Oktay Candemir: Çanak Anten

Yazarlar

Babamın yine misafirleri vardı ve kendi aralarında yavaş biçimde konuşuyorlardı. Gür bıyıklı misafirimiz babama Dersim katliamını anlatıyor, askerler tarafından tecavüze uğrayan bazı kadınların “Bese bese” diye çığlık attıklarını söyledikten sonra ekliyordu:
“Korkunç bir katliam olmuş, öyle böyle değil yani…”

Onların bu sohbetlerine kulak misafiri olurken, yüzükoyun uzanmış, ellerim çenemin altında 37 ekran televizyonumuzu izliyordum.
“Şırnak’ın Beytüşebap ilçesinde güvenlik güçlerinin teslim ol çağrısına ateşle karşılık veren 7 terörist etkisiz hale getirildi. Çıkan çatışmada 1 askerimiz şehit oldu…”

Spiker bu cümlelerle haberi sunarken ekranda sıra sıra cenazeler ve en son saçları 3 numara kesilmiş bir askerin fotoğrafı görüldü. Fotoğrafın yayınlanması sırasında 4-5 saniye süren bir sessizlik olurdu ekranda.
İçim darlandı, dışarı çıktım. Babamın iki ay önce bahçeye diktiği kavak ağaçları yeni yeni gelişmeye başlamıştı. İncecikti henüz, bu yıl değil ama gelecek yıl yaprak verecekti. İçlerinde bir tanesini kendime seçmiş, onunla kendi aramızda sözleşmiştik. Ben onu hep koruyacak, o da bunun karşılığında büyüyecek, köklü bir ağaç olacak, dalları her tarafa yayılacak, yaprak verecekti. Ben lise 3. sınıfa geçtiğimde her gün beni okula yolcu edecekti. Sonraki yıllarda hayat denen rüzgârda savrulacak ama onun gibi dik duracaktım.

Ben bunları düşünürken, yoldan korna çalan peşi sıra otomobiller geçti. Ellerinde bayraklar, “En büyük asker bizim asker” diye bağırıyorlardı. Aklıma az önce tv’de vesikalık fotoğrafını gördüğüm asker geldi. En büyük asker o muydu diye sordum kendime. O asker ölmüştü ve birileri burada korna çalarak “En büyük asker bizim asker” diye kutlama yapıyordu.
Babamın dostlarıyla fısıldaşarak yaptığı sohbetler, televizyonlarda çatışma ve ölüm haberleri, dışarıda ise birileri “En büyük asker, bizim asker” diye bağırıyordu ve ben hiçbirine anlam veremiyordum.

İşte böylesi zamanlarda küçük kasabamızda yaşlı bir teyze vardı. Herkesin sevdiği, saydığı bu yaşlı kadın ilçenin yaşam enerjisiydi.

Zeytin karası gözleri bir ışık gibi vuruyordu çocuk yüreklere. Dışarıdaki annemizdi o…

Yaptığı şeyler aklı başında şeylerdi. Hızlı hızlı konuşurdu, sanki bir acelesi vardı hep. Bizlere şeker dağıtırken Kürtçe bir şeyleri hızlı hızlı ifade eder, şekerleri dağıttıktan sonra hızla uzaklaşırdı okul önlerinden. Belki de konuştuğu dil yasaklı olduğu için oldubittiye getiriyordu. Konuşurken gözleri kayıp gidiyordu sanki. Çünkü daha yapması gereken işleri vardı. Evlere su taşıyacak, kömür taşıyacak ve böylelikle geçimini sağlayacaktı. Yönetenlere çok kızar, kaymakam ya da belediye başkanı gördüğünde karşılarına çıkıp yüzlerine doğru düşündüklerini açık açık söylerdi. Hatta kaymakama, belediye başkanına ulu orta küfür ettiği bile görülmüştü.
Aylardan Eylüldü. Gün batmış, geceye evrilmişti. Kasaba halkı tam 9 ay sürecek olan çetin kış için hazırlıklarına başlamıştı bile. Kömür, odun, tezekler stoklanıyor, sac ya da kömür sobası almak için herkes cebindeki parayı sayıyordu. Sadece bir ay sonra yaz bitecek, herkesin sonbahar dediği kuru soğuklar tahta kapılardan, çürük pencerelerden içeri girecekti. Kış yaklaştı mı önce herkesin yüzündeki gülümseme kaçar, onun yerini iklimine benzeyen soğuk bir ifade alırdı.

Bugün kazandığı parayla aldığı şekerleri bir kavanoza yerleştirdi. Okulların açılmasına kısa bir zaman kalmıştı ve okul başladığında çocukların şekersiz kalmasını istemiyordu. Onun sayesinde ne çocuklar şekersiz kalıyordu ne de güvercinler aç kalıyordu. Kediler için de bir çare bulmuştu. Bir tas yoğurdu her gün düzenli olarak kapının önüne koyardı.
Tek özlemi olan kızını uzun süredir görmemişti. Dağa gittiğini söylediler. Kızının ardından çok gözyaşı döktü ama ne fayda. Nereye gittiğini öğrendikten sonra peşine düşmedi. Zaten bu aralar giden geri gelmiyordu.

Her şey çok değişmişti, o eski gülen yüzler kalmamıştı. Herkeste bir tedirginlik vardı, gece yarısı evler basılıyor, insanlar gözaltına alınıyor ve birçoğu sağ girdiği nezaretten ölü çıkıyordu.
İşte böyle zamanda, bu halde tek başına ayakta kalmanın mücadelesini veriyordu. Çalışarak biriktirdiği para ile uydu anteni aldı, “Belki kızımı görürüm” diye…

Kerpiçten yapılmış, balkonu olan ve balkonundan aşağıya doğru merdiven inen bir ev. Beş sıra merdiven, serilmiş bir balkon… Asılmış ipin üzerine serilmiş dolma biberler. Bahçe gibi bir balkonu vardı. Bıttım sabunu kokardı her yer. Bahçe gibiydi balkon. Güvercinler ve kuşlar konsun diye bir masa bırakılmış ve o masaya ekmek kırıntıları dökülmüştü. Ürkek güvercinler günün her anı o masaya konuyor ve ekmek kırıntılarını yiyordu. Tek başına yaşayan yaşlı bir kadının el emeğiyle yarattığı bir cennetti bahçesi.

Operasyon vakti gelmişti, merkezden gelecek “gir” talimatını bekliyorlardı. Evin sarıldığından haberi olmadı. Kızının yıllar önce kendisine getirdiği ve adına teyp denilen müzik kutusunun fişini taktı, masanın üzerinde duran cam kabı aldı, üzerindeki fotoğrafa baktı. Dengbêj Şakiro’nun adeta zulme başkaldırırcasına kafasını yukarı kaldırarak baktığı bir fotoğrafı vardı. İncecik bıyıkları, dökülmüş saçları ve çok net bakışları vardı. En sevdiği klam Xezal’ı dinlemeye başladı. İleride duran minderinin üzerine oturdu.

Gözleri kapandı, uykuya daldığı anda gürültüyle yerinden fırladı. Çoğu bıyıkları aşağıya doğru sarkıtmış, göbekli kocaman adamlar evin içine doluştular. Elinde telsizi olan ise onların tam aksine zayıftı. Kirli sakalları, yerinden çıkacakmış gibi duran pörtlek gözleri vardı. Kahverengi kumaş bir pantolonun üzerine bedenine bol gelen gömleğini bırakmıştı. Kısa kollu gömleğinin kolları içinde incecik bir kol ve o bedende ruhsuz bir adam vardı.
Hepsinin bakışları rahatsız ediciydi. İlk tepkileri Şakiro’ya oldu. “Kürtçe yasak yasak, bilmiyor musun teyzeeee!!” diye bağırdı birisi. Duvarda duran keseri aldığı gibi kızından kendine armağan kalan teyibe vurmaya başladı. Paramparça oldu teyip ve Şakiro’nun sesi cızıltılara karıştı.

Işıkları kapattılar, elinde telsiz olan zayıf polis, “Kızın dağa gitmiş diyorlar, doğru mu?” diye sordu.

“Ben nerden bileyim, bênamus” diye sertçe yanıtladı.

“Uydu antenini neden aldın, terörist olan kızını görmek için değil mi?”

“Biriniz dama çıksın şu uydu antenini parçalasın, çevredekiler de görsün neler yapabileceğimizi…”

“Konuş, konuş kızın nerede?”
Böyle bağırıp çağırıyorlardı.
Şuurunu kaybetmişti ve artık ölüm çok yakındı.
Özel Hareket Timleri kavanozun içinde bir şey mi var şüphesiyle kavanozu açıp tüm şekerleri yere döktü. O esnada düştü aklına; Newroz kutlamalarına giden kızını “Size vururlarsa, kafanı koru elinle. Kafana vurmasınlar” diye tembihlemişti.

Gözleri masanın üzerindeki şeker kavanozuna takıldı.
Ölüm anında en çok bu ağrına gitti. O şekerleri çocuklar yiyecekti. Onlarca, yüzlerce çocuk…

“Kız, erkek; geleceği kurtaran yiğitler olacak, gözüm arkada kalmayacak.”

O son nefesini verdiğinde evinin duvarına “Kürt Türk kardeştir, ayrım yapan kalleştir” diye yazdılar ve sonra tüm mahalle duysun diye özel harekât marşını okudular. “Cephelerde kelle alan, hainlere korku salan” diye bağıra bağıra zırhlı araçlarına binip gittiler. Geride faili belli bir cinayet daha bıraktılar.

/Kaynak: Serhat News/

İlginizi Çekebilir

Müslüm Yücel: Hakan!
Eyüp Ensari: Şırnak, TİP ve Aslantuğ 

Öne Çıkanlar