Oktay Candemir: 1983’ün yazı…

Genel

Özalp’ın o sert rüzgarlı, toz kokan, taş gibi ağır günleri…  İki katlı kerpiç bir evde yaşıyoruz. Damdan dökülen toprak, yağmurla erir, bahçenin kenarında küçük bir iz bırakırdı. Evde televizyon yok, o mavi ışığı komşu evlerin penceresinden görürdüm sadece. Evin içindeki tahta merdivenin altı sığınağım olurdu. Orada kendime düşler kurardım.

Babam her sabah işe giderken kravatını itinayla takar, yüzünde ciddiyet, omuzlarında vakur bir duruşla yola düşerdi. Ama akşam olup da gazeteyi açtığında, alnındaki derin çizgiler ve gözlerindeki o uzaklara dalıp gitmiş bakış… Ayak ayak üstüne atmış halde gazetesini okurken, ben onun önünde diz çöküp gazetenin fotoğraflarına bakardım. Kömür madeninde ölen 103 işçinin kara haberine babamın gözleri süzüldüğünde, kalbime taş gibi bir hüzün otururdu. Gazetedeki fotoğraflarda madende hapsolmuş, ışığa hasret yüzler, yorgun gözler düşlerdim.

Evimizin önü bomboş bir arsaydı. Gençler o arsa üzerinde çift kale maç yapardı. Yan tarafımızda, Sümerbank’ın ardında çöplük haline gelmiş bir arazi… Orada beyaz bir köpek ve avuç içi kadar küçük yavruları yaşardı. Elimi uzattığımda, avuçlarımdaki sıcaklıkla başka bir dünyanın kapısını aralamış gibi hissederdim. Ama bir gün, komşu çocuklardan şişman ve yaramaz Bilo elindeki sopayla köpeğe vurmak istediğinde, onu korumak için araya girdim. Üç kardeş birden beni kovalamaya başladı. Yerden topladığım taşları savururken, Bilo daha hızlı davrandı; kafamda patlayan o taş, kanla karışan çocukluk yaralarımdan biri oldu.

Bir gün belediyeciler geldi. Tek bir kurşun sesi… Beyaz köpeğim sessizce yere uzandı. Öylece, masum ve kimsesiz… Bu defa koruyamamıştım onu. Küçücük yavrularına bakarken içimde tarifsiz bir yara açıldı. Beş dakika gözleri açık kaldı, sonra… Gözlerim dolarken çocuk kalbim, o gün bir masumiyeti sonsuza dek yitirdi. Günlerce gizlice ekmek aşırıp yavrularını besledim. O kırılgan yavruları ellerimde tutarken, çocuk aklımın derinlerinde, zalimlik ile çaresizlik iç içe geçmişti.

Yanık Şaban, her gün aynı saatte geçer, ayak sesleri dar sokaklarda yankılanır, yüreğimde iz bırakırdı.

Abim, bir gün dört zayıf notla geldi eve. Ama aklında, Fenerbahçe’nin 4-1 geriden gelip 4-4’e ulaştığı o efsane maç vardı. Babamın kızgınlığına rağmen abim kapıya çıkıp “Bir mumdur, iki mumdur, üç mumdur, on dört mumdur” türküsünü söylediğinde, babamın öfkesi daha da arttı. Yanına gidip “Bir zayıf, iki zayıf, üç zayıf, dört zayıf…” diye türküsüne eşlik edişini asla unutamam. Babamın öfkesi, abimin gözlerindeki sevginin ışığını söndürememişti. O an, babamla abimin arasında görünmez bir mesafeyi gördüm: iki yürek, iki dünya.

Bu hayattakı ilk arkadaşım Sinan’la bu evde tanıştım. Yanımızdaki tapu kadastro lojmanlarında oturuyordu. Bahçenin duvarlarına tırmanır, o taş duvarların üstünde hayaller kurardık. Bir gün dengemi kaybedip düştüm, dizlerim, kollarım yara bere içinde kaldı. Annem elimi tutup beni hastaneye götürürken, İkram Teyze’nin sesi yankılanırdı: “Ax oğlum ax, dikkat edin biraz…” . Annem hastaneye götürdüğünde, girişe asılan hemşire fotoğrafını gördüm. Eliyle ‘Sus’ işareti yapıyordu. Sustum, acıma rağmen ne ağladım, ne de sızlandım.

1983 yılı, toprakların kanla yoğrulduğu, darbenin gölgesinin uzun ve soğuk düştüğü yıllardı. Bir pazar günü, babam arkadaşlarıyla kahvede bir çay içmek üzere çıktığında, yolunu asker kesti. Babamın içinde yanan o ateşi, gözlerinde dile getiremediği o öfkeyi gördüm. O anda, her şey boşluğa düşmüştü sanki. Yasaklar, zincirler, içimizde derin bir yara… Babamla birlikte içimde bir isyan büyüdü. Askerin “Yasak!” deyişi kalbime bir bıçak gibi saplandı. O anları yaşarken, çocuk aklımla özgürlüğün anlamını çözmeye çalışırdım. İçimde bir şeyler kırılırdı; yasak, devlet, özgürlük… Bu kelimelerin arasında sıkışmış, kendi çapımda bir başkaldırı büyütürdüm.

1983 yılı, bana hayata dair derin bir iz bıraktı. Sert ama yalın, sade bir çocukluktu yaşadığım. Masumiyetin, disiplinin, yasakların ve o dar mahallenin bağrında sıkışmış umutların çocuklarıydık biz. 1983, kayıplarla, direnişle, babamın alnındaki çizgilerle, abimin zafer gülüşüyle ve o beyaz köpeğin sessiz çığlığıyla doluydu. Ruhta dağ gibi iz bırakan, unutulmaz bir yıldı, 1983!

/radikal2.com/

İlginizi Çekebilir

Kallas: Avrupa Birliği’nin Orta Doğu politikasında değişiklik olmayacak
Çin’de bir kişi aracını yayaların üzerine sürdü: 35 ölü, 43 yaralı

Öne Çıkanlar