Yeni süreç tartışmalarıyla yeniden gündemin önemli bir konusu haline gelen ‘çözüm süreci’ tartışmaları ve PKK lideri Öcalan’ın yeni dönemde üstleneceği role ilişkin arayışlar da sürüyor. Bahçeli, Öcalan’a ‘örgütünü tasfiye et’ çağrısı yaparken, KCK’den de ”Öcalan’ın bütün bileşenlerle birlikte geliştireceği sürecin arkasında olacağız” açıklaması geldi.
Gündemin bu yakıcı konusunu geçmiş süreçleri ve İmralı’daki gelişmeleri yakından izleyen PKK lideri Öcalan’ın avukatlarından Ömer Güneş ile konuştum.
Filiz Deniz/ Nûpel
”Bahçeli’nin açıklamasında, hem tecridin sorumluluğunun itirafı hem de Kürtlerin bırakın kolektif hakları, bireysel haklara bile sahip olmadığının itirafı bulunmaktadır” diyen Güneş, ”CHP lideri Özgür Özel’in açıklamalarını ise, ”Kürtlerin devletsiz olduğu ve aynı zamanda eşit vatandaş olmadıklarının itirafı” olarak değerlendiriyor. ”Öcalan’ın ev hapsine alınması yeterli değildir” diyen Güneş, ” Sayın Öcalan’ın tamamen serbest bırakılması gerektiğini” belirtiyor.
Öcalan’ın avukatı aynı zamanda araştırmacı-yazar ve hukuk insanı olan Güneş’e yönelttiğim sorular ve onun verdiği cevaplar şöyle:
MHP Lideri Bahçeli’nin, sizin de müvekkiliniz olan PKK Lideri Öcalan’ın ‘umut hakkından’ yararlanmasını ‘örgütü tasfiye etmesi’ şartına bağlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Umut hakkı, uluslararası bir mahkeme olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından tanınmış ve Türkiye için bağlayıcılığı olan bir karardır. Bahçeli’nin, umut hakkını örgütün tasfiye edilmesi şartına bağlaması, aslında Türk yönetim geleneğinde sorunların demokratik yollarla çözülmesine dair bir geleneğin olmadığının retorik bir yansımasıdır. Başta Kürt sorunu olmak üzere, Türkiye 100 yıldır hiçbir sorunu demokratik yollarla çözememiştir. Demokratik çözüm konusunda ne bir birikimi ne de bir geleneği bulunmaktadır.
Derridacı bir yapısökümle metni çözümlersek, Bahçeli’nin konuşmasındaki ‘Hüküm cümlemdir’ ifadesi, aslında Türk devlet geleneğindeki bir Padişah ya da Hakan söylemini yansıtır. Bu, bir devlet başkanının devlete isyan eden bir kişiye yönelik yukarıdan bir sesleniş tarzıdır: ‘Gel, örgütünü tasfiye et, ben de seni affedeyim.’ Bu yaklaşım, karşısındakini eşit görmeyen, demokratik bir zihniyetten sadır etmeyen, geleneksel mütehakkim bir siyaset tarzının retorikse tezahürüdür.
Kürt sorunu demokratik bir müzakere sürecine evrilir mi, bilmiyorum. Ancak evirilirse, Bahçeli veya Türk tarafının Kürtlere eşit bakmayan, üstten bakan bu yaklaşımı, Kürt sorununun ağırlığı ve boyutu nedeniyle aşılacaktır. Kürt sorunu, uzun bir süredir Orta Doğu’nun uluslararası bir sorunu haline gelmiştir. Şu ana kadar, Türk devleti Rojava dışında bu durumu, uluslararası hegemonik güçlerin de desteğiyle kontrol edebiliyordu. Ancak son bir yıldır devam eden İsrail-İran savaşından sonra, Kürt sorununu kontrol etme yeteneğini kaybetmeye başladı. Görünen o ki, önümüzdeki süreçte Kürt sorununu kontrol edebilecek araçlar büyük ölçüde Türkiye’nin elinden çıkacaktır. Bu nedenle, Kürt sorununun boyutu ve ağırlığı, Bahçeli’nin söylemlerinin ya da zihniyetinin çok ötesindedir. Süreç müzakereye evrilirse Türk yöneticilerin bu demokratik olmayan söylemleri aşılacaktır.
‘Umut hakkı’ gibi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de dikkat çektiği ve Öcalan’ın yararlanması gerektiğini söylediği hukuki bir hakkın siyasi bir meseleye dönüştürülmesini sürecin geleceği açısından nasıl görüyorsunuz?
Mevcut düzende siyaset ile hukuk arasında keskin bir ayrım yoktur. Siyasi bir mesele, aynı zamanda hukuki bir meseledir; hukuki bir mesele de siyasi bir konudur. Bu iki alan arasındaki keskin ayrımın olmadığını, her gün mahkemelerin verdiği kararlardan görebiliyoruz. Özellikle, Öcalan gibi bir halk lideriyle ilgili devletin verdiği hiçbir karar hukuki olamaz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu alanlarda verdiği kararlar da büyük oranda siyasidir. Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinin alacağı kararlar da tamamen siyasi bir nitelik taşır. Elbette, uluslararası alanda bir hukuk mekanizmasının varlığı önemlidir; bu mekanizmanın belirli bir aşamada işlevsellik göstermesi de değerlidir. Ancak bu durum, hukukun ideal bir bicimde şekillendiği anlamına gelmez.
Burada önemli olan, biz Kürtler için kritik bir nokta, Sayın Öcalan’ın teorik ve pratik anlamda yetkin bir müzakereci kişiliğidir. 2011 yılında Sayın Öcalan’ın devlete yazdığı iki sayfalık bir metin vardı. O metin, Sayın Öcalan’ın müzakereci yönünü çok net bir şekilde ortaya koyuyordu. Çünkü taraflar arasında psikolojik bariyerleri aşmak son derece önemliydi. Sayın Öcalan orada kendini hakem konumuna koyarak, aynı zamanda bir psikolog veya psikoterapist gibi, devletin kaygılarının antidemokratik bir zihniyetle özdeş olduğunu ve bunun demokratize edilmesi gerektiğini sürekli telkin ediyordu. En azından devlet kendini yeterince hızlı ve etkin bir şekilde değiştiremese bile, Kürtlerle yaşamayı ve Kürt kimliğiyle yaşamayı öğrenmesi gerektiğini vurguluyordu.
Türkiye’de olayın Öcalan’ın hukuken elde etmiş olduğu bir hak olarak değil de, ‘terörün sona ermesi’ olarak tartışılması, Öcalan ve tecrit meselesinin partiler arasında polemik konusu haline getirilmesi neye işaret ediyor?
Mbembe’in deyimiyle, mütehakimlerin uyguladığı şiddet, diğer tüm şiddetlerin anasıdır. Kürt hareketinin şiddeti ise bir karşı şiddettir. Dolayısıyla biz Kürtler açısından ortada esas tartışılması gereken konu devlet terörü, şiddeti ve asimilasyon politikalarıdır. Asıl mesele, Kürtlerin kolektif haklarının nasıl çözüleceği meselesidir. Ancak Türkiye, yönetimiyle, hükümetiyle, devletiyle ve neredeyse tüm partileriyle, halkıyla birlikte ırkçı bir tek bedene dönüşmüş durumdadır. Bu nedenle, demokratik kavramlarla durumu izah etmeleri mevcut bünyelerine ağır gelir. Ancak çözüm, demokratik bir müzakere sürecine dönüştüğü anda, bir yanda gerilim alanları artar, aynı zamanda bu mültehakim retorik de değişmek zorunda kalacaktır.”
Bu süreç, özellikle Bahçeli’nin Sayın Öcalan’ın infaz durumuyla ilgili söylediği şok edici sözlerle başladı. Ancak aslında bu sözlerin bizim için şok edilecek ya da şaşırılacak bir tarafı yok. Türk tarafı, bize çok daha fazla şok edici beyanlarda bulunabilir ve beklenmedik hamlelerde bulunabilirler. Bizim tahayyül edemeyeceğimiz şekilde bir esneklik kabiliyeti göstererek siyasetlerini dönüştürebilirler. Elbette bütün bunları devletin bekası“ saikiyle yapacaklar, bizim için ya da demokratikleşme için değil. Türk Devleti, 1919 ve 1923 yılları arasında Kürtlere hem haklarını vermemek hem de Kürtleri yanında tutmak için bütün siyasi oyun yeteneklerini sergilediler. Hatta Lozan’da Kürtlerin kendi kendilerinin aleyhinde beyanda bulunmasını sağladılar. Bu konuda oldukça maharetlilerdi. Kürtleri sahipsiz ve statüsüz bırakmayı en başından itibaren bir siyaset tarzı olarak benimsemişlerdi. Ancak bunu kamuoyuna açıklamıyorlardı; Kürtlere farklı bir şekilde yansıtıyorlardı. ‘Kürt özerkliğinden yanayız, Kürtlerin her türlü hürriyetinin sağlanması taraftarıyız’ şeklinde bir söylem geliştiriyorlardı. Hatta meclisteki Kürt milletvekilleri “Kürdistan Mebuslari diye anılıyordu. Kürt kıyafetleriyle Meclis’e geliyorlardı. Atatürk bazı Kürt Şeyhlerinin elini öptü. Fakat Türkiye kendi devletini kurduktan ve kendini tahkim ettikten sonra, dönüp Kürtleri asimile etme yoluna gittiler. Diğer bir deyişle saklı siyasi ajandalarını uyguladılar. Kürtlerin elindeki tüm özerklik alanlarını yok ettiler. Uzun vadeli bir yok etme, asimilasyon ve savaş stratejisi izlediler. Çok partili döneme geçişten sonra da Kürtleri yeniden sistem içerisine kimliksiz alma yoluna gittiler.
100 yıl sonra yeni bir cumhuriyet kurulmuş ve bu cumhuriyetin içinde Kürtlerin hiçbir alanda yer almasına izin vermediler. Yani politik olarak Kürtler bu süreçte yer almadılar. Bu nedenle, diş faktörler nedeniyle Kürtleri belli oranlarda ve belirli şartlarla sistem içine dahil etme arayışı söz konusu. Bahçeli’nin konuşmasında Kürtlere yalnızca bireysel haklar verileceği, kolektif hakların ise hiçbir şekilde tanınmayacağı belirtiliyordu. Dolayısıyla, bu aynı zamanda bir devlet görüşüdür. Yani, Kürtleri en alt düzeyde, minimum haklarla sistemin içine dahil etmek ve dışarıda ise Kürtler üzerinden yeni bir postkolonyal güç elde etmeye yönelik bir yaklaşım söz konusudur.
Sayın Öcalan ve Kürt Hareketi, devleti tanıma noktasında, özellikle dış gelişmeleri ve dünyayı okuma konusunda oldukça ileridedir ve bu konuda yetkin bir bilgi sahibidirler. Ayrıca, muazzam bir Kürt entelejiyası oluşmuştur. Kürt aydınları, Kürt yazarları ve Kürt toplumu son derece bilinçli, birikimli ve donanımlıdır; Türk devletini tanıma noktasında ileri bir düzeydedirler. Belki şu an içinde bulundukları durum sıkışık olabilir, Rojava yönetimi de henüz hukuki bir kimlik kazanmış değil. Ancak netice itibarıyla Kürtler siyaseten bilinç noktasında ve örgütleme anlayışı konusunda son derece ileri bir noktadadır. Türk devletinin oyunlarına gelecek durumda olduğunu düşünmüyorum.
İktidara yakın kaynaklar MHP Lideri Bahçeli’nin bu çıkışıyla büyük bir ‘’Kürt meselesini sona erdirecek’ büyük bir oyun kurduğunu söylerken, bazı Kürt siyasetçiler de bunun ‘tehlikeli bir plan’ olduğunu söylüyor ve Bahçeli’nin açıklamasının ciddiyetten yoksun olduğunu belirtiyor, bunu nasıl değerlendirmeli?
Dünyadaki ulusal meselelerin tarihine, özellikle 20. yüzyıla baktığımızda, genellikle bu sorunların iki şekilde çözüm yoluna girdiğini görüyoruz. Birincisi, ya devlet, iç ve dış dinamiklerin değiştiğinin farkında, mevcut politikalarla dünyaya entegre olamayacağının farkında. O toplumun demokratik geleneklerinin de güçlü dinamiklere sahip olması sayesinde, artık o sorunu taşıyamaz hale gelir ve çözüm arayışına girer. Yani devlet demokratikleşmeye gönüllüdür, demokratikleşme düzeyini de demokratik toplumsal muhalefet belirler.
İkinci çözüm seçeneğinde ise devlet-hükümet, demokratikleşmek istemez; sorunu demokratik yoldan çözme gibi bir arayışı veya zihniyeti yoktur. Ancak, iç ve dış dinamikler devleti buna mecbur bırakır; bu durumda devletin başka çaresi kalmaz ve istemese de dönüşmek ve demokratikleşmek zorunda kalır. Yani, bu süreç zorunlu bir seçenek olarak ortaya çıkar.
Türkiye aslında daha çok ikinci seçenek görünüyor. Fakat şöyle bir farkla, Türkiye Kürtlere bir takım en alt düzeyde minimum haklar vererek Kürtler üzerinden İran etkisinin azalacağı tüm alanlara Kürtler üzerinden gücünü yeni bir düzeyde tahkim etmek amacındadır.
Yeni sürecin devlet tarafında görülen en önemli durumu, hükümet ve muhalefetin bu sürece bir bütün olarak destek vermesidir. Türk devleti, Kürtlerin yararına fikir birliği ile hareket edemeyeceğine göre mecburi olarak girdiği bu yolda bir taraftan da Kürtlerin elini zayıflatmak amaçlı tasfiyelerine yönelik çok ciddi ve kapsamlı bir plan hazırlanmaktadır. Dolayısıyla MHP liderinin, daha doğrusu Cumhur İttifakı’nın bu çıkışı bu yönüyle tehlikeli bir plandır. Bu süreç oldukça karmaşık ve girift bir sürece benziyor. Türkiye tarafından da epeyce itirazlar geleceği öngörülüyor. Belki bu durum, kendi iç dinamikleri üzerinden bir klik savaşlarının başlamasına da yol açabilir. Ayrıca, Kürtlerle ilgili planlamalarda bir iç konsensus yok gibi görünüyor. Uzlaşılmış bir metinden ziyade genel bir istikamet var gibi görünüyor.
Esas mesele Kürt tarafının süreci nasıl ele alacağı, hangi stratejik akıl ve metodolojik vasıtalarla ilerleyeceği, daha önemlidir. Çünkü Türkiye’yi bu yola iten faktörler, daha çok dış dinamiklerdir. Kürtler Rojava’da bir güç haline geldi ve her şeye rağmen kuzeyde tasfiye edilemedi. Ayrıca, Rojhilat’ta da dinamik, yeni bir güç olarak sahneye çıkma olasılığı bulunmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin esas korkusu, İran zayıflarsa Rojhilat’ta bir Kürt etnisitesinin güçlü bir şekilde sahneye çıkmasıdır. Türkiye bunu kendi bekası için ölümcül bir vakıa olarak değerlendirmektedir. Dolayısıyla, Türkiye şimdiden bunun önünü almak istiyor. Kürtler Rojhilat’a yeni ve dinamik bir güç olarak sahneye çıkmadan önce, Kürt hareketini tasfiye etme çabası içerisindedir.
Bahçeli açıklamasında bir yanıyla da Öcalan’a uygulanan tecrittin sorumluluğunu da itiraf etmiş oldu, bunun İmralı’dan sorumlu CPT ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bir yansıması olur mu? Ayrıca olmaları, uluslararası kurumlar açısından bu açıklamanın ne tür sonuçları olabilir?
Bahçeli’nin açıklamasında, hem tecridin sorumluluğunun itirafı hem de Kürtlerin bırakın kollektif hakları, bireysel haklara bile sahip olmadığının itirafı bulunmaktadır. Özgür Özel’in açıklamalarında ise, Kürtlerin devletsiz olduğu ve aynı zamanda eşit vatandaş olmadıkları itirafı var. Dolayısıyla, hem hükümetin hem de muhalefetin Kürtlere yönelik beyanları, Kürtlerin hiçbir hak sahibi olmadıklarına dair itiraf niteliğindeki metinlerdir.
Bugün yaşanan süreç ile 2013- 15 yıllarında yaşanan ‘çözüm süreci’ arasında ne tür benzerlikler ve ne tür farklılıklar var? Bir karşılaştırma yapacak olursanız neler söyleyeceksiniz?
2013-2015 yıllarındaki çözüm sürecinin Türkiye açısından temel motivasyonu, Kürtler aracılığıyla Arap Baharı’nın yaşandığı bölgelere müdahil olmak, Kürtler üzerinden yeni bir güce ulaşmak ve bu sayede bölgesel olarak toprak alanında da büyümekti.
Şu an başlayan süreçte ise Türkiye’nin temel motivasyonu, bu kez Arap Baharı üzerinden değil, İsrail-İran savaşıyla güç kaybeden İran’ın zayıfladığı alanlarda Kürtler aracılığıyla söz sahibi olmak. Aynı zamanda Kürt etnisitelerinin, özellikle Rojava’da ortaya çıkmasını engellemek ve orada fiili olarak kurulan Kürt otonomisini mümkün olduğunca zayıflatmak, kontrol altına almak ve bir Kürt birliğinin oluşumunun önüne geçmek. Dolayısıyla, her iki sürecin de ana motivasyonu Türkiye açısından Kürtler üzerinden yeni bir güce ulaşmak. Sadece uygulama alanları kısmen farklı.
2013-2015 çözüm sürecinden Kürt tarafı olarak Rojava’da yeni bir yönetim kurarak kazançla çıktık. Bu süreçte de Rojhılat’ta yeni bir Kürt realitesi ya da dinamik bir Kürt etnitesi ortaya çıkabilir. Öcalan’ın liderliği son derece önemli bu anlamda.
2013-2015 sürecinde sürecin başarıya gitmesi için gerekli siyasi ve toplumsal tedbirler alınmamıştı. Şu anda Türkiye’de hem süreci akamete uğratabilecek gelişmelere karşı bir hazırlık görünmüyor hem de Kürtlerle demokratikleşme yönünde toplumsal bir dayanışma yok. Çatışmalı durumu sonlandırma ve demokratikleşme süreçlerinden İspanya örneğinde süreci akamete uğratabilecek her türlü alana karşı tedbirler alınmıştı. Yine İspanya örneğinde muazzam bir toplumsal dayanışma varken, Türkiye’de bu durum mevcut değil. İspanya’da işçi sendikalarının büyük bir rol oynadığı gözlemlenmişti; fakat Türkiye’de böyle bir alan bulunmamaktadır.
Yine Afrika örneğinde, bizzat devlet başkanı FW. de Klerk Güney Afrika’nın demokratikleşmesinde son derece önemli bir rol oynamıştır. Mandela ile yapılan müzakereler kısa bir süre sonra, Mandela’nın ev hapsine çıkmasıyla devam etti. Bir müddet sonra da Mandela’ya hakem olma görevi verildi. Aslında onun durumu ev hapsi olarak adlandırılsa da, çok daha iyi şartlarda kalıyordu. Müzakereler bu şekilde yürütüldü. Sayın Öcalan da onceki süreçlerde müzakere yürütebilmek için tutuklu durumunun tartışılmasını önermişti. Bunu defalarca dile getirdi; ‘Boş bir havuzda yüzüyor gibiyim’ demişti. Dolayısıyla Sayın Öcalan, eğer şartlar düzenlenmezse bu sürecin başarılı olma şansının olmadığını belirtmişti. Su anda ise infaz durumunun tartışmaya açılması önemli. Ancak bu süreçte Sayın Öcalan’ın durumu için infaz meselesinin halledilmesi, yani Sayın Öcalan’ın ev hapsine alınması yeterli değildir. Çünkü infaz yasasının değiştirilmesi, belirli şartlara bağlı bir meseledir. Sayın Öcalan’ın tamamen serbest bırakılması gerekmektedir.
Yeni dönemde başlayıp başlamadığını henüz bilemediğimiz bir görüşme veya müzakere sürecinde taraflar dışında bir ‘üçüncü göz’ gerekiyor mu? Geçmiş deneyimler ve özellikle de dünyadaki çatışmalı süreçlerin barışçıl çözümü açısından üçüncü bir tarafın da zamanla sürece katılma olasılığı var mı? Olmalıdır mı? Bu konuda ne düşüyorsunuz?
Görüşme veya müzakere sürecinde taraflar dışında üçüncü bir gözün gerekip gerekmediği, o sorunun özel şartlarına bağlıdır. Örneğin, İspanya deneyiminde, Franko’nun ölümünden sonra demokratik bir sürece evrildiklerinde üçüncü bir göze ihtiyaç duyulmadı. Ancak sürecin sağlıklı işlemesi için siyasi ve toplumsal alanda maksimal düzeyde tedbirler alınmıştı. Süreci başlatan ve yöneten Kral Juan Carlos, gelebilecek tepkileri minimize etmek amacıyla siyasal ve askeri önlemler aldı. Üçüncü bir göz o süreçte gerekli olmadı. Fakat Afrika deneyiminde, üçüncü bir göz önemliydi. Müzakereler tıkandığında tarafların önünü açabilecek bir arabulucu gerekiyordu. Afrika’da üçüncü göz belli bir noktaya kadar devredeydi, fakat sonrasında Mandela’nın karizmatik ve insancıl liderliği sürecin sağlıklı ilerlemesi için yeterli hale geldi. Kürtler ile Türkiye arasındaki sorunda ise üçüncü gözün son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü burada gerilim ve tartışılabilecek alanlar oldukça fazla.
Türkiye’de demokratik bir sürece evrilme yönünde ne güçlü bir devlet ve hükümet iradesi ne de köklü bir demokratik gelenek var. Bireysel olarak bazı aydınlar ve kişiler bulunsa da bunların inisiyatif alabilmesi, tamamen hükümetin veya devletin onayına bağlıdır. Ayrıca Kürt sorunu artık tüm Orta Doğu’yu ilgilendiren küresel bir boyuta ulaşmıştır. Bu nedenle, Kürt sorununun demokratik çözümünü isteyen bir veya iki devlet, ya da uluslararası sivil organizasyonlardan oluşan bir heyetin, üçüncü göz olarak bu süreçte yer alması, sürecin sağlıklı bir şekilde yürütülmesine önemli ölçüde katkı sağlayacaktır.
Sayın Öcalan, önceki çözüm süreçlerinde de üçüncü tarafın katılımını önemli ve gerekli görüyordu. 2013-2015 yılları arasındaki çözüm sürecinin akamete uğramasının en önemli nedenlerinden biri, üçüncü gözün veya üçüncü tarafın olmamasıydı. Türkiye şartlarında bu gerçekten de gerekli. Belki de bir üçüncü taraf olsaydı, her iki tarafı gözlemleyip tıkanma noktalarında onların önünü açma durumu gerçekleşebilirdi. Bu durumda çözüm süreci belki biraz daha farklı gelişebilirdi.
Aslında 90’lı yıllarda da Sayın Öcalan, uluslararası garantörlük talep etmişti. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Kürtler, Türklerle olan meselelerini kendilerinin çözeceğini belirterek üçüncü tarafın hiçbir şekilde dahlini istemediler. Ancak sonrasında Türkiye tarafından büyük bir ihanete uğradılar. Su an o noktada değiliz elbette. Politika, güven esasına değil, menfaatlerin örtüşmesine ve rasyonel ilişkilere göre yapılır. Kürt Hareketi siyasi çözüm konusunda samimi fakat rasyoneldir.
Bir gazeteci olarak bunu sormadan edemiyecem, neden böylesi bir süreçte Kürt hareketi Kürt basınına, aydınlarına ve toplumuna süreçle ilgili sağlıklı bir bilgilendirme yapmıyor? Sürecin şeffaf olarak yürütülmesinin ne gibi sakıncaları olabilir?
Kürtler, hem Avrupa’daki Kürtler hem Türkiye ve Kuzey’deki Kürtler, gündemi demokratik bir şekilde tartışarak güçlü bir sözcülükle süreci yönetmelidir diye düşünüyorum. Buradaki güçlü sözcülük, belirli bir kurumun veya parti sözcülüğünden ziyade, genel anlamda bu süreçten sorumlu bir sözcülüğün kurulmasını ifade etmektedir. Bu sözcü, periyodik olarak düzenli, şeffaf ve açık bir şekilde sürecin gidişatını açıklamalıdır. Elbette ki gizli yapılan görüşmeler ve gizli kalması gereken alanlar vardır; ancak bu tür bilgilerin dışında kalan her şey, şeffaf bir şekilde ve zamanında Kürt kamuoyuna duyurulmalıdır.
Öcalan esaretiyle ilgili tartışmalarının Rojava’nın statüsü açısından sürdürülmesini nasıl yorumluyorsunuz? Türkiye’deki hukuki bir meseleyi Suriye’deki siyasal bir meseleye bağlamak ve buradan tartışmakla ne amaçlanıyor?
Bu, çok gereksiz bir tartışma. Sonuç alınabilecek bir politika da değil esasen. Yani Türk tarafı bu konuda ısrar ediyor gibi. Fakat bu, boşa enerji harcadıkları bir konu. 2013-2015 çözüm sürecinde de aynı konuda ısrar etmişlerdi ve süreç tıkanmıştı. Kürtler Rojava’da tasfiye edilmediği gibi, çok daha güçlü bir pozisyona geldiler. Şu an Ortadoğu’nun önemli bir gücü haline gelmiş durumdalar.
Bu sürecin ileri sürüldüğü gibi Erdoğan’ın yeniden seçilmesi ile bir alakası var mı? Bu konuda siz ne dersiniz?
Evet, bu mümkün olabilir; sürecin bazı iç sebepleri de bu duruma katkı sağlamış olabilir. Bunlardan biri de Erdoğan’ın seçim hesapları olabilir. Ancak bu süreç büyük ölçüde dış dinamiklerle açıklanabilir. Tarihin Kürtlere fırsatlar sunduğu bu zamanlarda, Kürtlerin tarih sahnesine çıkması ve güçlü bir şekilde yer edinmesi kaçınılmaz görünüyor. Türkiye ise bu gücü bükmek, azaltmak, kendi lehine kullanmak ve tamamen kontrol altına almak istiyor. Bütün mesele bu.
Neden böylesi bir süreç Devlet Bahçeli üzerinde açıklanıyor. Erdoğan’ın tüm sorumluluğu Bahçeliye yüklemesi nasıl bir ironi?
Muhtemelen bu durumun birkaç sebebi var. Birincisi, süreç işlemezse veya yarıda kalırsa, bu siyasi sorumluluğu kendi üzerinden atmak ve sorumluluğu dağıtmak istemesidir. Bir diğer neden, gelebilecek tüm eleştirileri, kendisini devletin sahibi olarak gösteren Bahçeli’ye yöneltmek ve bu eleştirileri kırmak veya dağıtmaktır. Ayrıca, sürecin başarılı olması durumunda, bu başarının Cumhur İttifakı’na bir güç kazandıracağı inancı da söz konusu olabilir.