Bazı bayramlar vardır, insanların neşesidir. İsmi bayram olduğu için normal olanın bu olması gerekirken, bazı bayramlarsa sadece sivil ve askeri bürokrasinin kendini gösterme, hükümünü yeniden teyit etme ayini gibidir.
Bizim bayramlarımız ikinci gruptandı. 19 Mayıs, Atatürk’ün gençliğe armağan ettiği şölenden çok, kaymakam ve garnizonun komutanının iyi geçerse, terfi edebileceği törenlerdi. İlkokul’da 23 Nisan çocuk bayramından ne çektiysek, lise yıllarında 19 Mayıs gençlik bayramında da aynı eziyeti yaşıyorduk.
Nisan soğuğu içimize kadar işlemişti ama biz sabahın sekizinde okulun önündeydik. Atlet, şort, çıplak diz, mor burun tam teşekkülü oradaydık. Müdürümüz Resul Bey, tam tekmil iştima aldı. Resul Bey’in üstünde 40 yıllık bir kaşe pardösü, ayağında postal. Elinde Gençlik Marşı’nın sözleri… “Bu yıl da cumhuriyet için biraz üşüyelim çocuklar!” dedi. Tam 30 gün düzenli provalarla 19 Mayıs törenlerine hazırlık yapardık.
Bunları da askerî taburun helikopter pistinde yapardık. Üzerinde “Buraya helikopter iner” yazan o betonda, biz diz çöküp vatanı selamlardık. Diz kapağımız bu bayramlarda yara alır, kaç gün sonra ellerimizle yaralarımızın kabuklarını sökerdik.
19 Mayıs gençliğe diz çöktürme bayramıydı.Donmuş popolarla sabit dururduk çünkü az sonra Kaymakam ve garnizon komutanı teşrif edecekti. İşte orası tam bir işkenceydi. Biz soğuktan donarken, bu adamlar uzun uzadıya günün anlam ve önemini belirten konuşmalar yapar, adeta ‘Geberin banane, bugün bayram’ der gibi bir yüz ifadesi takınırdı.
Ardından sıra kuleye gelirdi. Üç katlı insan piramidi. En tepeye bayraklı bir minik. Bu kule, sadece fiziksel bir yapı değildi. Sivil ve askeri bürokrasi o kuleye bakar, “İşte Cumhuriyet dimdik ayakta” diye gururlanırdı. Ama kimse Kemal’in omuzlarından çıkan çıtırtıyı duymazdı.
Bu çocuk bildiğiniz taşıyıcı kolondu. Kuleye sırtına basılarak çıkılırdı.Yüzde yüz çökme riski vardı ama olsun, milletin istiklâli ve istikbali için Kemal’in omuzlarına ihtiyacımız vardı. Geçenlerde rastladım, bir omuzu düşük yürüyordu, kabadayı falan olmuş sandım ama değilmiş, 19 Mayıslarda omuzlarından yükselen kule için sağ omuzu sol omuzuna göre düşük kalmıştı. O da bu vatan için bir omuzunu vermişti. O günleri konuşunca, gülerek; ‘ Desene Gazi Kemal olmuşum da haberim yok’ demişti.
Bir de Gülay vardı, en önde marş söyleyen. Güzel sesli, akıllı bir kızdı ama bir gün yanlışlıkla “Dağ başını duman almış” yerine “Yağ başını duman almış” deyince müdür Resul Bey’in radarına girmişti. “Bunlar Atatürk’ün marşı kızım, dikkat edeceksin!” diye bağırmıştı. Gülay, o günden sonra sustu ve bir daha kimse ile konuşmadı.
Resul Bey, bir keresinde ‘Dağ başını duman almış, yürüyelim arkadaşlar’ diye gençlik marşını okuyarak ısınacağımızı söyledi. İçimizden bazıları gaza gelip, yüksek sesle marşı okumaya başladı ama Yaşar arkadaşımız, fazla ısınmış olmalı ki, marş biter bitmez, ‘Allah Allah Allah bu nasıl sevmek’ diye türkü çığırınca, Resul Bey, onun da çenesine yumrukları indirmişti.
Bayrağı göndere çekenin işi daha zordu. Sinan arkadaşımız, bir keresinde ipleri karıştırınca bayrağı yukarı çekmek yerine aşağı indirince ortalık bayağı bir karışmıştı, Sinan’ın neredeyse ‘Vatan haini’ denilerek okuldan atılmasına ramak kalmışken, babası imdadına yetişmiş ve oğlunu zor bela vatansevicilerinin elinden almıştı.
Resul Bey’in gözünde biz sadece öğrenci değil, resmi ideolojinin küçük piyadeleriydik. Her prova, bir tür törensel itaat alayıydı.Cumhuriyet’in erdemlerinden sayılıyordu: ” Gençlik üşümez, vatan bölünmez”.
Tabi, tüm resmi tahakkümden kurtulup sokağa çıkınca, Grup Yorum’un ‘Dağlara gel dağlara’ şarkısının çalındığı kahvelere gider, özümüze dönerdik.
Bugün 19 Mayıs deyince içimi garip bir sıcaklık değil, hâlâ üşüme kaplıyor. Çünkü bizim için bu bayram, neşeyle koşulan bir gençlik şöleni değil; zorla dayatılmış bir beden terbiyesi, bir ideoloji jimnastiğiydi.
Ama mesele yalnızca bir marş, bir kule, bir yürüyüş değildi. Bu bir ritüeldi. Kemalist yönetimin yıllardır inşa ettiği o kutsal ayinlerden biriydi. Biz çocuklar, devletin tarih müsameresinde sadece birer figürandık. Bayrak taşıyan, kule olan, soğukta yürüyen genç vatan muhafızlarıydık. Her 19 Mayıs’ta, Cumhuriyet yeniden icat edilir, Mustafa Kemal yeniden Samsun’a çıkar, Kemal, yeniden yeniden bu yükü omuzlanır, biz üşümeye devam ederdik.
Aradan 30 yıldan fazla zaman geçti. Kemal’in hâlâ bir omzu düşük, Gülay, hayata küstü ve bir daha kimse ile konuşmadı. ‘Allah Allah’ türküsünü söyleyen Yaşar arkadaş, 7 yıl siyasiden yattı çıktı, çenesi hala az yamuk duruyor. Sinan, hala bayrak direği yerden hızla uzaklaşıyor.
Geçenlerde birlikte lise okuduğumuz Saray Belediye Eş Başkanı Şahabettin Bilmez başından geçenleri şöyle anlatmıştı: ” 1987 yılında İlkokul 5. sınıfta sınıf başkanı oldum, bir ay sonra okul müdürü müdahale edip, beni görevden aldı, yerime polisin oğlunu sınıf başkanı yaptılar. 30 yıl sonra Belediye Eş Başkanı oldum, bu defa devlet müdahale etti, beni görevden aldı, kayyum atadılar”
Bu hikaye ile demek istediğim şudur:
Şimdi bazıları ‘ Türkiye eski Türkiye değil değil, bu ülkede çok şey değişti’ falan diyorlar. Oysa, devlet, 7’sinde neyse 77’sinde de odur. Can çıkar, zihniyet çıkmaz.