Türkiye’de her gün yeni bir ‘Karakuşi’ hikayesi arz-ı endam ediyor, ‘Dünya lideri’nin devletinde ‘her şey mümkün’ çünkü. Sabaha karşı kapıları kırılarak işgal edilen Diyarbekir’imizin eş başkanı sayın Adnan Selçuk Mızraklı’nın yerine vali bir çırpıda kayyum atanıyor.
Birkaç gün önce yine malum bahanelerle görevden alınan Pasûr (Kulp) belediye eş başkanı sayın Mehmet Fatih Taş’ın yerine de kayyum olarak kaymakamı atıyor.
Yani ‘bir kayyum bir kayyuma gel beraber bir kayyum atayalım demiş’ gibi bir durum yaşanıyor. Gülelim mi ağlayalım mı? Türkiye’de bu tür olaylar yeni değil ama bir türlü bitmemelerinin yükü ağır; alışmadık, alışmıyoruz ve alışmayacağız da…
Dün ve bugün yaşanan iki şey, pek de ‘sürpriz’ sayılmasalar da yine de ‘alışmadık, alışmıyoruz ve alışmayacağız’ ruhu ile üzücü tabii ki.
Bilindiği gibi dün bir mahkeme, avukatların bir süre önceki başvurusu üzerine sayın Selahattin Demirtaş’ın cezaevinde kaldığı yaklaşık 25 aylık sürenin 4 yıl 8 aylık hapis cezasından düşülmesi kararını alarak tahliye yolunu açarken, Ankara Savcılığı alelacele aynı davadan yeni bir soruşturma başlatarak sayın Figen Yüksekdağ ve Demirtaş’ın tutuklanmalarını talep etti.
Sulh Ceza Hakimliği de, alelacele Demirtaş ve Yüksekdağ’ın tutukluluğuna devam kararı verdi. Hem de Demirtaş’ın AİHM Büyük Dairesi’nde görülen davasından iki sonra.
Bugün de kayyumbaşı Erdoğan İstanbul’da “Sokağa insanları çağırıp ondan sonra Diyarbakır’da 53 evladımızı öldürenleri bu millet unutmuyor ve unutmayacaktır. Sonuna kadar bu işin takipçisiyiz, takipçisi olacağız. Bunları bırakamayız. Eğer biz bırakırsak ebedi alemde şehitlerimiz bize bunun hesabını sorar” diyerek, dünkü kararın bizzat kendisinin verdiğini bir nevi itiraf etti.
Yani, yargı ve yürütme elele, bazen bir ‘tahliye’, bazen bir ‘tutuklama’ ile güne ve esen havaya göre keyfiliğin en alasını sergiliyorlar.
Önceleri de bazı vesilelerle bazı ‘Hükm-i Karakuşi’ hikayelerine vurgu yapmıştım. Bilindiği gibi özellikle sorun Kürtler, Kürdistan ve dostları olunca, ‘Hükm-i Karakuşi’ hikayeleri bitmez. Bu hikayelerden birisini burada hatırlatmak istiyorum:
Hırsızın biri gece işe çıkmış, yağmur borusuna tutunarak balkona atlamış, balkonun parmaklığı çürükmüş, paldır küldür aşağı düşmüş, ayağı kırılmış…
“Karakuş Kadı”ya gitmiş, derdini anlatmış:
“Efendim soyacağım evin balkonuna tırmandım, lakin balkonun parmaklığı çürükmüş, beni çekmedi, düşüp ayağımı kırdım… Balkonun parmaklığını çürük yaptırdığı ya da çürük bıraktığı için ev sahibinden şikayetçiyim. Evet, hırsızlık suçtur ama, benim yaptığım hırsızlığa teşebbüs, cezası ayak kırmak değildir.”
“Karakuş Kadı” ev sahibini çağırmış:
“Ulan niye balkonun parmaklığına dikkat etmiyorsun?”
Ev sahibi başına gelecekleri anlamış:
“Parmaklığı ben yapmadım ki!”
“Kim yaptı?”
“Filan marangoz yaptı!”
“Çağırın marangozu gelsin!”
Marangoz başına gelecekleri anlamış:
“Behey marangoz, niçin balkonun parmaklığını çürük yaptın, tırmanmak, tutunmak isteyen hırsız düştü, ayağını kırdı!”
“Efendim kabahat bende değil, ben balkonun parmaklığını çakarken, ördek yeşili başörtülü bir hanım geçiyordu, çok güzeldi, herhalde gözüm ona takıldı, çiviyi boşa çaktım. Kabahat o renk başörtüsü takan kadında…”
Kadı emretmiş:
“Gidin, o kadını bulun!”
Kadın başörtüyle gelmiş, “Karakuş”un da herhalde yüreği hoplamış:
“Be hatun, niye bu kadar göz alıcı renkte başörtüsü takıyorsun? Marangozun gözü senin başörtüne takılıyor, çiviyi boşa çakıyor, tırmanan hırsız da düşüp ayağını kırıyor.”
Kadın kıkırdamış:
“Aman Kadı efendi, başörtüsünü ben boyamadım ki, boyacıya sorun!”
Kadı’nın aklı buna da yatmış:
“Gidin boyacayi alın gelin!”
Boyacı gelince “Kadı” kükremiş:
“Şu yaptığın işe bak, başörtüsünü öyle güzel boyuyorsun ki, marangozun gözü takılıyor, çiviyi boşa çakıyor, hırsız da düşüp ayağını kırıyor!”
Boyacı ne diyeceğini şaşırmış, “Karakuş” da hükmünü vermiş:
“Gidin bu boyacıyı asın.”
Çok geçmeden zaptiyeler geri gelmiş:
“Efendim boyacının boyu sehpaya uzun geliyor!”
“Gidin, kısa boylu bir boyacı bulun, onu asın..!”
Bırakalım son bir yılın bazı olaylarını, son iki günde yaşananları bir düşünün:
Hırsız kim, ev sahibi kim, marangoz kim, ördek yeşili başörtülü bir hanım kim, boyacı kim, zaptiye kim…?
Aslında biz Kürtler ve dostlarımızın başına gelenler, ‘Karakuşi’ zihniyetinden de öte. Hatta bazen diyorum ki Kadı Karakuşi şimdi yaşasaydı, kesinlikle ‘ben bile 21. yüzyılda bunların yaşanabileceğine inanmazdım’ derdi.
Bazen yaşanılan acı, kan ve gözyaşları nedeniyle nefes bile almakta zorlansak da, yine de günümüzün ‘Karakuşi’lerine ve onları bile geride bırakanlara şunu hatırlatmayı elden bırakmamak gerek, diye düşünüyorum:
Hiç de bugünkü zulmünüzle övünmeyin. Sizler de er ya da geç, bazı istisnalar hariç, gün gelir, bizzat yarattığınız böyle Karakuşi ‘hüküm’lerin kurbanı olabilirsiniz.
Bu nedenle, çok kan ve gözyaşı akmış olsa da, artık tarihten ders alın; er ya da geç demokrasiye herkesin ihtiyacı olduğunu artık anlayın; ceberrut devlet ve hükümet sorumluları olarak yerlere kapanıp tüm mazlumlardan bir an önce özür dileyin; farklı ulus, halk, grup ve birey ayırımı yapmaksızın herkesin evrensel hak ve hukuklarına artık saygılı olun…
*
Kaynak: Yazımdaki ‘Hükm-i Karakuşi’ hikayesi, Hasan Pulur’un 2009’da Milliyet’te yayınlanan bir yazısından alınmıştır.