Oktay Candemir: Diriliş Ertuğrul 

Yazarlar

Telefonla aradılar ve ‘Eve kadar gelebilir misin, arama yapacağız’ dediler.

Beni telefonla ararken bir yandan da evimin olduğu binayı zırhlı araçlarla kuşatan, Usame Bin Ladin’i arayan CIA mensupları gibi komşularıma fotoğrafımı göstererek  ‘Bu şahsı hiç gördünüz mü’ diye soran ve set ekibi gibi hazırlanan polis, dizinin başrol oyuncusu; yani benim gelmemle birlikte çekime, pardon harekete geçti.

Böyle bir dizinin olmazsa olmaz figüranları her zaman mahallenin muhtarı ve binanın kapıcısıdır. Daha önce de pek çok defa ev baskınına uğradım. Muhtar ve bina görevlisi bu durumlarda hep acıyarak bakıyor.  Onların bakışları insanda bir idam mahkûmunun hüznünü uyandırıyor.

Muhtar ve bina görevlisinin gelmesinin ardından elinde kamera olan polisin içeri girmesiyle çekimler start aldı(!)

Arama sırasında özel eşyalarına dokunuyorlar;  lise yıllarında arkadaşlarına yazdığın günlüklerini açıp okuyorlar ve en önemlisi vaktiyle sevgiliye yazdığın mektupları okuduklarında incecik bir dal gibi kırılırsın adeta.

Yıllarca herkesten, ailenden dahi özenle sakladığın o mektuplar polisin elindedir artık.  Elleri dokunsun istemezsin, gözleri değsin istemezsin ama nafile, sevgiliye yazdığın ama ona göndermeye cesaret edemediğin o mektuplarını polisten kaçıramazsın.

Kitaplarıma sıra geldiğinde,  “Size oradan iş çıkmaz, geçen yıl ki arkadaşlarınız ‘sakıncalı’ gördüklerini toplayıp götürdüler” diyerek güldüm.

Koca koca adamlar sakladığını düşündükleri bir şeyi arıyorlar. Eğiliyorlar, masaların altına bakıyorlar, kanepeleri bile ters çeviriyorlar, kan ter içinde kalıyorlar.

Hatta bir tanesi masayı kaldırmakta zorlanınca sokakta elinde poşetleri taşımakta zorlanan yaşlı amcalara duyduğum hissiyatla;  ‘Tek başına kaldıramazsın, abk sonra fıtık olursun’ dedim. 

Bu kadar hengâmenin, gürültünün, patırtının ardından tüm bunlara sebep suçlamayı yüzüme okudular: “ Sizi TCK 130’dan gözaltına alıyoruz.”

Önüme bir Twitter paylaşımı koydular.  Diriliş Ertuğrul, Kuruluş Osman ve Selçuklu Uyanış dizi isimlerini Tİ’ye alan paylaşımdan ötürü karakola götürüleceğim söylendi. 

Bir ara gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. Kısa süreli bir şok geçirdikten sonra polislere ‘Bu kadar tantana bunun için mi dedim’ diye sordum öfke ve şaşkınlıkla.

Karakolda ifademi verdikten sonra nezarethaneye götürüldüm.

Nezarethaneler  aynı zamanda bir ülkenin ne kadar geliştiğinin de resmidir. Son gözaltında anladım ki; Türkiye’de zerrei-miskal bir şey değişmemiş. İnsanı kokusuyla bayıltan, örümcek ağlarının sardığı, kirli battaniyeler ile  leş gibi yastıkların ve insanın şöyle oturabileceği bir ranzanın bile bulunmadığı pis yerler.

Türkiye’de ‘Artık işkence yok diyenlere’, “ Bu nezarethanelerin kendisi işkence, daha ne olacak” demek gerekiyor.

Demokrasisini, iç barışını sağlayamamış bir ülkenin nezarethaneleri de haliyle böyle oluyor.

Ertesi sabah Adliyeye çıkarıldım. Cumhuriyet Savcısı beni dinlemeden (Muhtemelen soracak sorusu dahi olmadığı için) direk adli kontrol şartıyla mahkemeye sevk edildim.

Mahkemede TCK 130 maddede belirtilen suç unsurlarının oluşmadığını, oluşması için hakaret ettiğim iddia edilen Osmanlı Padişahlarının 1 ve 2 derecede yakınlarının şikayetçi olması gerektiğini avukatlarım Deniz Yıldız ve Faruk Çağlar ile birlikte ortaya koyduk. Avukatlarım TCK 130 maddenin tüm maddelerini tek tek okudu.

Bu esnada ben de içimden ‘Ertuğrul ya da Osman’ın yaşayan torunu falan mı var yoksa’ diye düşünmedim değil. Gerçekten bereket ki Osmanlı padişahları yaşamıyordu; ya bir de yaşalar ve mahkeme salonuna doluşsalardı…!

Ama hâkim yine de insana ‘Şaka mı bu’ dedirtecek bir biçimde beni adli kontrol şartıyla serbest bıraktı.

Zaten her hafta karakola gidip imza attığım bir adli kontrolümün olduğunu söylesem de hâkim, ‘Gidince bunu da atarsın ne olacak’ diyerek adeta dalgasını geçti.

Vaktiyle bir şiir okuduğu için cezaevinde yatan Recep Tayyip Erdoğan’ın bugün Cumhurbaşkanı olduğu bu ülkede; bizler, sadece içinde nükte barındıran bir paylaşım nedeniyle evi basılarak gözaltına alınıyoruz.

Eskiden insanlar suç üretir, devlet müdahale ederdi. Bugün ise sen suç işlemesen de devletin sana bir suç buluyor. AKP’nin bir hizmeti mi diyelim, ne diyelim şimdi.

Türkiye’nin geldiği noktaya bakıyorum da, keşke hep  Hababam Sınıfı tadında kalsaydık. O güzelim ülke ve insanlarımızın getirildiği durum oldukça üzücü.

Vaktiyle bir manken şöyle demişti: “ Benimle dağdaki  çobanın oyu bir olamaz”…

Bugün ise cehalet statü değiştirdiğinden,  Ben de oyumun mevcut profesörlerle eşit olamayacağını düşünüyorum. Günümüz Türkiye’sinde kahvenin, ketçapın insanda şehvet duygusu uyandırdığını söyleyen profesörler mi yoksa bir çoban mı? Bunun Takdirini size bırakıyorum.

Hal böyleyken dizi eleştirdiğimiz için gözaltına da alınırız da, yargılanırız da. İdamı geri getirmeyi düşünüyorlar zaten, artık idam da ederler…

 

İlginizi Çekebilir

Sibel Özbudun: Mezuniyet Ritüelleri; Nereden Nereye?
Hasip Kaplan: 12 Eylül Darbesi Ve İdamlar

Öne Çıkanlar