12 Mart Darbesi:
DDKO Davaları ve Irkçı – Yalancı Türk Yargısı
Türkiye Cumhuriyetinin köklü meselelerinden Kürt meselesi, 1937-38’de Dersim’de gerçekleştirilen soykırımın ardından bir süreliğine sessizliğe gömülmüştü. Ağrı İsyanı vesilesiyle daha sonraları Türk medyasında yayınlanan bir karikatürde ifade edildiği gibi, “Hayali Kürdistan” bir süreliğine medfun kılınmıştı, böylece Cumhuriyetin Türkçü hevesi yerine getirilmiş gibiydi.
Gibiydi diyorum, çünkü aradan çok geçmeden, aşağı yukarı 20 yıllık zaman zarfından sonra Kürt meselesi yeniden canlanmaya başlamıştı. Üstelik bu 20 yıllık zamanda da, sonraki yılların büyük kalkışmasının işareti sayılabilecek bazı ufak kımıldamalar da olmamış değildi. Ancak esasen 1960’tan itibaren Kürt meselesi yeniden gündemin ilk sıralarında yer almaya başlamıştı. Bunun için neler yapıldığına dair bu serinin önceki bölümlerinde bazı hususları hatırlatmıştım, sadece oldukça kısa bir özetten sonra, esasen öncesi ve sonrasıyla 12 Mart 1971 muhtırası dönemindeki gelişmeleri ele alacağım. Kürtlerin Türklüğüne dair devlet aklının hikâyesini bu kez de yargı pratiği üzerinden örneklemeye ve incelemeye çalışacağım…
1960’taki darbeden sonra bir genel af ilan edilmişti, ancak Kürt politik tutsaklar bu affın dışında tutulmuştu, yani 49’lar davası olarak bilinen davada tutuklu olan Kürtler kapsam dışında bırakılmıştı. Bununla da yetinmeyip, darbenin hemen ertesindeki günlerde yüzlerce Kürt gözaltına alınmış, Sivas’taki kampa götürülmüş, haklarında cezalar verilmiş, bazıları da sürgüne yollanmıştı. Ayrıca başka bazı davalar daha açılmıştı “Kürtçü” diye tabir edilenler hakkında…
Öbür yandan Kürt muhalefetine yönelik suikast olarak değerlendirebileceğimiz saldırılar da söz konusu olmuştu. Örneğin 11 Temmuz 1965’te illegal olarak kurulan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin lideri Faik Bucak’ın ölümü… Bucak 1960 darbecileri tarafından Sivas Kabak Yazı kampına alınan yüzlerce Kürt ileri geleninden biriydi, daha sonra 55 kişiyle birlikte sürgün edildi, hapis yattı. Bütün bunlara rağmen 1965’te Kürdistan Demokrat Partisini kurdu, ancak bir yıl sonra, 4 Temmuz 1966’da memleketi Urfa’da silahlı saldırıya uğradı, kaldırıldığı hastanede şüpheli biçimde yaşamını yitirdi. Ailesinin basına yansıyan iddialarına göre, silahlı saldırıda öldürülemeyince hastanede bir şekilde infaz ettiler. Kim bunlar peki? Ailesi için yanıt net: Kürt muhalefetinden rahatsız olan devlet bağlantılı güçler…
Bu arada Faik Bucak’tan sonra Kürdistan Demokrat Partisi’nin başkanlığına Sait Elçi geçmişti. Aynı dönemlerde bir başka Sait, Dr. Şivan adıyla bilinen Sait Kırmızıtoprak da başka bir Kürdistan Demokrat Partisi kurmuştu. Bu bir bakıma iki Sait’in rekabeti anlamına geliyordu. Ancak ikisinin de Güney Kürdistan’da en parlak dönemlerini yaşayan Molla Mustafa Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi ile organik ilişkileri vardı. 1971’e gelindiğinde Sait Elçi şüpheli biçimde öldürüldü. Barzani bu ölümden Dr. Şivan’ı sorumlu tuttu ve onu ile iki arkadaşını infaz etti. Bugün pek çok Kürt milliyetçisine göre, bütün bu olanlarda Türkiye’nin bir şekilde parmağı bulunuyordu. Sonuçta 1960’larda pratik olarak mücadeleye hazırlanan Kürt muhalefeti önemli darbeler yemişti (Bkz. Arik 2015).
Bütün bunlara rağmen Kürt muhalefeti gün geçtikçe canlanmaya devam ediyordu. Bahsettiğim bu gelişmelerin yanı sıra Türkiye İşçi Partisi (TİP) de siyaset sahnesindeydi ve meclise temsilci göndermişti, bu temsilcilerden bazıları Kürt’tü ve bunların da etkisiyle TİP’in söylem ve programında Kürtlerin haklarına dair, elbette dönemine göre önemli değişimler olmuştu (Bkz. Temel 2015; Arslan 2020).
Ayrıca 1969’dan itibaren Devrimci Doğu Kültür Ocakları çatısı altında pek çok il ve ilçede, sol örgütlerden ayrı olarak, kendi başına bir Kürt muhalefeti örgütlenmeye başlamıştı (Bkz. Kotan 2007; Temel 2015; Arslan 2020).
Bütün bu gelişmeler Türkiye’nin öteden beri en büyük tehlike olarak kabul ettiği, daha önceki yazılarda da bahsettiğim gibi iç ve dış siyasetini buna göre her defasında yeniden dizayn ettiği Kürt meselesine işaret ediyordu ve 12 Mart 1971’deki muhtıranın temel gerekçelerinden birini, hatta bana göre en önemlisini kuşkusuz bu meseleyle bağlantılı gelişmeler oluşturuyordu.
12 Mart muhtırası sonrasında TİP, Kürt meselesine dair temsilcilerinin söylem ve eylemleri ile programındaki bazı maddeler gerekçe gösterilerek kapatıldı. Bizzat Kürt meselesinden dolayı kapatılan ilk partinin TİP olduğu da böylece söylenebilir, 1990’lardan bugüne değin bunun örnekleri çoğalacaktı.
Muhtıradan önce ve sonra Kürt il ve ilçelerinde, özellikle de köylere yönelik askeri operasyonlar yapılıyordu ve zulüm uygulanıyordu. En bilinen örneği Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın o dönemde gündeme getirdiği şekliyle Komando baskınlarıydı. DDKO’nun kurucularından Mümtaz Kotan bu baskınları şöyle tarif ediyordu:
“Kürt ulusunun gelişen ulusal demokratik mücadelesi engellenmek isteniyordu. … Komando harekatının mevzi bir baskı ya da saldırı olmadığı kesindi. Bütün Kürdistan çapında bir saldırı ve bu da alışılmış jandarma aracılığı ile değil, özel yetiştirilmiş komandolar tarafından bütün teknik, gelişmiş araçlarla yapılmaktaydı. … Dersim’den sonra uygulanan en kapsamlı insanlık dışı ve onur kırıcı görüntüler tüyler ürpertiyordu. İnsanlara hayvan pisliği yediriliyor vb. Bu işkence, baskı ve kötü muamele sonucunda birçok insanımız hayatını kaybetmiş ya da sakat kalmıştı.” (Kotan 2007:56)
Mümtaz Kotan’ın tarif ettiği çerçevede, 1970’in bahar aylarında Diyarbakır, Siirt, Erzurum, Batman, Muş, Bingöl, Mardin, Van ve Hakkâri’nin bazı ilçeleri ile köylerine komando birlikleri baskın düzenlemiş, çok sayıda kişi gözaltına alınmıştı. Yazar Celal Temel’e göre, sadece Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde 3 bin kişi tutuklanmıştı (Temel 2015:246).
12 Mart muhtırasıyla birlikte Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) da kapatıldı. Bu noktada DDKO, ama özellikle de DDKO yargılamaları çerçevesinde 12 Mart Muhtırası dönemini daha detaylı ele almakta fayda var.
Öncelikle bir özet olarak, DDKO ile ilgili genel-geçer kabulü şöyle belirtmek mümkün:
Aslında DDKO’nun doğrudan Kürtlerin hak ve hukukundan veya örneğin bağımsızlık, özerklik gibi siyasi haklarından söz ettiği falan yoktu; doğu meseleleri adıyla örtük biçimde Kürt etnik kimliğinden dolayı Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan insanların yaşadığı meselelere ve bu meselelerin politik hüviyetine işaret ediliyordu. Ancak bunlar dönemine göre son derece önemliydi ve ortaya çıkan sonuç, örtük mesajların aslında açıkça algılandığını gösteriyordu; yani bir Kürt muhalefeti doğuyordu. Örneğin 1967’den 1971’e kadar (TİP’in de öncülük ettiği) ve “Kürt uyanışına büyük etkisi olduğu” kabul edilen “Doğu Mitingleri” DDKO’nun önemli faaliyetlerindendir (Temel 2015:212).
Bu genel kabulden sonra DDKO hakkında bazı bilgileri de paylaşmak isterim.
Kuruculardan Mümtaz Kotan’ın aktardığına göre, “Türk metropollerindeki üniversitelerde Kürt gençliğinin ve aydınlarının ilk yasal ve bağımsız örgütleri olan DDKO, 1969 yılında önce Ankara ve daha sonra İstanbul’da kuruluşlarını tamamlamışlardı.” (Bu arada konuyla ilgili önemli bir araştırmaya imza atan Ruşen Arslan’a göre kuruluş tarihi tam olarak 21 Mayıs 1969’du… (Aktan 2022) )
DDKO’nun 24 kurucu üyesinin bulunduğunu belirten Mümtaz Kotan, şu ilginç anekdotu da paylaşıyor:
“Kurucular bütün Kürdistan illerini ve her görüşte unsurları dengeli olarak temsil edebiliyordu. Bu kuruluş tam bir Kürdistani nitelik taşıyordu. Özellikle kurucuların Kürt ve Kürdistanlı olmaları ilke olarak benimsenmişti. Tam bir ulusal mutabakat ile kuruluş gerçekleştirilmişti. Sol görüştekiler ağırlıkta olmakla birlikte, diğer unsurlarla bir ortak zemin yaratılmıştı.” (Kotan 2007:40-41)
Anlaşılacağı üzere örtük biçimde Kürt muhalefetini örgütlemeyi amaçlayan ve bunun için de belli bazı öncelikleri bulunan DDKO’nun net amacı ise, görünürde legal bir kuruluş olmanın gereği olarak, çok daha farklıydı. Bu durumu da Kotan şöyle açıklıyordu:
“[DDKO’nun amacı], …Türkiye’nin metropol merkezlerindeki üniversite gençliğini belli bir kültür çalışması içine almak, aralarında maddi dayanışmayı kolaylaştırmak, Türkiye’deki ırkçı-şoven ve faşist şartlanmaları kırmak, HALKLARIN KARDEŞÇE VE EŞİTÇE YAŞAMALARINI, daha mutlu olmaları yolunda mücadele veren devrimci demokrat kuruluşlar yelpazesinde yerini almak.’ Olarak belirlenmişti. …
“Teorik ideolojik, kültürel konularda seminerler ve konferanslar düzenleyerek; özellikle ‘ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKI’ prensibine Türkiye açısından yeni boyutlar kazandırmayı hedef seçmiştik. Bu da Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Etmesi olarak algılanıyordu. Teorik soyutlamanın somuta indirgenmesi gerekiyordu. ‘Doğu ve Güneydoğu’ yasal olarak seçilmiş, aslında Kürdistanı ifade ediyordu. Böylece bu bölgedeki olayları, ırkçılık, faşizm, emperyalizm teorik ifadeleri içinde yorumlamak gerekiyordu. Kürt kültürü ve dili üzerindeki baskıları, giderek Kürt ulusu’nun demokratik taleplerini ve en önemlisi de bağımsız örgütlenmesini, devletin komando aracılığı ile baskılarını siyasal bir içerikte açıklamaya, somutlaştırmaya çabalıyorduk. Bu konuları büyük tabuları yıkarak ortaya koyduk ve aydınlığa çıkarmış olduk. En azından her Kürdistanlının kendi benliğinin farkına varmasını sağladık.” (Kotan 2007:45)
Kotan’ın bu şekilde anlattığı DDKO, aslında dönemin Kürt muhalefetinin altında buluştuğu bir çatı oluşumdu. Nitekim, yine Kotan’ın dikkat çektiği üzere, PKK hariç, “1974 sonrası Kuzey Kürdistan’da kurulan tüm parti, dernek ve diğer kuruluşların esas kadroları DDKO’lardan çıktı.” (Kotan 2007:44) (Aslında PKK’nin lideri Abdullah Öcalan, kısa süreliğine de olsa DDKO ile bir “sempatizan” düzeyinde temasının olduğunu ifade ediyor (2011:279).)
Kürt meselesi ve Kürt muhalefeti cephesinde olup bitenler kuşkusuz 12 Mart darbecilerini endişelendiriyordu. DDKO, muhtıradan sonra kapatıldı. Yazar Celal Temel’e göre, DDKO, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi ve Türkiye İşçi Partisi ile ilişkili 250 kişi tutuklandı ve yargılandı. Bunlardan 92’si DDKO davalarının sanıklarıydı (2015:271-275).
Bu şekilde, 12 Mart darbecileri de Cumhuriyetin kadim siyasetini ve yöntemlerini esas almışlardı; tutuklamayla, zulümle ve baskıyla şişeye hapsedildiği varsayılan Kürt cininin bir daha çıkmaması için ellerinden geleni yapıyorlardı. Oysa cin çoktan çıkmıştı!
Öbür yandan da 1960’daki 27 Mayıs darbecilerinin yaptıklarını tekrarlamaya devam ediyorlardı; yani Kürtlerin aslında Türk olduklarına dair resmi tezi yeniden hakim kılmaya çalışıyorlardı, bunun için yayın faaliyetlerine aralıksız devam ediyorlardı. Önceki yazılarda da bahsetmiştim, 27 Mayıs darbesi sonrasında kurulan yayın ve kültür kuruluşları bunun için aralıksız seferber ediliyordu.
Bu resmi tez, elbette sadece propaganda veya siyasi söylem açısından işlevsel değildi. Aynı zamanda Kürtlerin ayrı bir millet ve bu nedenle ayrı haklara sahip olduğunu ileri sürenleri veya bunu ima edenleri cezalandırmak için de, resmi politik söylem, hukuki söylem ve gerekçeye de dönüştürülüyor ve buna dayanılarak Kürtler cezalandırılıyordu. DDKO davaları bu açıdan tipik bir örnektir. Burada da, dönemin Kürt meselesini açıklayabilecek en önemli vakalardan biri olduğu için bu kez de DDKO davalarından biraz daha detaylı bahsetmekte fayda görüyorum.
12 Mart 1971’deki muhtıradan sonra DDKO’nun kapatıldığını belirtmiştim. Ama aslında DDKO yönetici ve üyelerine yönelik devletin operasyonları muhtıradan önce zaten başlamıştı. Olup bitenlerin hikâyesini de Mümtaz Kotan’ın anlattıklarından aktaracağım:
“Sonunda devlet, 16 Ekim 1970 tarihinde kapsamlı bir operasyon ile, DDKO yöneticilerini (legal-illegal) ve ilişkili gördüğü birçok kişiyi gözaltına aldı, büyük bir vaveyla kopararak kamuoyuna sundu. ‘Vatan bölünüyor, Kürtçüler ortaya çıkmış, Barzani’den yardım alıyorlar, Komünizmi getirecekler vb.’ manşetleri bütün gazetelerin günlük işleri haline geldi. Ve bir dönem devam etti. Zaten kısa süre sonra 12 Mart 1971 darbesi ile karşı karşıya kalındı.
“DDKO örgüt binalarına ve yöneticilerinin evlerine saldırı biçiminde baskınlar, arama taramalar gerçekleştirildi. Sahte bazı belgeler buralara konularak bulunmuş gibi gösterildi, ilginç olan aynı belgeler birkaç kişinin evinde birden çıkmıştı, sonradan tutanaklarda deşifre oldu. Avrupa’dan gönderilen, hatırladığım kadarıyla yüzlerce Kürtçe türkü ve oyun havaları üzerinde Berlin’de doktora yapmış Ermeni asıllı birinin notalı kitabı da ele geçti, aynı kitap birkaç yere daha konularak, üç yerde birden bulunmuş gösterildi. Posta kutusuna gelen bu kitaba dayanarak DDKO, TRT’ye dava açacaktı, hazırlıkları yapılıyordu. Çünkü, TRT arşivindeki büyük çoğunluğu Kürtçe sözlerin çevirisi yapılıp Türkçe kayda geçen türkü ve şarkı, müzik parçalarıydı. Bu çok önemliydi, ama gereğini yerine getirmeye fırsat bulamadık. Ayrıca, Fransızca Kürt Sorunu adlı bir broşür de yine birkaç yerde birden bulunmuş gösterildi.”
“Tutuklanan DDKO yöneticilerinin yargılamaları önce Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlamıştı. İlk duruşma 29 Mart 1971’de yapıldı.
“O dönem cezaevinde bulunan Dev-Genç sanıklarının tümü 12 Mart 1971 Müdahalesi ile salıverilmişti. Ama ben (yani Mümtaz Kotan) ve diğer 3 arkadaşım bırakılmadık. Daha sonra 26 Nisan 1971 ‘BALYOZ HAREKATI’ adı verilen bir müdahale gerçekleşti. Başbakan yardımcısı Sadi Koçaş Sivas dönüşü verdiği demeçle ‘yakından uzaktan herkesin gözaltına alınmasını istiyordu’ ve büyük operasyonlar oldu. Bu aynı zamanda darbe içinde darbeydi. 12 Mart 1971 Müdahalesi’nde Başbakanlığı, bakanlığı düşünülenler bile gözaltına alındılar. … Bu hareket ile birlikte 1. ve 2. duruşma arasında bizleri (yani DDKO tutsaklarını) Diyarbakır’a naklettiler. Açıkça kurbanlık koyunduk, ama bunu onlara yedirmedik.
“Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Savcısı böyle ‘hazır bir dosya’ ile işe başlamış oluyordu. Önceden salıverilenler dahil birçok DDKO üye ve sempatizanı, yöneticisi yeniden tutuklandılar ve Diyarbakır’a toplandılar. Bir gözetim evi kuruldu, buranın doldurulması ve devletin ileri sürdüğü Kürtçülük ve Bölücülük, Komünizm için burada da davalar oluşturulması, kamuoyuna sunulması için hazırlıklar yapıldı.” (Kotan 2007:59-60)
Diyarbakır-Siirt İlleri 1 Nolu Sıkıyönetim Askerî Mahkemesinde başlayan DDKO davalarında, geleneksel resmi söyleme uygun olarak, savcılığın hazırladığı iddianamede, Kürt diye bir milletin olmadığı ileri sürülmüştü.
Savcının iddianamesinde, Kürtlerin Türklüğünü ileri süren birkaç yerli ve milli kitap temel referanslar olarak kabul edilmişti. Bunlardan biri son derece ilginç ve önemlidir. İttihat Terakki Cemiyeti zamanında, 1918’de Dr. Friç imzasıyla yayımlanan “Kürdler” (2014) adlı kitaptan söz ediyorum. Bu kitap tespit edilebildiği kadarıyla ilk kez Kürtlerin Turan soyundan olduğu iddiasını içeren kitaptır ve İttihatçılar tarafından yayımlanan resmi bir yayındır. Ancak 1990’lı yılların başında bu kitabın yazarının uydurma olduğu, yani Dr. Friç diye birinin olmadığı ve tezlerinin de İTC’nin resmi söylemine ve politikasına göre uydurulduğu ortaya çıkarılacaktı. Bu konuyla ilgili birazdan bazı ayrıntılarından bahsedeceğim, ancak bizzat İttihatçıların bu kitabı hakkında daha sonra bir yazı olacak.
Bunları belirttikten sonra, anlaşılacağı üzere, Devrimci Doğu Kültür Ocaklarına mensup kişilerin yargılandığı davanın savcısının referansı aslında bir sahtekârlık ürünü olan kitaptı. Ayrıca bu kitabı referans alan ve onun yolunda giden birkaç kitap daha vardı. Örneğin 1930’lu yılların ırkçı Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezini esas alarak Kürtlerin Türklüğünü ileri süren Kemal Kadri Kop ile 27 Mayıs darbecisi General Cemal Gürsel’in övgüye boğduğu Mehmet Şerif Fırat’ın (1981) kitapları da savcının referanslarıydı. Mehmet Şükrü Sekban’ın (1979) yazdığı kitabı da belirtmem lazım.
Sekban 1910’lu yıllarda İstanbul’daki pek çok Kürt kurum ve yayın organında ismi öne çıkan Kürt milliyetçisi bir doktor olarak tanınırdı. Bundan dolayı Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Lozan Antlaşması gereğince Türkiye’den sürülen 150 kişiden biriydi, malum meşhur bir 150’likler Listesi vardı, detayına girmeyeceğim burada. Hatta bu yüzden 1923’te Mustafa Kemal’e gönderdiği bir mektupta da Kürt meselesine ve Kürtlerin haklarına dair epey dikkate değer hususlara değiniyordu. Ancak Irak’ta Sağlık Bakanlığı gibi çeşitli görevlerde de bulunduğu bu sürgün yıllarında Sekban’ın fikirleri değişmiş ve 1933’te Paris’te Kürtlerin aslında Türk soyundan geldiklerini vaaz eden bir kitap yazarak, tesadüf sayılamayacak kadar ilginç bir dönemde yayınlamıştı; Mustafa Kemal’in 1933’te ilan ettiği af ile aynı dönemde. Nitekim aftan yararlanan Sekban Türkiye’ye dönmüştü. Bu dönüşün kefareti olsa gerek, Sekban’ın yazdığı kitap yaklaşık 40 yıl sonra Kürt milliyetçilerinin yargılandığı DDKO davalarında devletin tezine kaynak gösterilerek iddianamede yer almıştı.
Haliyle bu kaynakları esas alan iddianamede, belirttiğim gibi, savcılık Kürt diye bir kavmin olmadığını, bunların Türk olduğunu anlatmıştı. Mesut Yeğen bu konuyla ilgili şöyle yazıyor:
“(DDKO davasının) savcısı Kürtlerin ‘namevcut bir ırk olduğu’ konusunda kendisinden öylesine emindi ki, hazırladığı iddianame, Kürt adlı bir kavimden söz edilemeyeceğine dair tarihsel – antropolojik bir tez niteliği taşımaktadır. Savcıya göre, (…) tarihin hiçbir döneminde, Doğu illerimizde bugünkü sakinlerini tortu olarak bırakacak yabancı bir göç olmamıştır. Dünyada Kürt diye adlandırılabilecek başlı başına yabancı bir ırk da yoktur. (DDKO dava tutanakları)” (Yeğen 2011:127)
Tabi savcının hazırladığı iddianamenin “tarihsel – antropolojik bir tez niteliği”nde olup olmadığı tartışmalıdır; bence hiç de değildir ve bu kadar abartılı bir nitelemeyi hak etmiyor, doğrusu bir savsata dense daha yeridir. Neden böyle dediğimi anlatacağım tabi ki…
Davanın sanıkları arasında bulunan ve savcılığın “iddianamesinde dil üzerinde çok” durduğunu özellikle belirten Mümtaz Kotan da iddianameye dair bazı bilgiler aktarıyor:
“Kürt Dili’nin olmadığı ilkel bir açıklama ile ileri sürülüyor. … Örneğin, şöyle diyor, “Ferhenga Kürdî Türkî sözlüğü”nden [savcılığın ifadeleri böyle] alıntılarla kelimelerin hiçbirinin Kürtçe olmadığını öne sürüyor. Şu sonuca varmış;
“Toplam kelimelerin 3080’i Türkçe, 2000’i Arapça, 1030’u Farsça, 1240’ı Zend, yani eski Farsça, 370 Pehlevi, 120 Ermeni ve 100 tanesi de Keldani… Ne kalıyor, Savcıya göre, ‘yalnızca 30 kelime Kürtçe vokabüler’dir. Bu sözlüğü Rahmetli Musa Anter’in yazdığını ileri sürüyor. O da mahkemede sanıktı. 1963 yılında yazılmış bir sözlük. Ayrıca Savcı bey diyor ki, ‘11 bin kelimeye çıkarılmış, şişirilmiş. Oysa 1000 kelimeyi geçmez’ vb.” (Kotan 2007:61-62)
Kuşkusuz bu ırkçı görüşlere karşı, epey kapsamlı savunmalarla yanıtlar verilmişti. DDKO sanıkları yaptıkları toplu siyasi savunmalarda Kürt halkının varlığını tarihsel anlatımla açıklamış ve Kürtlerin Türkiye’de yaşadıkları eşitsizliklere ve haklarına dikkat çekmişti. İsmail Beşikçi’nin sözleriyle, “Kürtler Doğu Duruşmaları sırasında ilk kez, sistemli, kararlı, bilinçli bir şekilde, Türk Devleti karşısında kendi Kürt kimliklerini savunmuşlardır.” (Beşikçi 2015:62; Ayrıca bkz. Arslan 2020; Temel 2015; Fırat 2015).
Bu noktada sanıklar arasında yer alan, daha doğrusu her dönemin meşhur sanığı olan Musa Anter’in bir anısını paylaşmak isterim, ki yaşananların aslında ne derece traji-komik ya da rezil olduğunu böylece de anlayalım… DDKO yargılamaları sırasında Kürt diliyle ilgili mevzuda yaşadıkları olayı şöyle anlatıyor Musa Anter:
“Tutuklu arkadaşlarım huyumu bilirler; mahkemeleri elimden geldiğince bir tiyatro sahnesine çevirir ve elimden geldiğince savcılara yüklenirdim. Duruşma hakimimiz Hamdi… savcısı Albay Sait Debak iki. Sait Debak’ın Urfalı olduğunu duymuştuk. Fakat yeteneksizin tekiydi ve Kamuran İnan gibi cinsinin aleyhine idi. İddianamesini okudu. İddianamenin bir yerinde de dil sorununa geldi ve ‘Bugün Kürtler dokuz bin kelime konuşurlar. Bunun üç bin küsuru Arapça, bin küsuru Farsça ve şu kadar bin küsuru da Türkçe kelimelerden oluşur. Kürtçe olarak ancak otuz beş sözcük vardır. Ama Kürtler, konuştukları bu sözcüklerin çoğuna Kürtçe diye sahip çıkarlar. Örneğin ‘maydanos’ Türkçe olduğu halde Kürtler ‘Kürtçedir’ diyorlar.’ Savcı, saçma sapan ve tutarsızlıklarla dolu iddianamesini okumayı bitirdi. Arkadaşlarla aramızda ‘Kör Hamdi’ dediğimiz duruşma hakimi Binbaşı Hamdi Bey’in savcıyı pek sevmediği anlaşılıyordu. Benim savcıyı rezil etmemi ister gibiydi. Gülerek dedi ki: ‘Kürt dili hakkında Musa Anter’i uzman biliyoruz. İddianamedeki Kürt dili sorununa o cevap versin.’ İşin tuluat tiyatrosu şekline büründüğünü anlamıştım. Kalktım: ‘Sayın hakimler; bilmem sizin evlerinizde tavuk kümesi var mıdır?’ diye sordum. Hakim ‘Niye’ dedi. ‘Eğer varsa’ dedim, ‘bir ricada bulunacağım. Sabahleyin buraya gelmeden evvel kağıt kaleminizi alın, kümesin önüne gidin ve tavukların çıkardıkları sesleri tespit edin. ‘hık hık, gık gık, vık vık…’ gibi sesleri duyacaksınız ki, tavuklarınızdan bu seslerden en aşağı elli tane ‘tavuk sözcüğü’ tespit edersiniz. Peki, bu kafir Kürtler, tavuk kadar olamamışlar mı da, otuz beş ‘hık hık, vık vık’ta kalmışlardır; ayrıca, anladık ki, Sayın Sait Debak, Urfalı bir hemşehrimizmiş. Malum, Urfa ve Antepliler çiğ köfte ve lahmacunu pek severler. Maydanos bu iki yemeğin bir nevi ana maddesidir. Onun içindir ki maydanosa sahip çıkmak istiyorum. Ama burada tüm Kürtler adına size [söz] veriyorum; Sayın Savcı Albay Debak, sizden tahliyemizi istesin, biz de maydanozun Kürtçe olduğunu söylememeye ant içiyoruz.’ (Anter 1991:229-230 Yazım hataları korunmuştur)
Musa Anter’in bir bakıma bütün çarpıklığıyla ortaya koyduğu DDKO yargılamaları ve bu yargılamaların dayandığı siyasi ve ideolojik yapı böyleydi…
Tekrar Mümtaz Kotan’dan biraz önce aktardığım, savcılığın Musa Anter’in sözlüğünden hareketle Kürt diliyle ilgili ileri sürdüğü iddiaları içeren anekdota dönecek olursam… Anter’in kendine has üslubuyla dalga geçtiği ve pespaye hale düşürdüğü savcılığın iddialarında üzerinde ayrıca durulması gereken ilginç bazı hususlar var.
Öncelikle Anter, önsözünde, yaklaşık 11 bin kelimeden oluşan “bu sözlüğü, 1963 senesinde, Ankara Mamak Askerî Hapishanesinin ‘İ’ hücresinde mevkufken” genç hapishane arkadaşı “Erbilli yüksek mimarlık talebesi Cemal Alemdar”ın yardımıyla yazdığını belirtiyor ve ilk baskı tarihi ise 1967 olarak görülüyor (Bkz. Anter 1967).
Bununla birlikte, savcılığın sözlükle ilgili yaptığı tasnifte, yani kelimelerin Kürtçe olmadığına, başka dillerden alındığına ve geriye sadece 30 Kürtçe kelimenin kaldığına dair tasnifinde ilginç bir husus göze çarpıyor. Kürt araştırmacı Malmîsanîj’e göre (2011:80), savcı Musa Anter’in sözlüğünden hareketle, Kürt dilinin olmadığını ve bu dilde bir sözlüğün de yazılamayacağını ispatlamak ve böylece Anter’e karşı resmi tezi savunmak için Dr. Friç’in “Kürdler” kitabına başvurmuştu. Ancak Mümtaz Kotan’ın iddiası farklı; ona göre savcılık doğrudan Musa Anter’in sözlüğünü ele almıştı. (Gerçi Kotan sözlük için 1963 tarihini işaret ediyor, oysa sözlüğün yayınlanma tarihi 1967’dir.) Şayet savcılığın Musa Anter’in sözlüğünden hareketle yaptığı kelime tasnifi tam olarak Mümtaz Kotan’ın aktardığı gibi ise, savcılığın ve dolayısıyla Kürtlerin Türklüğünü ileri süren resmi söylemin ayrıca başka bir rezilliğini de söylemek lazım. Açıklayayım…
Biraz önce DDKO dava iddianamesinde referans alınan kitaplardan birinin Dr. Friç imzalı “Kürdler” adlı kitap olduğunu söylemiştim. Berlin Şark Akademisinin bir yayını olduğu ileri sürülen bu kitap Osmanlı’nın “Aşaîr ve Muhacirin Müdiriyyet-i Umûmiyesi, yani Göçmenlik Dairesi Genel Müdürlüğü tarafından 1918’de yayımlanmıştı. 1990’ların başında aslında Berlin Şark Akademisinin de, Dr. Friç diye bir Alman veya bu adla başka yabancı bir yazarın da olmadığı, kitabın İttihat Terakki Cemiyeti’nin resmi bir yayını olarak yayınlandığı ve itibarlı gösterilmek için böyle yabancı etiketlerin yapıştırıldığı vesaire ortaya çıkarıldı (Bkz. Akyol, Şahin 1994; 1994a). Yine belirttiğim gibi bu sahtekârlık ürünü olan kitapta, belirlenebildiği kadarıyla, ilk kez Kürtlerin Türk kökenli olduğu ileri sürülüyordu. Bu nedenle olmayan Kürdün, dilinin de olamayacağı varsayımından hareketle, bu kitapta da, DDKO savcısına örnek olacak şekilde özellikle bir sözlük ele alınmıştı. Ancak bu sahte Dr. Friç’in “Kürdler” kitabında ele alınan sözlük Musa Anter’in sözlüğü değildi elbette; bu sözlük söz konusu kitapta “Petersburg Akademisi tarafından yayımlanan Kürtçe-Rusça-Almanca Lügat” şeklinde geçer.
İsmi tam olarak böyle olmasa da, böyle bir sözlük gerçekten var. 1800’lü yılların ortalarında Osmanlı’nın egemenliğinde bulunan birçok Kürt ilinde görev yapmış Rus diplomat Auguste Jaba tarafından hazırlanmış ve 1879 yılında da Petersburg akademisi tarafından Dictionnaire Kurd-Français adıyla yayınlanmış sözlükten söz ediyorum. (Bu sözlüğün tıpkı basımı Avesta Yayınları (2014) tarafından yapıldı, ayrıca sözlük hakkında Politikanın Kürtçesi (2015) kitabımda detaylı bilgilere yer verdim.)
DDKO iddianamesindeki Musa Anter’in sözlüğü ile Dr. Friç’in sözünü ettiği Petersburg Akademesinin Kürtçe sözlüğü arasındaki ilişki tam da bahsettiğim tasnifler dolayısıyla ortaya çıkıyor.
Savcılık Musa Anter’in sözlüğünden hareketle, ileri sürülen 11 bin kelimenin aslında 3080’inin Türkçe, 2000’inin Arapça, 1030’unun Farsça, 1240’ının Zend, 370’inin Pehlevi, 120’sinin Ermenice ve 100’ünün de Keldanice olduğunu ve geriye sadece 30 Kürtçe kelimenin kaldığını ileri sürmüştü.
Şimdi de Dr. Friç’in savcıdan yaklaşık 55 yıl önce yaptığı tasnife bakalım…
İttihatçıların Dr. Friç adıyla yayımladıkları kitapta, Petersburg Akademisi sözlüğünden hareketle, burada yer verilen 8307 kelimenin aslında 370’inin Pehlevi, 1240’ının Zend, 1030’unun Farsça, 2000’inin Arapça, 3080’inin Türkçe ya da eski Türkmence, 108’inin Keldanice, 220’sinin Ermenice, 60’nın Çerkezce, 20’sinin Gürcüce olduğu ve geriye sadece 300 “asıl” Kürtçe kelimenin kaldığı ileri sürülmüştü (2014:6-7).
Savcının tasnifi Dr. Friç’in tasnifiyle birebir aynı; şayet Kotan yanlış hatırlayıp aktarmamışsa, sadece Dr. Friç Ermenice 220 derken, DDKO dava savcısı 120; geriye kalan Kürtçe kelimeler için Dr. Friç 300 derken, DDKO dava savcısı 30 diyor.
Bu durumda savcının gerçekten Anter’in sözlüğünü oturup detaylı incelemediği kesinlik kazanıyor, ki zaten buna kuşku yok. Dolayısıyla dikkatinizi şuna çekmek istiyorum; DDKO savcısı da yıllardan beri tekrarlanagelen bir resmi ezberden hareket etmişti. Bu ezber, daha önce bahsettiğim gibi, DDKO savcısına esin kaynağı olan diğer isimler ile Kürtlerin Türklüğünü ileri süren başka birçok kişinin yazdıkları kitaplar ve makalelerde tekrarlayıp durdukları bir ezberdi. Dr. Friç’in kitabı, yani İttihat Terakki Cemiyetinin bu yayını ilk kez DDKO savcısı tarafından referans alınmıyordu; ondan önce de neredeyse Kürtlerin Türklüğünü savunan bütün isimler tarafından temel bir kaynak olarak zikredilmişti. Sonrasında da durum değişmeyecekti.
Üstelik bir başka skandal pahasına bu ezber tekrarlanıyordu. Bu skandal da şuydu; Dr. Friç, Petersburg Akademisinin sözlüğündeki kelime sayısını 8307 olarak belirttikten sonra, bunların ne kadarının hangi dile ait olduğunu tasnif ediyordu. Ancak bu tasnif edilmiş kelimelerin sayısı toplandığında ise, bu kez başka bir rakam ortaya çıkıyordu, yani Petersburg Akademisinin sözlüğünde 8307 değil de, 8428 kelime vardı, daha doğrusu Dr. Friç’in tasnifi aslında bu sonucu veriyordu. Bu çarpıklığı ilk kez Celadet Ali Bedirxan, 1933’te Mustafa Kemal’e yazdığı meşhur mektubunda ortaya koymuştu (1973:27). Ancak ne yazık ki, Bedirxan gerçekte Friç diye birinin olmadığını bilmiyordu, bu yüzden gerçek bir muhatap olarak kabul etmişti. Böylece Friç’in iddiaları üzerine bizzat söz konusu sözlüğü edinen, detaylı biçimde inceleyen ve sonuçlarını verili biçimde mektubunda yazan Bedirxan, Mustafa Kemal’e hitaben haklı olarak şöyle sesleniyordu:
“Burada Dr. Friç ile muharririniz arasında kalan ve cidden ilmi rencide edici ve onun için çirkin olan büyük bir yalan var.” (Bedırhan 1973:34).
Bedirxan’ın dediği gibi, İttihatçılar tarafından çirkin olan büyük bir yalan uydurulmuştu, üstelik oldukça özensiz ve pespaye bir biçimde… Bu yalan onlarca, yüzlerce kez resmi söylemin savunucuları tarafından tekrarlanmıştı; ancak Kürtlerin Türklüğünü ileri süren bu zatlar o kadar rahatlardı ki, ileri sürdükleri bir rakamı bile doğru dürüst toplama gereği duymuyorlardı. Nihayetinde onlar için ileri sürülen savsata önemliydi, gerisi işin sosuydu. O rakamların doğru olup olmadığıyla ilgilenme gereği bile duymuyorlardı; Kürtlerin Türklüğünü kabul ettirmek veya en azından propaganda edip bundan menfaat sağlamak yetiyordu onlara. Sonra da bütün bu savsataları yazdıklarında da utanmadan ikide bir Mustafa Kemal’in güya bilimsel çalışmalar veya hakikatin ortaya çıkarılması üzerine söylediği ileri sürülen vecizelerine yer verip duruyorlardı. İşte bunların bilimden anladıkları buydu… Daha basit bir matematik problemini yani toplama-çıkarma işlemini bile çözemeyen, birinin yaptığı (hadi diyelim) hatayı mutlak doğru kabul edip habire tekrarlayan bu bilimci zatlar, Kürtler hakkında ahkâm kesiyorlardı. Üstelik hiçbiri de dil bilimci falan değildi.
Şimdilik DDKO davasıyla ilgili skandallara bir ara verip bir örnek vakaya daha bakmakta fayda var. Sonraki yazının konusu bu olacak…
Kaynakça
Aktan, İrfan (2022). Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın Öyküsü –II / Türkiye Solu “Abi Rolü”nü Kaybetti. https://birartibir.org/turkiye-solu-abi-rolunu-kaybetti/ Erişim Tarihi: 10.06.2022
Akyol, Yaşar, Şahin, Mustafa (1994). Habil Adem Ya Da Nam-ı Diğer Naci İsmail (Pelister) Hakkında… İstanbul: Toplumsal Tarih, Sayı: 11
Akyol, Yaşar, Şahin, Mustafa (1994a). Habil Adem Ya Da Nam-ı Diğer Naci İsmail (Pelister) Hakkında… İstanbul: Toplumsal Tarih, Sayı: 12
Anter, Musa (1967). Ferhanga Khurdî – Tirkî / Kürtçe – Türkçe Sözlük. İstanbul: Yeni Matbaa
Anter, Musa (1991). Hatıralarım (1. Cilt). İstanbul: Yön Yayıncılık
Arik, Selahattin Ali (2015). Dr. Şivan / Sait Kırmızıtoprak. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları
Arslan, Ruşen (2020). “Ömrü Kısa Etkisi Büyük Kürt Örgütlenmesi Devrimci Doğu Kültür Ocakları / DDKO. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları
Bedırhan, Celadet Ali (1973). “Mektup” / Mümtaz Mütefekkir CELADET ALİ BEDIRHAN’ın (Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine) Yazdığı Açık MEKTUP. (Naşiri: Dr. M. Nuri Dersimî). Halep
Beşikçi, İsmail (2015). Devletlerarası Sömürge Kürdistan. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları
Doktor Friç (Muhariri) (2014). Kürdler / Tarihi ve İçtimai Tedkikat. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Fırat, Nuri (2015). Politikanın Kürtçesi. İstanbul: Everest Yayınları
Fırat, M. Şerif (1981). Doğu İlleri ve Varto Tarihi. Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları
Kotan, Mümtaz (2007). Tarihin Karartılması Eylemi Üzerine Somut Bir Örnek: DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları). İstanbul: Kovara Bîr, Sayı: 6
Malmîsanîj, M. (2011). Anti-Kürdolojiden Kürdolojiye Giden Yol ve İsmail Beşikçi. İsmail Beşikçi içinde. (Der: Barış Ünlü-Ozan Değer). İstanbul: İletişim Yayınları
Öcalan, Abdullah (2011). Demokratik Toplum Manifestosu / Beşinci Kitap/ Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü (Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak). Yer Belirtilmemiş: Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları
Temel, Celal (2015). 1984’ten Önceki 25 Yılda Kürtlerin Silahsız Mücadelesi. İstanbul: İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları
Sekban, M. Şükrü (1979). Kürt Meselesi. Ankara: Kon Yayınları
Yeğen, Mesut (2011). Devlet Söyleminde Kürt Sorunu. İstanbul: İletişim Yayınları