Nuri Fırat: Türkiye’nin Kürt Tarihi – 4

Yazarlar

Demirel’in ‘Kürt Talimatı’ / M. Kemal’in Dersim Planı

27 Mayıs darbesinin ardından, bir yıldan fazla bir süre sonra, Ekim 1961’de seçime gidildi. Elbette artık Adnan Menderes’in Demokrat Partisi yoktu, onun devamcısı olarak Adalet Partisi seçime girmişti ve az farkla CHP’nin ardından ikinci parti olarak seçimden çıkmıştı. Yani darbecilerin meramı bir bakıma kursaklarında kalmıştı. Bu seçimden sonra CHP lideri İsmet İnönü’nün Adalet Partisi ile kurduğu koalisyon hükümetleri de uzun ömürlü olmamıştı ve nihayetinde Ekim 1965’te yeniden seçime gidilmişti. Bu seçim Süleyman Demirel’in siyaset sahnesine çıktığı bir seçimdi. Demirel’in Adalet Partisi tek başına hükümet kuracak oranda oyla seçimden çıkmıştı. 

Tabi bu arada Cemal Gürsel’in hikâyesi sözüm ona bu demokratikleşme döneminde son bulmuyordu. Gürsel, 3 Mayıs 1960’da, Adnan Menderes hükümetinin Savunma Bakanı Ethem Menderes’e bir mektup yazmıştı, aslında bakan aracılığıyla hükümete bir tür ültimatom çekmişti. Bu mektubu yazan Gürsel o zamanlar Kara Kuvvetleri Komutanı idi ve mektubun hemen ardından, zorunlu emekliye sevk edildi. Gürsel’in emekliliği çok sürmedi, yirmi küsur gün sonra Gürsel darbenin lideri olarak yönetime el koydu, hükümet ve devlet başkanlığı dahil bütün yetkileri kendisinde topladı. Ekim 1961’e gelindiğinde seçim yapıldı. Aynı zamanda halk oylamasıyla 61 Anayasası kabul edildi ve yeni kurulan Meclis de Gürsel’i Cumhurbaşkanı olarak seçti. 1966’nın mart ayı sonuna kadar da bu görevde bulundu. Ki, beyin kanaması geçirip yatalak olduğu için bu görevi sürdüremedi. 1966’nın Eylül ayında da öldü. 

Bu özeti, bu serinin önceki bölümlerinde anlattığım 27 Mayıs cuntacılarının bir devlet politikası olarak yürürlükte tutmaya devam ettiği Kürt inkârının hikâyesi için yaptım. Evet, darbeciler yaklaşık bir buçuk yıllık iktidardan sonra seçime izin vermişlerdi, siyaset sahnesini siyasetçilere bırakmışlardı. Ancak Gürsel devletin tepesine otururken, onun özellikle bazı politikaları da yürürlükteydi ve uygulanıyordu. Kürt siyaseti bunlardan biriydi, hatta en önemlisiydi. 

Nitekim darbecilerin “kendilerini Kürt sananları” Türkleştirmek amacıyla hazırlattıkları Doğu Raporu’nda öngörülen tedbirleri içeren 14 Şubat 1967 tarihli kararname bunun bir örneğidir. Bu kararname Demirel hükümetine aitti. Her türlü Kürtçe materyalin Türkiye’ye sokulmasını ve burada dağıtılmasını yasaklayan bir kararname bu… Yine 17 Ekim 1967’de toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda da özel olarak Kürtlere karşı bazı tedbirlerin kararlaştırıldığı belirtiliyor. Milli Güvenlik Kurulu 27 Mayıs darbecilerinin kurduğu bir oluşum ve hala da var. Tabi bu sırada Gürsel yoktu artık, onun Cumhurbaşkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu’nun başkanlığı koltuğunda, 27 Mayıs darbesi olduğu sırada Genelkurmay Başkanı olan Cevdet Sunay vardı. Çok da bir şey değişmemişti, özellikle de Kürtler açısından… 

Yine bazı örnekleri vermekte fayda var. Mesela dönemin başbakanı olarak Süleyman Demirel 1968’de Batman’da bir miting yapmış, bir vatandaş kendisine seslenmiş, “Doğu ve Güneydoğu’yu ihmal ediyorsunuz” demişti. Bunun üzerine Demirel şu yanıtı vermişti: “Sizin malınız vardı biz mi aldık, ışığınız vardı biz mi söndürdük?… Hudut kapılarımız açıktır. İsteyenler gidebilirler bu memleketten…” (Temel 2015:173)

Yani Demirel, özce “Ya sev ya terk et” diyordu. Bugün de Türk olmayanlara karşı sık sık kullanılan bu ırkçı sloganı aynı dönemlerde ırkçı Nihal Atsız da Kürtlere karşı yazdığı yazılarda dillendiriyordu. 

Demirel hükümetinin bakanlarından Haldun Menteşoğlu, mesela 1966 depremiyle yerle bir olan Varto’ya yaptığı ziyaret sırasında, halkın protestosu karşısında, şöyle demişti: 

“… İnsana benzeyen bazı mahlukların ağzından hayvani sesler çıkmaktadır. Eğer sizler bu devletten memnun değilseniz, kendiniz, bir başkasını arayınız…” (Temel 2015:173)

Böylece cuntacıların güncellediği ya da güncellemek zorunda hissettikleri devletin değişmez Kürt siyaseti Demirel hükümeti tarafından da yürürlükte tutuluyordu. Bu dönemde de devlet tarafından Kürtlerin Türk olduğuna dair pek çok kitap yayımlanıyordu, dergilerde makaleler bastırılıyordu. Ancak yetmiyordu, daha önce sözünü ettiğim üzere, darbeciler hazırlattıkları Doğu Raporu’nda buna dikkat çekmişlerdi. Orada Rus Kürdolog Minorsky’nin İslam Ansiklopedisi’nde yayımlanan Kürt makalesine karşı, İsmet İnönü’nün Lozan’da ileri sürdüğü devlet tezinin güçlendirilmesi amacıyla yeni yayınlara olan ihtiyaç vurgulanıyordu. 

İroniye bakın; Demirel hükümetteydi, İsmet İnönü muhalefette… Ancak ikisi Kürt politikasında elbette ortaktı.

Belirttiğim gibi, yerli ve milli Türkçü yayınlar yetmemişti ya da devleti yönetenler için bile yeterince ikna edici olmuyordu. Bu nedenle olacak ki, Kürtlerin Türklüğünü ispatladığı belirtilen, Cemal Gürsel’in M. Şerif Fırat’ın kitabı için dediği gibi, “inkâra imkân vermeyecek denli bilimsel deliller” barındırdığı iddia edilen yerli yayınların aslında doğrulanmasına ihtiyaç duyuluyordu. Yani Kürtleri Türk olarak kanıtladığı belirtilen yerli yayınların da kanıtlanmaya ihtiyacı vardı. Kanıtın da kanıtlanması mevzusu… Böyle bir ucubelikten söz ediyorum… Ayrıyeten bu ucubeliği dünyaya duyuran gerek siyasi gerek ilmi faaliyetlerin de takip edilmesi ve bunlarla mücadele edilmesi gerekiyordu. 

Bu maksatla Demirel hükümetinin Dışişleri Bakanlığı tarafından 27 Şubat 1968’de Türkiye’nin dış temsilciliklerine bir genelge, daha doğrusu bir talimat gönderildi. Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’di. Çağlayangil’in bu talimatı doğrultusunda vazifelendirilen isimlerden biri olan ve daha sonraki yayınlarda hikâyesini anlatacağım diplomat Bilal Şimşir’in ifade ettiği şekliyle, “Anlaşılan konu çok önemli görüldüğü için talimatı ya Bakanın kendisi dikte etmiş ya da dairesine hazırlatıp bizzat imzalamayı uygun görmüştür.” (Şimşir 2009:576) Yani normal şartlarda bakanın imzası değil de, bakanlık görevlilerinden, genel müdür veya müsteşarın imzası kullanılırmış, ama bu kez, konunun önemine binaen bizzat bakanın imzası bulunuyordu bu talimatın altında. Belki de “İşi savsaklamayın, son derece ciddiyetle, titizlikle bu konuyu ele alın” demek için böyle yapılmıştır. Şimşir gibi bilmiyoruz nedenini, ancak konunun önemli olduğunu biliyoruz. 

Zira talimatın konusu, tahmin edileceği üzere Kürtlerdi. Talimattaki bazı cümleler şöyle: 

“Son zamanlarda, dış memleketlerde, mesela Paris, Belgrad, Kontanz, Beyrut gibi şehirlerde ve İsveç’te, Amerika’nın muhtelif şehirlerinde Türkiye’yi etnolojik bakımdan bölmeye matuf, siyasi ve ilmi faaliyetlerin arttığı haberleri sıklaşmıştır. Kürdistan Öğrenci Yurtları, Kürdistan Demokrat Partileri gibi değişik unvanlarla çalışan teşekküllerin Kürtçülük davasını her yönüyle ele aldıkları, hatta Kürt konusuyla ilgili bir kürsünün sahibi bulunan Kamuran Ali Bedirhan’ın halen New York’ta bulunduğu ve Birleşmiş Milletler’e üye olan herhangi bir devleti ikna ederek bu davayı Birleşmiş Milletler’e intikal için mesai sarfettiği de bilinmektedir. Lozan’da ‘Kürt Haklarını Koruma’ teşekkülü marifetiyle bu konuda çalışmalar yapıldığı da öğrenilmiştir.”

Bu cümlelerin yer aldığı talimat benzer içerikte devam ediyor, sonrasında Ermenilerin ve Rumların benzer mahiyetteki, yani “tehlikeli” faaliyetlerinden söz ediliyor. Sonuç olarak şöyle deniliyor: 

“Bu sebeple çevrenizde Kürtçülük, Rumluk, Ermenilik gibi bölücü ve Türkiye aleyhine müteveccih faaliyetlerin mazisi, bugüne kadar ne şekilde idare edildiği, halihazırda hangi teşekkül ve şahıslar tarafından ne gibi bir usul ile çalışıldığı ve bunların istikbale ait tasavvurları iyice tetkik edilmeli ve bu tetkikat neticesinde alınacak önlemler ve mücadele tedbirlerinin neler olduğu tetkik olunarak bunlardan res’en alınması mümkün görülenlerin derhal tatbik mevkiine konulması ve merkeze yapılacak tekliflerin de gerekçesi ile birlikte acilen bildirilmesi icap eder…” (Şimşir 2009: 576-577-578.)

Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in talimatı bu şekilde ve enimin talimatta adı geçen bir isim sizin de dikkatinizi çekmiştir: Kamuran Ali Bedirxan… Denebilir ki, bu özel talimat tam da Kamuran Ali Bedirxan’a karşı özel olarak gönderilmiş. Bilal N. Şimşir’in “Kürtçülük” kitabında aktardığı Dışişleri Bakanlığına ait Kürtlerle ilgili pek çok belgede Bedirxan’ın ismine rastlamak mümkün (örneğin bkz. Şimşir 2009:101-102-103); hatta rahatlıkla diyebilirim ki, Kamuran Ali Bedirxan’la ilgili Dışişleri Bakanlığı tarafından toplanan bilgiler, pek çok Kürt kaynağında bile yoktur ve çoğu da gerçektir. 

Şimdi bu talimatı dış temsilciliklere gönderen zatı tanıyalım. Bu talimatın altında imzası bulunan kişi İhsan Sabri Çağlayangil’di. Eminim bu isim epey tanıdık geliyordur. Bakalım… 

Öncelikle kendi yazdıklarından Çağlayangil’i tanıyalım… Çağlayangil ölmeden önce anılarını yazmış ve gazeteci Tanju Cılızoğlu’na teslim etmiş. Ölümünden üç yıl evvel de yani 1990’da da Cılızoğlu’nun hazırladığı bir kitap olarak bu anılar yayımlandı. 

Çağlayangil bu kitabına yazdığı önsözde kendisinin Rüştü Aras’tan sonra en uzun süreli Dışişleri Bakanlığı görevini yaptığını gururla söylüyor. Yani on beş yıl Emniyet, on beş yıl valilik ve on yıl da Dışişleri Bakanlığı görevlerinde bulunmuş birinden söz ediyoruz. Hatta kısa süreliğine de olsa Cumhurbaşkanlığına bile vekâlet etmiş; ayrıca uzun yıllar, bir zamanlar var olan, senatörlük koltuğunda oturduğunu da aktarmalıyım. Tam anlamıyla bir devlet adamı ya da devletin adamı… Haliyle anıları ilgi çekici… 

Bütün bunlardan önce, Kafkas göçmeni bir aileden geldiğini, ailesinin 1878’deki Osmanlı Rus savaşı sonrasında bugünkü Türkiye’ye göç ettiğini de kendisi yazıyor. Yani aslında Türkçü geçinen bazı milliyetçiler gibi kendisinin de aslen Türk olmadığını, sonradan Türkçü olduğunu böylece öğreniyoruz. 

Bütün bunlardan ziyade Çağlayangil’in anılarında bizi ilgilendiren husus Dersim meselesi… Çünkü anılarının bir bölümü Dersim Katliamı ile ilgili…  

Çağlayangil, Tanju Cılızoğlu’na şöyle diyor: “Sen gazetecisin, sana sansasyon lazım. Bana memleket.” 

Tanju Cılızoğlu, Çağlayangil’in anılarının Dersim ile ilgili bölümünü düzenlerken, konuya şöyle başlıyor: “Yakın tarihimiz, daha çok resmi tarihtir. Bürokrasinin izin verdiği tarihtir. Dersim olayı da yakın tarihimizin henüz bulutlar arkasındaki bir gerçeğidir. Olayın boyutları hep dedikoduda dolaşır da araştırdığınızda bir resmi belge bulmanız, dedikoduyu vesikaya taşımanız, tanıklığa indirgemeniz kolay değildir.” (Çağlayangil 1990:41)

Gerçekten de kolay iş değil; Dersim’de ve hatta Kürdistan’da vuku bulan diğer pek çok hadise ile ilgili resmi kanallardan bir şeyler bulmak oldukça zor. Öbür yandan peki, burada ifade edilenler ne kadar doğru? Mesela Dersim’de olup bitenlerin en yakınında bulunanlardan biri olarak Çağlayangil’in aktardıkları ne kadar gerçeği yansıtıyor veya olup bitenlerin tamamını ele veriyor mu? 

Elbette hayır, nihayetinde kendisinin de ifade ettiği üzere, ona bir memleket lazımdı ve bu memleketine yararı olmayacak şeyleri özellikle gözden kaçırdığını da gayet iyi anlıyoruz. Nereden mi? CHP eski Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na verdiği belirtilen röportajdan… Ki ses kayıtları hiçbir yerde yayınlanmadı ve daha sonra basına sızdırıldı, 2008’de… Buna da ayrıca değineceğim, ancak Çağlayangil’in anılarında Dersim’le ilgili birkaç kesit çok dikkat çekici, öncelikle bunlara bakalım… 

Çağlayangil, daha önce Malatya’da Emniyet görevinde bulunmuş, sonra Ankara’ya çağrılmış ve tam Seyit Rıza’nın yargılanıp idama mahkum edileceği sırada Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer tarafından özel bir görevle Elazığ’a gönderilmiş. Bu özel görevin iki yönü olduğunu Çağlayangil’in anılarından anlıyoruz. 

Birincisi, Mustafa Kemal’in Seyit Rıza’nın idam edildiği günlerde Elazığ’a gitmesidir. Çağlayangil’in aktardığı biçimiyle, “Mustafa Kemal Diyarbakır’daki Murat Suyu üzerinde yeni yapılan Singeç Köprüsü’nü açmaya” gidecek, bunun için de trenle Elazığ’a oradan da karayoluyla köprünün olduğu bölgeye… Yani Çağlayangil, Mustafa Kemal’e refakat edecek, onun güvenliğinden falan sorumlu olacak. 

İkincisi ise, Emniyet Genel Müdürü’nün Çağlayangil’e verdiği ayrıca bir vazife var, kendisi şöyle aktarıyor: 

“Dersim harekâtı bitti. Beyaz donlu altı bin doğulu Elazığ’a dolmuş. Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatını bağışlamışını isteyecekler. Beyaz donluların Atatürk’ün karşısına çıkmalarına meydan vermeyelim.” (Çağlayangil 1990:45)

Emniyet Müdürü, Çağlayangil’den bu “beyaz donluların” M. Kemal ile irtibata geçmelerini engellemesini istemiş, bunun için de zaman kaybetmeden Seyit Rıza’nın idam edilmesini sağlamasını… 

Çağlayangil, savcıyla görüşüyor. Savcı kendisine Ankara’dan Adalet Bakanlığından da Seyit Rıza’nın bir an önce, yani Mustafa Kemal Elazığ’a varmadan önce idam edilmesi için bir telgraf aldığını ve bu işin hal edilmesi için mahkeme heyetinin ikna edilmesi gerektiğini söylemiş. Elbette bu zor olmayacaktı. 

Bunun üzerine Çağlayangil ve beraberindekiler hafta sonu, mahkemelerin tatilde olduğu bir sırada heyetle görüşüyor; heyet de kararın ancak pazartesi açıklanabileceğini, başka da yapabilecekleri bir şey olmadığını aktarmış. Yani gören de mahkeme heyetinin ne kadar hukuka bağlı olduğunu sanacak! Aslında evet, Türk hukukuna bağlılar! Nihayetinde Çağlayangil ve ekibi, mahkeme heyetini Pazar gece saat on ikiden sonra artık pazartesi sayılacağı için usul yönünde bir sorun bulunmadığına, yani resmi iş gününün aslında başladığına ikna etmişler. Böylece gecenin yarısında mahkeme heyeti toplanıp kararı Seyit Rıza dahil 72 kişinin yüzüne okuyor, 7 kişiye idam ve diğerlerine değişik cezalar… 

Elbette bu sırada kararın zaten verilmiş olduğunu da Çağlayangil’den öğreniyoruz, mesele bir zaman ve usul işi yani. Nitekim bölgenin tek yetkilisi, umum müfettişi ya da Dersim kasabı olarak da bilinen general Abdullah Alpdoğan verilecek kararı onaylayan en üst makamdaki kişi ve o da boş bir kağıda önceden imza atmış ve böylece mahkeme bu boş kağıda gerekli cezaları yazacak; öyle de yapmış. Yine aynı gece idam olacağını bildikleri için mahkeme kararından önce celladı da hazır etmişler… 

Aslında bu kadar uğraşmalarına da gerek yokmuş, direkt idam deyip uygulasalarmış da olurmuş, nihayetinde olup bitenler böyle zaten. Ortada bir yargılama falan yok elbette, siyaseten verilmiş hükümler var ve mahkemeler bu işin bir parçası olarak hareket ediyor, Çağlayangil de farkında olmadan bunu pek güzel itiraf etmiş. Ama işte yüce Türk yargısı, usul meseleleriyle de olsa ne kadar hukuka bağlı olduğunu göstermeliymiş. Zaman kaybı yani… Neyse devam edelim… 

Çağlayangil, Seyit Rıza’yı kararın okunmasının ardından idam sehpasına götüren ekipte yer alıyor. Burada aktardıkları önemli ve aslında bugün hepimizin Seyit Rıza’nın son anlarına dair bildikleri de Çağlayangil’in aktardıklarından ibarettir, şöyle diyor, doğrudan kendi anlatımından aktaracağım: 

“Biz Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle Polis Müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. 

“Seyit Rıza sehpaları görünce durumu anladı. ‘Asacaksınız’ dedi ve bana döndü. ‘Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?’ 

“Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyorum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk. 

“‘Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz’ dedi. 

“Bu sırada Fındık Hafız asılıyordu. Asarken iki kez ip koptu. Ben Fındık Hafız asılırken görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız’ın idamı bitti. Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti. 

“‘Evladı Kerbalayıh. Bihatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. 

“Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi.” (Çağlayangil 1990:47-48)

Çağlayangil’in Seyit Rıza’nın idam anına dair aktardıkları böyle ve tabi sonrasında Seyit Rıza’nın akıbetine acımanın zor olduğunu, ancak ihtiyarın cesaretini takdir etmekten de kendisini alamadığını da belirtiyor. Öyle ki, bu cesaret Çağlayangil’in asabını bozmuş ve hemen oradan ayrılmasına neden olmuş. 

Çağlayangil, sonra bu ana dair bir yazı yazıyor, Ulus gazetesi muhabiri de bu yazıyı alıyor, gazeteye gönderiyor, yazıyı İçişleri Bakanı Şükrü Kaya önce okuyor ve tabi ki gazetede yayımlanmasına izin vermiyor. 

Çağlayangil, idamdan sonraki gün Elazığ’a geldiğini belirttiği Atatürk’ün Seyit Rıza’nın idam sehpasındayken çekilmiş bir resmini kendisine gösterdiğini ve kızdığını belirtiyor. Mustafa Kemal, derhal bütün resimlerin ve negatiflerinin toplanıp yakılmasını emrediyor. Çağlayangil de böyle yapıyor; ancak iki fotoğrafı tuttuğunu, birini Mustafa Kemal’e verdiğini, diğerini de kendisine sakladığını aktarıyor. 

Mustafa Kemal, Singeç köprüsünün açılışını yaptıktan sonra Elazığ’a dönmüş, Halkevi müsamere salonunda yiyip içmiş; yani epey eğlenmişler. Hatta bu sırada yanında Dersim’i bombalamaktan pek haz aldığını gazetelere verdiği demeçlerde anlatan manevi kızı Sabiha Gökçen de varmış, tabi başbakan Celal Bayar da oradaymış… Ayrıca bu eğlence sırasında İsmail Müştak Bey de sahneye çıkıp Güneş dil teorisi hakkında konuşma yapmış… (Çağlayangil 1990:49) 

Her şey tam takır… Dersim ezilmiş, soykırım süreci işliyor, Seyit Rıza idam edilmiş, o sırada da Güneş dil teorisi üzerine çalışılmış, böylece bütün dünya gibi aslında Türk oldukları halde Kürtleşen Dersimlilerin akıbeti hakkında da konuşulmuş… 

Ancak bütün bunlara rağmen, Çağlayangil’e göre, Atatürk olup bitenleri tam olarak bilmiyordu ve hatta demokrat tavırlı bir insandı. Yani Seyit Rıza’nın idam fotoğrafının toplatılıp imha edilmesini de bu yüzden istemiş. Oysa şu bir gerçek ki, Mustafa Kemal, bu fotoğrafın Kürt – Alevi toplumunun hafızasında yaratacağı etkinin, bu fotoğrafla Seyit Rıza’nın her yerde yaşatılmaya devam edileceğinin gayet farkındaydı. Bu yüzden Seyit Rıza’dan geriye hiçbir şeyin kalmamasını istiyordu. Nitekim mezar yerini bile hala bilmiyoruz. Ama nafile, Seyit Rıza hâlâ Kürtler nezdinde yaşıyor… 

Bir diğer hususa gelince, Mustafa Kemal, gayet olup bitenlerin farkındaydı. Nitekim Çağlayangil bizzat anılarında Mustafa Kemal’in Dersim için “Bu meseleyi kökünden hal ediniz” talimatını verdiğini yazıyor (Çağlayangil 1990:42)

4 Mayıs 1937’de Bakanlar Kurulu tarafından Dersim Kürtlerine yönelik kapsamlı askeri harekâtın başlatılması kararı alındığında da, bu kararın altındaki ilk imza Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e aitti. Mustafa Kemal’i olup bitenler konusunda aklamak, en basitinden onun o dönem tek adam olarak Cumhuriyet’i yönettiğini inkâr etmek olur. Kaldı ki, Dersim katliamından önce de pek çok kez Dersim hakkında raporlar yazılmış, Tunceli Kanunu çıkarılmış, iskân meselesi kanunlaştırılmış, hatta 1926’da Koçuşağı isyanı gerekçesiyle bir tür katliam denemesi yapılmış, bütün bu olup bitenler vasıtasıyla “Dersim çıbanının” kesilip atılması önerilmiş ve bütün bunlar Mustafa Kemal’e sunulmuş, karar mercii de o olmuştur. 

Ayrıca 1936’da Meclis açılış konuşmasında Mustafa Kemal, Dersim’i kastederek, “Bu korkunç çıbanı koparmak, kökünden kesip temizlemek” gerektiğini söylemişti. Bu arada Kürt tarihçi Mehmet Bayrak, bu “çıban” nitelemesinin “Dersim’e yönelik askeri harekâtın gerekliliği”ni savunan “Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in 2 Şubat 1926 tarihli gizli ‘Dersim’ raporundan beri yürürlükte olduğunu” kaydediyor (Karataş 2014). Ancak arşivler biraz daha karıştırıldığında esasında bu sözün daha önce de söylenmiş olduğu görülecektir. Mesela Kazım Karabekir, İttihatçı 3. Ordu Komutanı Vehip Paşa’nın 1916’da Dersim’deki isyanı bastırdıktan sonra Erzincan’da kendisine şöyle dediğini aktarıyor: 

“Burası vahim bir çıbandır. Şimdiye kadar sarf olunan paranın ve dökülen kanların had ve hesabı yoktur.” (Karabekir 2011:595)

İttihatçıların izinden giderek Dersim’e çıban diyen Mustafa Kemal, Seyit Rıza’nın idamından sadece 15 gün önce, 1 Kasım 1937’deki Meclis konuşmasında ise, “Milletimizin layık olduğu medeniyet ve refah seviyesine ulaşmasını engelleyecek hiçbir maniaya yer bırakılmadığını söylemekle bahtiyarım. Tunç Eli’deki icraatımız bu hakikatin ifadesidir” demişti. 

Hakeza ölümünden 9 gün önce dönemin Başbakanı Celal Bayar aracılığıyla Meclis’te okunan konuşmasında ise, “Dersim meselesinin artık tarihe aktarıldığını” söylemişti…

Mustafa Kemal’i aklayanlar için bizzat dönemin başbakanı olan Celal Bayar’ın Kurtul Altuğ’a verdiği röportajdaki sözlerini hatırlatmak da yeterlidir, şöyle diyordu Bayar: 

“Şimdi, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, ben başbakanım. Atatürk malum… Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi’nde muharebe etmişler. Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş… Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar.

“Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı… O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göre geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı: ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk, ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk.” (Yayman 2011:157)

Bayar’ın Mustafa Kemal’in Dersim katliamındaki rolü hakkında söylediklerine dair bir anekdotu da Süleyman Demirel vesilesiyle aktarmak isterim. Gazeteci Cüneyt Arcayürek’in aktardığına göre, Demirel şunları söylemişti: 

“Atatürk ve Mareşal Çakmak oturmuş, konuşmuşlar. Tunceli’yi temizlemek lazım geldiğine karar vermişler. İnönü’nün temizlik yapmaya fazla istekli olmadığını bildiklerinden Celal Bayar’a sormuşlar: ‘Yapar mısın?’ Celal Bey bize anlattıydı. ‘Yaparım’ demiş. Girişmişler. İsmet Paşa’da bir parça Kürt kanı vardı. Erdal Bey de bir-iki kez ‘Bizde de belki biraz Kürt kanı vardır’ dedi.” (Akt. Bora 2006)

Ayrıca Dersim katliamından yıllar önce, katliamın yol haritasının oluşturulması amacıyla pek çok kişi ve kurum tarafından Dersim’e dair raporlar hazırlanmıştı. Örneğin dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın 1930 ve 1931 tarihli iki raporu, Jandarma Umum Kumandanlığı’nın 1930 tarihli raporu, dönemin başbakanı İsmet İnönü’nın 1934 tarihli bir raporu ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 1932 tarihli bir raporu var. Bu raporların içeriklerinden daha sonraki bölümlerde yeri geldikçe söz edeceğim. 

Bu arada Dersim’e yönelik olası bir askeri harekâtın esaslarının belirlendiği Jandarma Genel Komutanlığı’nın 1930 tarihli Dersim raporunun cep ekinde askeri harekât planları yer alıyordu ve bunlardan biri bizzat Mustafa Kemal tarafından çizilmişti ve “bu plan, halen Trabzon’daki Atatürk Köşkü’nde sergilenmektedir.” (Karataş 2014) “Trabzon’daki Atatürk evindeki haritanın üstündeki levhada ‘Harekât işaretleri bizzat Atatürk tarafından çizilmiştir’” diye de yazılıdır (Demirer 2021. Bu raporun ayrıntıları için bkz. Çalışlar 2010). 

Öbür yandan her şeyden önce örneğin “1935, 1936 ve 1937’de Dersim’e yapılan harekâtların altındaki imzalar Atatürk ve İnönü’ye ait.” Aynı şekilde “Haziran başında başlanan ve harekâtların en ağırı ve sonuncusu olan 1938 Dersim Harekâtı’ndaki ‘kararname’de de Atatürk’ün imzası var. 9 Haziran 1938 tarihini taşıyan 8993 sayılı kararnamede ‘Bir aydan fazla devam edeceği tahmin edilen Tunceli harekâtının muharebe ve müsademeleri istilzam edecek mahiyet ve ehemniyette olduğu’ belirtiliyor ve ‘881 sayılı kanunun 1’inci maddesine göre onandığı’ yazılıyor. Cumhurbaşkanı olarak Atatürk’ün imzaladığı [bu] kararnamede [bu kez] Başbakan olarak Celal Bayar imzası bulunuyor. 9 Temmuz 1938 tarihini taşıyan Atatürk imzalı başka bir kararnamede de kara, hava ve jandarmanın Tunceli’ye yapacağı harekâtın ‘sefer mahiyetinde mühim bir harekât’ olduğu yazılı. Atatürk’ün Dersim’den değişik yıllarda başka illere göç ettirilen ve ettirilecek yerliler ile ilgili kararnamelerde de imzası mevcut.” Bütün bunların yanı sıra bizzat Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı da 1937’deki harekâta ‘görülen lüzum üzerine” dahil edilmişti (Bu ve çok daha fazla veri için bkz. Demirer 2021)

Evet, olup bitenler bu kadar açık ve Mustafa Kemal bizzat sorumluluğu üstlendiğini beyan ettiği halde kendisini aklamanın bir manası yok. Hatta Demirel’in söylediklerine bakılırsa, Mustafa Kemal’i aklayanların her defasında onun yerine öne sürmeyi tercih ettikleri İsmet İnönü sözüm ona daha masummuş!

Bu arada Mustafa Kemal’in Elazığ’a gittiği sırada Seyit Rıza ile görüştüğüne dair ciddi iddialar da var; konuyla ilgili araştırma yapan pek çok kişi bunu yazıp çizdi. AKP hükümetinin gazetesi Yeni Şafak da CHP’yi Dersim Katliamı üzerinden köşeye sıkıştırmak için 20 Nisan 2015’te “işte o gizli görüşme” başlığıyla bir haber yayınladı. Haberde istihbarat raporu olduğu belirtilen bir belgeye yer verildi ve burada Mustafa Kemal’in Seyit Rıza ile görüştüğü ve görüşmede af dilemesi halinde idam edilmeyeceğini söylediği, Seyit Rıza’nın ise af dilenecek bir şey yapmadığını söylediği aktarıldı. Elbette bu belgenin gerçekliği tartışmalıydı. Sonuç itibarıyla şunu söyleyebilirim, Tarihçi Ayşe Hür’ün sosyal medya hesabında paylaştığı gibi, ben de Mustafa Kemal’in Seyit Rıza ile görüştüğüne iknayım, ancak bunu ispatlayamam. Sadece söz konusu dönemde Mustafa Kemal’in yaptığı geziye dair haberlere bakıldığında bile ortada bir boşluk olduğu görülebilir. Şimdilik bu kadarını söyleyeyim ve bu konuya girmeyeyim, nihayetinde olup bitenlerin Mustafa Kemal’den bağımsız olmadığı aşikâr ve bu yeterli… 

Çağlayangil’e dönersem… O da pek çokları gibi, yaşananların katliam olduğunun farkında ve muhtemelen bu yüzden en azından bu insanlık suçundan Mustafa Kemal’i aklamaya çalışmıştır. Anılarından bahsederken, aktarmıştım, bu anıları yazan gazeteci Tanju Cılızoğlu’na demişti ya, “sana sansasyon bana ise memleket lazım” diye… Yani onun için memleketin âli menfaatleri her şeyin üstündeydi ve Mustafa Kemal de bu yüzden aklanmalıydı. 

Çağlayangil’in yaşananların katliam olduğunun farkında olduğunu nereden biliyoruz peki? Bu önemli konuya gelelim şimdi… Çağlayangil’in anılarını yayınlayan Tanju Cılızoğlu, anılarda neyin yayınlanıp yayınlanmayacağına dair sınırın Çağlayangil tarafından belirlendiğini belirtmişti. Muhtemelen sözünü ettiğim üzere “memleket sevdasından” olsa gerek, Çağlayangil, bazı hakikatleri ifşa etmekle birlikte, Dersim’le ilgili sınırı esasında Mustafa Kemal’i aklamak çerçevesinde çizmişti. Ancak öğreniyoruz ki, aslında söyleyebileceği ve söylediği çok daha fazlası varmış. 

Tarihçi Ayşe Hür 16 Kasım 2008’de Çağlayangil’e ait ses kaydının dökümünü Taraf gazetesinde yayımladı. Biraz sonra bu kaydın içeriğinden söz edeceğim. Hür’ün aktardığına göre, bu kayıt 1986’da, yani Çağlayangil emekli olduktan üç yıl sonra yapılmıştı. Kaydı alan veya Çağlayangil ile söyleşiyi yapan kişi ise, Hür’e göre, o zamanlar Gelirler Dairesi Genel Müdürü olan Kemal Kılıçdaroğlu idi. 

Gazeteci Can Dündar ise, 30 Kasım 2014’te Cumhuriyet gazetesindeki yazısında, Kılıçdaroğlu’nun söz konusu söyleşiyi, 1990’ların başında yaptığını ileri sürdü. Dündar’a göre, Dersim meselesine ilgisi olan ve tabi kendisi de Dersimli olan, ancak Kürtlüğünü inkâr eden bir Dersimli olan Kılıçdaroğlu, olup bitenleri bir araştırmacı gazeteci gibi ele alıp araştırıyormuş, yayımlanan kitapları okuyormuş, dönemin tanıklarıyla görüşmeler yapıyormuş ve bir kitap yazmayı bile düşünüyormuş. Hatta Dersim katliamı sırasında başbakan olan Celal Bayar’la bile bir randevu ayarlamış, ancak Bayar’ın rahatsızlığı nedeniyle görüşme yapılmamış. Bu yüzden Dündar’ın aktardığı üzere, “Dersim’i, tartışanların çoğundan iyi bilirim aslında” diyen ve bu arada tekrarlayayım Kürtlüğünü de inkâr eden Kılıçdaroğlu, Maliye’de bürokratken Yalova’da Çağlayangil’le görüşmüş ve bir kayıt yapmış. Kaydın dökümü de hala Kılıçdaroğlu’daymış. 

Burada bir parantez açmalıyım. Aslında Dündar’dan önce konu hakkında Soner Yalçın 22 Ağustos 2010’da Hürriyet gazetesinde yazmıştı. Yalçın Kılıçdaroğlu ile yaptığı görüşmede, Çağlayangil mevzusunu konuştuklarını aktarmıştı. Yalçın’ın aktardığına göre, Kılıçdaroğlu lise yıllarından beri “yerel tarih” ile ilgili olduğunu, bu yüzden çok sayıda belge ve doküman topladığını, tarihçi Cemal Kutay aracılığıyla Bayar ile görüşmek istediğini ve fakat bunun gerçekleşmediğini, bunun yerine devletin pek “derin adamlarından” olan Cavit Çağlar’ın aracılığıyla Yalova’da Çağlayangil ile görüştüğünü ve kayıt yaptığını söylemişti. Soner Yalçın, daha sonra bu kayıt ve belgeleri güvendiği bir arkadaşına verdiğini aktaran Kılıçdaroğlu’nun, internette düşen Çağlayangil’e ait ses kaydını ve başka belgeleri kendisine verdiğini de aktarmıştı. Yalçın söz konusu ses kaydının anlaşılabildiğini söylediği bölümlerinin tamamını yayımlamıştı. 

Velhasıl, her ne kadar Soner Yalçın anlaşıldığı kadarıyla söz konusu kaydın tamamını yayınladığını belirtmişse de, konuyla ilgili pek konuşmayan Kılıçdaroğlu’nun bu hikâyesine dair rivayetler çeşitli… Şimdi Ayşe Hür’ün ilk kez yayımladığı kayıtta Çağlayangil’in söylediği sözlere bakalım, esas önemli olan bu… Anılarında Dersim meselesiyle ilgili de bir sınır çizerek, tanık olduklarının tamamını anlatmayan Çağlayangil, bu kayıtta epey ses getiren bir itirafta bulunuyor, şöyle diyor: 

Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler. Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. 

“Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti. Bugün Dersim’e rahatça gidebilirsiniz. Jandarma da gider siz de gidersiniz. Yalnız son zamanlarda bilhassa sınırlarda dış tesirlerden Kürtlerin bağımsızlık hareketi başladı…”

Çağlayangil’in Kılıçdaroğlu’na söyledikleri, özellikle ordunun zehirli gaz kullandığına dair sözleri böyle. Tabi anlaşılıyor ki, Çağlayangil, olup bitenleri pek münasip bulmuş ve son zamanlarda sınırlarda dış tesirlerden Kürtlerin bağımsızlık hareketinin yeniden başlamasından da pek rahatsızmış. Muhtemelen çözüm için de yine zehirli gazları uygun görürmüş… 

Aktardığım sözlerinde Çağlayangil, Cumhuriyetin Kürt söylemini veya ezberini tekrarladığı, yani Kürt meselesini dış tesirlerle veya dış güçlerin işi olarak açıklamaya devam ettiği görülüyor. Tam bu noktada başa dönelim, yani Dersim meselesinden önceki mevzuya, Türkiye Dışişlerinin Kürt mesaisine… Sonraki bölümde bu konuyu ele alacağım… 

 

Kaynakça

Bora, Tanıl (2006). Kürt Kimliği Budur: Demirel ve Kürt Meselesi. https://birikimdergisi.com/guncel/80/kurt-kimligi-budur-demirel-ve-kurt-meselesi Erişim Tarihi: 10.08.2023

Çağlayangil, İhsan Sabri (1990). Anılarım. İstanbul: Güneş Yayınları

Çalışlar, İzzettin (Haz.) (2010). Dersim Raporu. İstanbul: İletişim Yayınları

Demirer, Temel (2021). Dersim Üzerine (6. Bölüm) / Dersim 1937-1938’in “Neden”i!. https://gorus21.com/dersim-uzerine-6-bolum-dersim-1937-1938in-nedeni/#_ftn226#_ftn226 Erişim Tarihi: 10.08.2023

Karabekir, Kazım (2011). I. Dünya Savaşı Anıları. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları

Karataş, Şerif (2014). Tunceli Kanunu Soykırımın Habercisiydi. https://www.evrensel.net/haber/100584/tunceli-kanunu-soykirimin-habercisiydi Erişim Tarihi: 10.08.2023

Temel, Celal (2015). 1984’ten Önceki 25 Yılda Kürtlerin Silahsız Mücadelesi. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları

Şimşir, Bilal N. (2009). Kürtçülük II (1924-1999). İstanbul: Bilgi Yayınevi

Yayman, Hüseyin (2011). Devletin Kürt Sorunu Hafızası. İstanbul: Doğan Kitap

İlginizi Çekebilir

ABD’nin Ortadoğu Temsilcisi Brett McGurk, Kahire’ye gitti
Alman ordusu ‘göçmen asker’ arıyor

Öne Çıkanlar