarlayan unsurlar barındırmakla birlikte, 1990’lardaki raporların bir diğer ayırt edici özelliği ise, kısmen devletin tutumunu eleştiren ve sivil çözüm önerilerini ortaya koyan niteliklere de sahip olmasıdır.
Elbette 1990’lardaki raporlarda gözlenebilen söylemin görece farklılığı Kürt meselesiyle ilgili gelişmelerle doğrudan ilgilidir. Kürt meselesinin geçmişte olduğu gibi bastırılamaz hale gelmesi, uluslararası konjonktürün bu meseleyi görünür kılacak gelişmeler doğurması ve devletin bu durum karşısında bir yandan eski alışkanlıklarını tekrarlaması bir yandan da yeni yollara başvurması gibi hususlar yeni dönemin söylemlerine etkide bulundu. Bu nedenle hem siyasi partilerin yaklaşımlarında hem de Kürt meselesiyle ilgili hazırlanan raporlarda, hem eskinin tekrarı hem de yeni döneme yanıt oluşturma gayretleri bulunabilir.
Öbür yandan 2015’ten sonra Kürt meselesiyle ilgili yaşanan şiddet dalgasına bakıldığında, pek çok kişinin haklı olarak ifade ettiği üzere, devletin 1990’lı yıllara ve hatta Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerine geri döndüğü gözlenebilir. Zaten bu kurucu ilkelerden vazgeçildiği söylenemez. Bu nedenle Kürt siyasi çevrelerinde sık sık 2014 yılında AKP tarafından hazırlanıp Milli Güvenlik Kurulu’nda kabul edilerek yürürlüğe konulduğu ileri sürülen Çöktürme Planı dillendiriliyor. Bu plan da Cumhuriyet’in ilk yirmi yılında devlet yetkilileri tarafından hazırlanan raporlara benzetiliyor. Buna göre, Kürt muhalefetinin şiddet, askeri, hukuk, siyaset, diplomasi, kültür vesaire her alanda etkisiz kılınması için pek çok tedbir öngörülmüş ve bunlar 2015’ten bu yana yürürlüğe konmuş durumda. O günden bu yana olup bitenler de bu planın bir sonucu.
Kürt siyasi çevrelerinde dillendirilen bu Çöktürme Planı, Cumhuriyet’in Kürt anayasası olarak da nitelendirilen 1925 tarihli Şark Islahat Planı’nı hatırlatıyor ve hatta iddia edildiği gibi, olup bitenlere bakıldığında, Çöktürme Planı, Şark Islahat Planı’nın yeni bir versiyonudur ya da yeniden revize edilmiş halidir. Doğrusu, Şark Islahat Planı’ndan sonra hazırlanan bütün raporlar bir tekrarı barındırıyor. Bu da şunu gösteriyor: Yüzyıldır devlet, Kürt meselesinde bir ezber oluşturmuş durumda ve bundan vazgeçmiyor. Ancak öbür yandan onca yıkım ve acıyı yaşatmasına rağmen başarılı da olamıyor, ki bu yüzden her defasında temcit pilavı gibi benzer tedbirleri ısıtıp ısıtıp yeni raporlar halinde önümüze koyuyor.
Bu yazı serisinin sonraki bölümlerinde bu raporlardan zaman zaman daha ayrıntılı söz edeceğim.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt raporları hakkında bu genel hususlara dikkat çektikten sonra, bu yazı serisinin bir önceki bölümünde sözünü ettiğim üzere, 27 Mayıs 1960 darbesini yapan askerlerin hazırlattığı Doğu Raporu ve buna paralel bazı raporlara ve gelişmelere bakalım…
27 Mayıs darbecileri bir kez daha Kürt muhalefetinin ortaya çıkmaması için her türlü yol ve yönteme başvurmakla birlikte, bunların nasıl olacağını ayrıntılı olarak tarif ettikleri bir rapor hazırlamışlardı. Darbecilerin “kendini Kürt sananlar” ile mücadele etmek için meşhur bir Doğu Raporu var.
Yıllar sonra bu rapor, ölümüne yakın Kürt olduğunu kerhen kabul eden, ama 27 Mayıs darbesi lideri Cemal Gürsel gibi katı bir Kürt karşıtı olan Bülent Ecevit’in arşivinden çıkacaktı. Darbecilerin izin vermesiyle 1961’in sonbaharında seçim yapılmış, seçimden sonra Süleyman Demirel’in Adalet Partisi ile İsmet İnönü’nün CHP’si koalisyon hükümeti kurmuştu. Darbeci Gürsel de Cumhurbaşkanı seçilmişti. AP-CHP hükümetinin Çalışma Bakanı ise Bülent Ecevit’ti. Gürsel’in hazırlattığı Doğu Raporu uygulanmak üzere yeni hükümetin önüne konulmuştu. Bakan Ecevit de bu raporun bir kopyasını arşivine almış ve yıllar sonra bu rapor böylece ortaya çıkmıştı (Bkz. Dündar, Akar 2008;2010).
Darbecilerin raporunun ortaya çıkma hikâyesi böyleyken, askerlerin “Devletin Doğu ve Güneydoğu’da Uygulayacağı Kalkınma Programının Esasları” çerçevesinde bu raporu hazırlamakla görevlendirdiği kurum ise darbeden sonra kurulan Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) idi. Bu kapsamda Teşkilat bünyesinde kurulan Doğu Grubu’nca bir rapor hazırlandı. Rapor, 1961’de uygulanması için hükümete gönderildi (Dündar, Akar 2008; Yayman 2011:181-185). 18 Nisan 1961 günü Devlet Başkanı ve Başbakan sıfatlarını birlikte taşıyan Cemal Gürsel başkanlığındaki Bakanlar Kurulunda alınan karar gereği şu içerikteki kararname çıkarıldı:
“Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı tarafından hazırlanan 3 Nisan 1961 gün ve DPT-SPD-DG-2400 sayılı ilişik ‘Devletin Doğu ve Güneydoğu’da uygulayacağı kalkınma programının esasları’ adlı rapor Bakanlar Kurulunun 18 Nisan 1961 günü yaptığı oturumunda müzakere ve kabul edilmiş…”
Kürt kelimesinin tek başına ve varlığı kabul edilen bir halkı çağrıştıracak biçimde kullanılmasından itina ile sakınılan ve kararnameyle yürürlüğe konulan raporda, elbette kamuoyuna açıklanmayan içeriğinde, “kendini Kürt sananlar” ifadesi tercih edildi. Kendini Kürt sananlar ile başa çıkılması için, daha önceki raporlarda, örneğin 1925 tarihli Şark Islahat Planı’nda önerildiği gibi iskân ve eğitim başta olmak üzere birçok konuda Türkleştirme tedbirleri ileri sürüldü (Bkz. Bayrak 2009).
Bu noktada ara verip, bir anekdot paylaşmak isterim. Bahsettiğim gibi, malumumuz devletin yıllar içinde hazırladığı onlarca rapor var.
Bunlardan biri de 27 Mayıs Darbecilerinin raporundan hemen önce, 1959’da Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar’ın emriyle hazırlanmış “Türkiye’de Bugünkü Kürtçülük Fikir ve Cereyanının Doğuşu” başlıklı rapor.
Murat Bardakçı’nın 18 Mart 2012 tarihli Gazete HaberTürk’teki yazısında yer verdiği Bayar’ın bu raporunda, söz konusu dönemde milletvekili olan bazı isimler dahil 38 kişinin ismi “Memleketimizde Kürtçülük Cereyanlarını ve Propagandasını Sevk ve İdare Edenlerden Başlıcaları” denilerek listelendiği veya fişlendiği görülüyor. Raporun detaylarına girmeyeceğim, ancak şimdiye kadar anlattıklarıma ve bundan sonra anlatacaklarıma katkısı olacağını düşündüğüm için raporun “Tedbirler” başlıklı bölümünden bir parça aktaracağım. Şöyle deniyor:
“…Aşağıdaki tedbirler, âcilen ele alınması gereken hususlardır: Şark bölgesindeki istihbarat faaliyeti ve ajanlama işinin takviyesi ve bu bakımdan daha büyük maddî fedakârlıklara katlanılması lâzımdır. İstanbul’daki gençlik esaslı bir kadro ile ve ajanlarla hepsinden önce de bazı Türkçü liderlerle murakabe edilmeli (denetlenmeli) ve kılavuzlanmalıdır. Türk ve Kürt kültürü arasındaki fark görünmez şekle sokulmalı ve onların tertip ettiği Şark geceleri, folklor ve kültür gayretleri maarif ve kültür sistemimize göre ele alınıp Türk kültürüne temsil edilmelerine [asimile edilmelerine] çalışılmalıdır. Yeni teknik imkânlarımızdan faydalanarak neşriyat yapan üç dış radyonun dinlenmesine mâni olunmalıdır. Posta sansürü Kürt muhaberat ve neşriyatına karşı daha geniş ölçüde işletilmelidir. Bunlarla uyumlu olarak politik müdahale ve karıştırmalar da tertip olunabilir. İran’la bu konudaki işbirliğinin güçlendirilmesi lâzımdır. Irak devleti, Kürtçülükle mücadeleye ikna olunmalıdır.”
Bayar’ın Kürt raporunda önerilen tedbirler böyle ve yine görüldüğü üzere Cumhuriyet’in kuruluşundan beri tekrarlanan tedbirler söz konusu. Bununla birlikte dönemin politik gelişmelerine göre tedbirlerin önerildiği de görülebiliyor. Örneğin o dönemde üniversite çevrelerinde kimi Kürt öğrencilerin çok da belirgin olmayan faaliyetleri var, Musa Anter ve bazı arkadaşlarının yaptığı gazetecilik faaliyetleri hakeza gündemde, yine örneğin Musa Anter ve arkadaşlarının Doğu geceleri adı altında düzenlediği bazı kültürel etkinlikler vesaire var. Aynı şekilde radyolar meselesi önemli bir yer tutuyor, ki bu konuya yazı dizisinin sonraki bölümlerinde detaylı değineceğim. İşte bütün bu güncel konuları kapsayan bir rapordan söz ediyoruz.
Aslında bu Bayar’ın ilk raporu değil; tespit edilebildiği kadarıyla, ikinci raporu. 1936’da İsmet İnönü’nün Başbakan, Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanı olduğu dönemde, Bayar da Ekonomi Bakanı idi ve 10 Aralık 1936’da Başbakanlığa bir rapor sunmuştu.
Bayar’ın Kürt illerini de kapsayan uzun bir seyahatten sonra gözlemlerine dayanarak hazırladığı raporda, Cumhuriyet’in kuruluşunun üzerinden 13 yıl geçmesine rağmen, devletin Kürt bölgesine hala hakim olamadığı belirtiliyordu. Bunun önemli bir nedeni olarak Bayar, Kürtlere yönelik ayrımcılığa işaret ediyordu. Bayar, Şeyh Said ve Ağrı İsyanları sonrasında devletin suçlu – suçsuz ayrımı yapmaksızın Kürt vatandaşlara yönelik aynı kötü muamelede bulunmasını bir bakıma eleştiriyordu. Örneğin “Kürt oldukları için bir kısım vatandaşlar okutturulmuyorlar ve devlet işlerine karıştırılmak istenmiyorlar” diyen Bayar’a göre, kendi ifadeleriyle “Bölgede yaşayanlara, yabancı bir unsur oldukları resmi ağızdan ifade edildiği takdirde, bizim için elde edilecek sonuç, bir tepkiden ibaret olabilir.” (Akçura 2011:115)
Bir tehlikeyi bertaraf ederken izlenen yol ve yöntemlerin bizatihi bu tehlikeyi büyütebileceğini ima eden Bayar, şu tespiti de yapmıştı: “Şeyh Said ve Ağrı İsyanları’ndan sonra Türklük ve Kürtlük ihtirası, karşılıklı şahlanmıştır.” (Yayman 2011:158)
Elbette Bayar’ın ayrımcılıktan kastı, Kürtlerin örneğin anadillerinde eğitim falan almaları değildi; aksine onların Türklüğe daha iyi nasıl asimile ve entegre edebileceğini sorguluyordu. Nihayetinde Bayar aktardığım sözlerinin hemen ardından “Bölgede yaşayanlara ‘Kürt’ dememek lazım” diye de ekliyordu. Anlayacağınız, Bayar, Kürt demeden, onlara Türk muamelesi yaparak entegre etmenin yollarının bulunmasını istiyordu.
Bayar, öncelikle devletin izlediği geleneksel yöntemleri yerinde buluyordu; ona göre de, bölgeye “hakim olmak için en önemli güç Silahlı Kuvvetler”di (Akçura 2011:115). Bununla birlikte, Bayar’ın raporunda, ekonomik tedbirler ve yatırımların yapılması gibi somut öneriler de ön plana çıkıyordu ve bu çözüm, Bayar’ın raporunu bir bakıma önceki raporlardan biraz farklı da kılıyordu. Daha doğrusu, Kürt meselesinin geri kalmışlık, kalkınma ve ekonomi gibi nedenlerle izah edildiği ve buna göre çözümlerin üretildiği devletin bir başka siyaseti yeniden üretiliyordu. Kürt meselesini etnik-milli özelliklerinden soyutlayan, bu özelliklerini bastırıp inkar eden, ama olup bitenleri de sadece ekonomik nedenlerle açıklayan, örneğin geri kalmışlık ifadesini sıklıkla kullanan devlet yetkililerinin pek sevdiği bir söylem türü bu…
Yapılacak ekonomik yatırımlarla ağaların, şeyhlerin ve dışarıdan bölgeyi karıştırmak isteyen yabancı güçlerin, yani dış güçlerin etkisinin kırılabileceğini savunan Bayar, özellikle ağalık sistemine dikkat çekiyordu. Ağalar ile şeyhlerin kontrol ettiği toprakların vatandaşlara dağıtılmasını isteyen Bayar, bu yolla ekonomik şartları iyileştirilecek vatandaşların devlete bağlılıklarının sağlanacağını düşünüyordu. Ağalar ve şeyhler içinse klasik iskân siyasetini öneriyordu. Şöyle yazılıyordu Bayar’ın raporunda:
“Bölge halkını hükümete bağlayabilmenin bir diğer yolu olarak da, o muhitteki nüfuz sahibi zorba takımı ve derebeylerinin aileleriyle birlikte iç vatana nakledilmesi gerekir.” (Akçura 2011:116)
Bayar’ın 1936’daki raporu bu şekildeydi ve özellikle iki noktaya dikkatinizi çekmek isterim. Birincisi, Bayar’ın raporunda Kürtlere Kürt dememek gerektiği belirtiliyordu; 27 Mayıs darbesini yapan General Gürsel de kendine Kürt diyenin yüzüne tükürülmesini istiyordu. İkincisi, Bayar’ın raporunda aslında örneğin 1926 ve 1934 iskân kanunları çerçevesinde zaten denenmiş olan bir husus yeniden öneriliyordu; ağa ve şeyhlerin iskânı… 27 Mayıs darbecileri de darbeden hemen sonra ilk iş olarak 485 Kürdü ya da darbecilerin iddiasıyla “ağa ve şeyhi” Sivas’a toplayıp, daha sonra 55’ini batı bölgelerine sürgün etmişti.
Bayar, ilk Kürt raporunu yazdığı sırada Başbakan İsmet İnönü’nün kabinesinde CHP’li bir bakandı ve kısa süre sonra Dersim Katliamı zamanında ise CHP’li bir başbakandı. CHP’deki siyasi kariyeri 1945’e kadar sürdü, bir yıl sonra ise Adnan Menderes ve diğer muhaliflerle birlikte CHP’den ayrılarak Demokrat Parti’yi kurdu ve ilk genel başkanı oldu. Aynı yıl, yani 1946’da yapılan ilk çok partili seçimde şaibeli sonuçlarla birlikte muhalefette kalan Bayar ve partisi, 1950’deki seçimde ise, yüzde 53 oranında oy aldı. Bu seçimden sonra Bayar, İnönü’nün yerine Cumhurbaşkanı oldu ve onun yerine de Adnan Menderes hem partinin hem hükümetin başına geçti. Bayar, 27 Mayıs darbesi olduğunda da Cumhurbaşkanı idi ve darbeden sonra koltuğunu darbeci Cemal Gürsel’e bırakmak zorunda kaldı.
Bayar’la ilgili bu özeti şunun için yaptım: Birbirlerine muhalif Türk siyasetçileri – ister sağ ister sol; ister muhafazakâr ister laik; ister sivil ister asker olsun- Bayar ve Gürsel örneğinde olduğu gibi, mevzu bahis Kürt meselesi olunca hiç de farklı kulvarlara düşmüyorlar. Bu yüzden Bayar’ın 1936’daki raporunda dile gelen sözüm ona çözümlerin, Bayar’ı koltuğundan indiren 27 Mayıs darbecileri tarafından bir devlet siyaseti olarak uygulanması anlaşılırdır. Zaten Bayar ve Menderes’in Demokrat Partisi’nin Türkçü milliyetçiliğinin, özellikle Türk olmayanlara yönelik performansı bakımından, darbecilerin Türkçülüğünden çok da farklı olduğu söylenemez. 6-7 Eylül 1955’te gayrimüslimlere yönelik devlet desteğiyle gerçekleştirilen barbarlık bunun en açık kanıtıdır. Kürtlerle ilgili olarak da, bahsettiğim gibi, örneğin yargılanacak veya idam edileceklere dair listenin hazırlanması ve bunun neticesinde 49’lar davasının açılması veya Bayar’ın raporu birer örnektir. Ayrıca Demokrat Partinin “programının genel ilkeler bölümünün 13. maddesi”nde de Türkçülük gayet açık biçimde ifade edilmişti:
“Vatandaşlar arasında müşterek bir tarihin yarattığı kültür ve ülkü birliğine dayanan ve her türlü ayırıcı temayülleri reddeden bir milliyetçilik telakkisine bağlıyız. Partimiz, bütün vatandaşları, din ve ırk farkı gözetmeksizin, Türk sayar ve Türk olmanın bütün haklarına sahip tanır. Kanuni vazifelerini yerine getiren her yerde iyi bir yurttaş gözü ile bakarız. Bu ana görüşlerin tatbikatta da yer bulmasına dikkatle çalışacağız.” (Aslan ve diğerleri 2013:69-70)
Menderes ve Bayar’ın Demokrat Partisi şayet Türlüğü kabul ederse vatandaşa iyi gözle bakılacağını bu şekilde deklare ederken, Bayar’ın bahsettiğim ilk raporundan 25, ikinci raporundan ise aşağı yukarı iki yıl sonra, yine bahsettiğim gibi, bu kez 27 Mayıs darbecileri bir Kürt Raporu hazırlamıştı. Ayrıca Kürt meselesiyle nasıl baş edileceğine dair benzer onlarca rapordan söz etmek mümkün. Çünkü esasında neredeyse birbirini tekrarlayıp duran bu raporlar, hem devletin Kürt meselesi karşısında izleyegeldiği aklın pek değişmediğini hem de bu aklın başarısızlığını ortaya koyuyor. Trajik olan şu ki, bu başarısızlığa rağmen sözüm ona yeni raporlarla yeniden üretilmeye çalışılan çözümler aslında eskinin tekrarı oluyordu. Başarısızlığı böylece defalarca bu yeniden yazılan raporlarla itiraf edilmiş bu aptallaştırıcı siyaset ne yazık ki, terk edilmedi, hala da edilmiyor.
Bu raporları yazanlardan biri, 1935-1943 yılları arasında Diyarbakır’da I. Umum Müfettiş olarak, yani o zamanların süper yetkili Olağanüstü Hal Bölge Valisi olan Abidin Özmen’dir. Bu görevi sırasında örneğin tarihi eserleri bile Kürtlerden iz kalmaması için tahrip eden (Serdî 1994:188) Özmen’in 1936’da, yani Celal Bayar’la aynı yıl hazırladığı Kürt raporunda, alınacak tedbirlerle “Kürtlük için çalışanların ortada Kürt bulamaz duruma düşmeleri” isteniyordu (Akçura 2011:112). Ancak Özmen ve onun gibi düşünen devlet yetkililerinin bütün çabalarına rağmen, Kürtçülerin ortada bulabilecekleri Kürtler vardı ve bugün ise epey fazladırlar.
Abidin Özmen’den söz etmişken, Musa Anter’in hem kendisi hem de raporuyla ilgili çarpıcı yazısından bir bölüm aktarmak isterim. Anter 19 Temmuz 1992’deki gazete yazısında şöyle yazmıştı:
“Atatürk’ün en sevdiği Maarif Vekili Necati Bey vefat etmişti. Atatürk üzgündü. Devlet adamları etrafına toplanmışlardı. Bir aralık Atatürk dedi ki, ‘Abidin Bey, sen Maarif Vekili olacaksın.’ Abidin hık-mık etti, ‘Yapamam paşam’ dedi. Atatürk kızdı ve ‘Yaparsın, yaparsın eşek herif. Niye yapamazsın?’ İşte bu ‘eşek’ herif Abidin Özmen Diyarbekir’e Müfettişi Umumi oldu. Kürtleri asimile etmek için o yüksek zekası ile devrin Başbakanı İsmet İnönü’ye 23 sayfalık bir rapor vermiş. Rapor o kadar gülünç ve ilginç bulunmuştu ki, İngilizler bu raporun orijinalini elde ederek British Museum’un kütüphanesinde muhafaza etmişlerdi. Biz de uzun bir uğraşı ile bir fotokopisini elde ettik. …
“Abidin Özmen’in nasıl bir insan olduğunu hiç kimse Atatürk kadar bilemezdi. Zaten sonradan hüviyetini sorduk, meğer Niğde’nin Andaval kariyesindenmiş. Malum Türkçede avanak adamlara ‘andavallı’ da denir. Fakat hayret ediyorum. Haydi Abidin Özmen andavallı, ama devlet 70 yıldır Abidin Bey’imizin bu raporunu bize uyguladı.” (Anter 2011:227-228)
Anter’in ifadeleriyle devletin Kürtlere karşı sergileyegeldiği bu andaval tutumun beyhudeliği, aslında dönem dönem itiraf edilmiştir; gizli kalmak kaydıyla devletin hazırladığı bazı raporlarda bu itiraflara rastlanabilir.
1940 tarihli CHP Azınlıklar Raporunda şöyle bir bölüm var:
“Irkları, milliyetleri ne olursa olsun bunlarla aramızda milli birliğin en esaslı amili olan dil birliği yoktur. Dağ Türkü, yayla Türkü gibi tabirlerle hakikati kendi gözlerimizden saklamak zarardan başka bir şey getirmeyeceği gibi, bunların Türk olduğuna da mazileri ne olursa olsun bugün ne kendilerini ne de başka bir kimseyi inandıramayız. Bunun için memleketin büyük bir kısmında yabancı bir unsurun toplu olarak yaşadığını bilmek ve itiraf etmek ve buna göre tedbirler almak zorundayız.” (Yayman 2011:162-63)
Elbette CHP’nin tedbirlerden kastı, gerçeğin itirafına rağmen, Türkleştirme inadının sürdürülmesi veya bildik hususlardır. Bununla birlikte esasında bu tür itiraflar, söz konusu dönemlerde devletin harıl harıl Kürtlerin Türklüğüne dair vaaz ettiği propagandaya kendisinin bile inanmadığını göstermesi bakımından önemlidir. Kendisi inanmıyordu, ancak Kürtleri inandırmak için her türlü yola başvuruyordu. Amaç, ister inansınlar ister inanmasınlar, her halükarda Kürtleri Türkleştirmekti!
CHP’den kısa süre sonra benzer bir itiraf, Abidin Özmen’in Diyarbakır’da yürüttüğü I. Umum Müfettişliği görevini devralıp 1943-46 yılları arasında yürüten Avni Doğan’dan gelmişti. Doğan, Özmen gibi, yürüttüğü aynı görevi sırasında hazırladığı Kürt raporunda, Kürt kelimesinin ağza alınmamasının meseleyi hal etmeyeceğini yazıyordu. Cumhuriyet’in ilk 20 yılında alınan bütün sert tedbirlere rağmen, Doğan, aslında Kürt meselesinin algılandığının aksine çok daha boyutlu ve karmaşık olduğuna şöyle dikkat çekiyordu:
“Kürtlüğün, Türkiye Cumhuriyeti için mühim bir meselesi halinde görünmesi, onların miktarında değil, mevcudunun daha ziyade şark vilayetlerimizde toplanmış olmasındandır. İran, Irak ve Suriye gibi komşu memleketlerdeki Kürt kesafetinin bizim bölgemizdeki çoğunlukla Hemhudut oluşunun ifade ettiği mana ise, küçümsenecek gibi değildir” (Akçura 2011:150)
Yıllar geçtikçe Avni Doğan gibi Kürt meselesinin geniş boyutunu gören ve olup bitenlerden dolayı hayal kırıklığını yaşayanların sayısı arttı; özellikle günümüzde her şeye rağmen Kürt meselesinin ortadan kaldırılamamış olmasından kahrolanlar epey çok. Ancak bu gerçekle yüzleşmek yerine her defasında denenmiş ve sonuç vermemiş, ama elbette her defasında Kürtlere yeni acılar da çektirmiş yöntemlerde ısrar edenler vardı. 27 Mayıs darbecileri de, Musa Anter’in ifadesiyle, bu “andavallılar”dandı, hazırladıkları Doğu Raporu da bu ısrardan kaynaklanıyordu. Şimdilik burada keseyim, Bu raporun ayrıntılarını ve andaval darbecilerin Kürtlere yapıp ettiklerini sonraki bölümde anlatmaya devam ederim…
Kaynakça
Akçura, Belma (2011). Devletin Kürt Filmi / 1925-2011 Kürt Raporları. İstanbul: Postiga Yayınları
Anter, Musa (2011). Ülke ve Gündem Yazıları. Diyarbakır: Aram Yayınları
Aslan, Şükrü (Proje Yürütücüsü), Arpacı, Murat, Gürpınar, Öykü, Yardımcı, Sibel (Araştırmacılar) (2013). Türkiye’nin Etnik Coğrafyası. (Proje Kodu: 2013-26), MSGSÜ Bilimsel Araştırma Projeleri
Bayrak, Mehmet (2009). Kürtlere Vurulan Kelepçe Şark Islahat Planı. Ankara: Öz-Ge Yayınları
Dündar, Can, Akar, Rıdvan (2008). Kürtlerle Karadenizliler Yer Değiştirsinler. https://www.milliyet.com.tr/gundem/kurtlerle-karadenizliler-yer-degistirsinler-257706 Erişim Tarihi: 10.06.2022
Dündar, Akar (2010). Ecevit ve Gizli Arşivi. Ankara: İmge Kitapevi Yayınları
Serdî, Hasan Hişyar (1994). Görüş ve Anılarım. İstanbul: Med Yayınları
Yayman, Hüseyin (2011). Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası. İstanbul: Doğan Yayınları