Türk resmi tarihi 19 Mayıs 1919’u Türk Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı olarak kabul etmekte ve 1938 yılından beri bunu “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlamaktadır. 1981’de Atatürk’ün 100. doğum yıldönümü nedeniyle de 12 Eylül cuntacıları buna bir de “Atatürk’ü anma” eklediler…
19 Mayıs, Türk resmi tarihinde bir “milat”tır: Atatürk, işgal altındaki İstanbul’dan Bandırma isimli kırık-dökük bir vapurla gizlice Karadeniz’e açılır ve Anadolu’da milli mücadeleyi örgütlemek üzere Samsun’a ayak basar. Ülkenin üzerine bir güneş gibi doğan Atatürk, yurdu düşmanlardan kurtarır!..
Oysa 19 Mayıs 1919, dünyanın dört bir yanına dağılmış Pontos dernekleri, kurum ve cemaatleri çabaları sonucu Yunan parlamentosu tarafından 1994 tarihinde “Pontos Soykırımı”nın anma günü olarak kabul edildi. Giderek de dünyadaki insan hakları örgütleri ve soykırım karşıtı inisyatiflerce uluslar arası bir gün olarak kabul edilmekte. Nasıl ki 24 Nisan, 1915 Ermeni sürgün ve soykırımının sembolik başlangıcı kabul ediliyorsa…
Aslında Pontos soykırımı, 1915’deki büyük soykırımın devamı olmasına rağmen neden 1915’e değil de 1919’a tarihleniyor?
Bunun nedeni 1915’deki büyük sürgün ve soykırım harekatı yürütülürken, Pontus Elenlerinin silahlı direniş örgütlemiş olmaları, Türk resmi tarihinde “silahlı Rum çeteleri” olarak adlandırılan gerilla gruplarının etkin karşı koyuşları sürgün ve kırımı önemli ölçüde engellemiş olmasıydı.
Rus deniz kuvvetlerinin Rize ve Trabzon limanlarını abluka altına almış olmaları, Osmanlı donanmasının sahil yoluyla tehcir uygulamasını engelliyordu. Sarp Karadeniz dağları da gerillalarca tutulunca Karadenizdeki sürgün uygulaması diğer bölgelerdeki kadar etkili olamadı. Zaten Ermeni sürgünlerinde de silahlı ve kitlesel direnişin örgütlenebildiği yerlerde sürgün ve soykırım diğer bölgelere göre çok etkili olamıyordu. Van, Zeytun ve Musa Dağ’ı buna örnek verebiliriz.
Yine de Batı Karadeniz ve Pontus Kapadokyası’ndaki iç bölgeler kıyımdan kurtulamadı.
Yunanistan’ın Osmanlı imparatorluğuna resmen savaş açmamış olması, Karadeniz ve Ege ve Kapadokya’daki Elenlerin tasfiyesi için Ermenilerden kısmen farklı bir yo izlenmesine yol açtı denebilir.
İlginç olan şu ki Türk resmi tarihçileri sanki Yunanistan 1.Dünya savaşı boyunca kendileriyle savaşa girmiş gibi bir izlenim yaratmalarıdır. Yunanistan tüm savaş boyunca tarafsızlığını korudu.
Açıktan bir sürgün ve soykırım harekatı Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğuna savaş açmasına neden olabilirdi. Bu da yerel halktan da destek görecek yeni bir cephenin açılması demekti. Bu husus İttihatçıları Elenlerin vatansızlaştırılması konusunda daha temkinli bir yol izlemeye yöneltti. Öncelikle genç erkek nüfusun “Amele Taburları” adı altında silahsız olarak askere alınıp, yol yapımı, siper kazma, inşaat istihkam işlerinde oradan oraya sürülerek eritilmesi yoluna gidildi.
Böylece onların soykırım değil de “savaş zayiatı Osmanlı askeri” olarak görünmez kılınması sağlanıyordu. Kırsal nüfusun ise terörize edilerek kaçmaya, memleketlerini terk etmeye zorlanması esas alınıyordu. Bunun için “Teşkilat-ı Mahsusa” çeteleri temel bir rol oynadı: bu Çeteler Rum köylerini basıyor, yakıp yıkım dehşet sacarak diğerlerinin da kaçmalarını sağlıyordu.
Örneğin “Milli Macadelenin Galip Hocası” adıyla Celal Bey (Bayar) ve Meclis-i Mebusan Reisi Halil Menteş, Ege’deki Rumların sürülmesi işini organize ve rapor etmekle bizzat görevliydiler. Kendi aktarımlarına göre bu usülle 400 bin Rum’un kaçmasını sağlamışlardı. Aynı işi Pontos’da da Giresunlu Topal Osman Ağa Çetesi ama kanlı kırımlar eşliğinde yürütmekteydi.
1915 i Sarıkamış bozgunundan sonra Osmanlı doğu cephesinin Rus işgaline açılmıştı. Rus birlikleri ilerlemekte acele etmediyse de 1916 yılının İlkbaharından itibaren Trabzon dahil Doğu Karadeniz tümüyle Rusya’nın işgali altına girmişti. Böylece sürgün ve soykırımın hedefinde olmasına rağmen Pontos’un kalbi Rusya’nın işgali nedeniyle 1916-1918’a kadar soykırım tehdidinden uzak kalabildi.
Bölge Rusya’nın işgali altındayken beklenmedik bir gelişme oldu ve 1917 Ekim devrimi ile imparatorluk çöktü. Bolşevik yönetim kayıtsız şartsız savaştan çekildiğini ve işgal edilmiş bölgeleri boşaltacağını, buralardaki hakların ise “kendi geleceklerine kendilerinin karar verecekleri”ni ilan etti.
Böylece kısa ömürlü de olsa Trabzon Sura Yönetimi ortaya çıkmış oldu.
Fakat Osmanlı ordusu, Rusya’nın askeri olarak çekildiği bölgelere tekrar el koymak üzere 1918 başlarından itibaren harekete geçti. Bunların başında da önemli bir liman kenti olan Trabzon’un tekrar geri alınması geliyordu. Ve Türk – Osmanlı birlikleri henüz kendisini askeri olarak koruyabilecek bir örgütlenme, hazırlık yapma fırsatı bulmayan Trabzon’u, tüm Pontos ve Lazistan’ı yeniden ele geçirmiş oldu.
Ne var ki bu kez de 1. Dünya Savaşı’nın Almanya-Avusturya-Osmanlı ittifakının yenilgisiyle sonuçlandı; Osmanlı devleti 1918 Kasımında ellerini havaya kaldırarak teslim oldu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmüş olması, yüzyıllardır Osmanlı boyunduruğundaki halkların yeniden ayakları üzerine doğrulmaları için bir fırsat oluşturuyordu. Böylece Pontoslular için de yeniden yarı özerk koşullar oluştu. Bu kez öz savunmalarını güçlendirmek dahil daha örgütlü bir tutum alacaklardı. Türk resmi tarihi bunu “Pontos İsyanı” olarak adlandırmaktadır.
Mustafa Kemal gerçekte 19 Mayıs 1919’da “Pontos” bölgesine çıkarma yaptı öncelikli amacı bölgedeki Pontus direnişini kırmaktı. Bu tarihten sonraki bütün toplantı ve protokollerin temelinde “anti-Rum” ilke yer aldı. Amasya genelgesi, Erzurum ve Sivas kongrelerinde de “anti-Rum ve anti-Ermeni” temeldeki mücadele teyit eldi ve örgütlendirildi. Dolayısıyla gerçekte “Milli Mücadele” Karadeniz Rumlarının yok edilmesiyle başlayıp Önasya Rumları’nın “denize dökülmesiyle” sonuçlandı. Batı Ermenistan’ın ele geçirilmesi ve Koçgiri’deki Kürt isyanının bastırılması da bu “Ulusal kurtuluş” mücadelesinin diğer ayaklarını oluşturmaktaydı.
Ankara hükümeti Koçgiri Kürt ve Pontus hareketini bastırmak amacıyla 9 Aralık 1920’de “Merkez Ordu” adı verilen bir ordu oluşturdu. Merkez Ordu’nun kumandanı Sakallı Nurettin Paşa, Teşkilat-ı Mahsusacı Topal Osman çetesi ile birlikte en önemli figürlerden biridir. Koçgiri herakatını yürüten Nurettin Paşa, Ermeni soykırımını bitirip sıranın Kürtlere geldiğini anımsatarak “Zo’ları bitirdik, sıra Lo’larda!” deyişiyle ünlüdür. Pontuslu Rum kadın ve çocuklara uyguladığı zulümden dolayı eleştiriler karşısında Nuretin Paşa kendini şöyle savunmuştur:
“Memleketimizdeki Rumlar bir yılandır ve bu yılanların zehirleri kadınlardır”.
Nurettin Paşa, “Türk kurtuluş savaşı”nın zaferi olarak simgelenen 9 Eylül 1922 İzmir’in işgalinden bir hafta sonra Rumların izlerini silmek gayesiyle şehri yaktırmasıyla ünlüdür.
Merkez Ordu Kumandanı Nurettin Paşa’nın da isteği ile, 12 Haziran 1921’de, Bakanlar Kurulu, Yunanistan’ın Karadeniz’e çıkartma yapacağını ileri sürerek Karadeniz’i savaş bölgesi ilan etti. 13 Haziran’da, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, Nurettin Paşa’ya, “Bakanlar Kurulu’nun eli silah tutan Rumları Karadeniz sahillerinden uzaklaştırma kararı aldığını” bildirdi ve ayrıca “Rumların çeteciliğe katılmak üzere dağılmalarına” da engel olunmasını istedi. Resmi karar 16 Haziran 1921 tarihinde alınmıştır.
8 Şubat 1921’den itibaren, eli silah tutan Rumlar askere alınmış, direnişlerle karşılaşmıştı. Mart 1921’de Merkez Ordusu’na bağlı toplam 6 Amele Taburu kuruldu ve bunlara esas olarak Rumlar alındı. Birçok insan bu taburlarda telef oldu.
Pontus çetelerine karşı ilk ciddi askeri hareket, Nisan 1921’de Bafra bölgesinde gerçekleşti Bunu Topal Osman’ın bölgeye gelmesi ve Mayıs-Temmuz arasında Bafra, Niksar yörelerinde sivil halka yönelik katliamlar takip etti.
Bu karar üzerine, Samsun, Bafra ve Alaçam şehirlerinde 15 ile 50 yaş arasındaki tüm erkek nüfus tutuklandı. Ve ilk sürgün kafilesi yola çıkarıldı. Bu kafile onlara eşlik eden güvenlik kuvvetlerince kurşuna dizilerek imha edildi. Bunu diğer kafileler takip etti ve kafilelerin hemen hemen tümü imha edildi. Bu sırada, Eskişehir ve Kütahya Yunan ordusunun eline geçti. Ankara, Merkez ordu ve Topal Osman dahil tüm kuvvetleri Batı cephesine çekti. Topal Osman Batı’ya giderken 21 ve 23 Temmuz 1921 arasında Merzifon’a girdi ve büyük bir katliam yaptı.
Eylül 1921 tarihi ile birlikte sürgünün kapsamı genişletildi ve yaşlı, kadın, çocuk demeden herkes sürülmeye başlandı. Ayrıca Amasya’daki İstiklal Mahkemesi, Rumlara gözdağı vermek için faaliyete geçti. Çoğu ileri gelen Rum eşrafından 174 kişi, bu mahkemece idam cezasına çarptırılarak idam edilir. 1921 Eylülünde Malatya ve Harput yörelerine sürgün edilenler yollarda saldırıya uğrarlar, soğuk ve hastalık nedeniyle yollarda ve vardıkları yerlerde telef olurlar.
Pontos’lu aydınlar; gazeteciler, yazar-çizerler, sanatçılar, öğretmenler, öğrenciler, sporcular, yurtsever esnaflar darağaçlarında idam edildi. Partizanlara yardım etmiş olan köylerde tek bir canlı bile bırakılmadı. Ele geçirilen direnişçiler, mağaralarda, kiliselerde, gemilerin kazanlarında diri diri yakıldı.
1921 Ekim ayına gelindiğinde bilanço oldukça ağırdı:
Amasya, Samsun ve Giresun’dan 134 bin 78 kişi,
Niksar’dan 27 bin 216 kişi;
Trabzon’dan 38 bin 434 kişi;
Tokat’tan 64 bin 582 kişi;
Maçka’dan 17 bin 479 kişi;
Şebinkarahisar’dan 21 bin 448 kişi katledilmişti…
1921 yılından sonra sürgün yollarında katledilen yaklaşık 50 bin kişi ile birlikte Pontoslu Rum / Helen soykırımda hayatını kaybedenlerin sayısı toplam 353 bin kişi olarak hesaplanmaktadır.
Türk resmi kaynakları ise yalnız Karadeniz değil, tüm Anadolu, Trakya ve Karadeniz Rumlarının kaybı olarak 400 bin rakamını kabul etmektedirler.
Pontusluların büyük bir bölümü de o tarihlerde deniz yoluyla Rusya’ya sığındılar. Genellikle sahil kentlerinde mülteci olan Pontuslular, 2. Dünya savaşında Yunanistan’ın Nazi ordularına karşı direniş savaşına katılmak için gönüllü olmuşlardı. SSCB’nin çözülmesinden sonra 1990’yıllar boyunca da Yunanistan’a gitme eğilimi ağır bastı. Daha önceleri Lozan’da Türkiye ile karşılıklı nüfus mübadelesi ile anlaşmış bulunan ve Karadenizli Rumları gündeme getirmemeye çalışan Yunanistan’da Pontos’a karşı olan duyarlılık canlandı: Hafızanın yeniden uyanışı…
Buna karşılık Rum nüfusu ancak “Müslümanlık” şartıyla tarihsel vatanlarında kalabildiler. Pontusluların bir kısmı “Rumca konuşan Müslümanlar” olarak tanımlanarak mübadele dışında kalabildiler.
Bugün “Türk ulusal kurtuluş savaşının 100. Yılı” kabul edilerek 19 Mayıs daha varfulu biçimde kutlanmaktadır.
Birçok yazımda da belirttiğim gibi gerek Kürt ulusal demokratik hareketi ve gerekse Türkiyeli devörimci, demokrat ve sosyalistler için en büyük yanılgı 1919-22 sürecini gerçekten de bir “ulusal kurtuluş savaşı” olarak görmeye devam etmeleridir. Türk sosyalist hareketi özellikle bu evreye “anti-emperyalist, anti-işgalci” bir nitelik atfetmekte; Kürt ulusal hareketleri ise Türklerin “yabancı istilasına karşı, bağımsızlık mücadelesinde” kendileriyle “omuz omuza savaşmakla” hatta devletin bu sayede “kurucu ögesi” olmakla övünmektedirler.
Halbuki Türk kurtuluş savaşı denen şey çok uluslu ve çok kültürlü bir toplumsal yapısı olan Osmanlı İmparatorluğu’nda Misak-i Milli diye kendine yapay bir vatan sınırı çizerek, bu alandaki bütün Rum, Ermeni, Asuri/Süryani gibi yerli Hıristiyan halkları sürgün ve soykırım yoluyla yok etmek; Kürtleri, Balkan ve Kafkas göçmeni Müslüman halkları ise asimile ederek Türklüğe kazandırma politikalarıyla hem Türk ulus inşası hem de Türk ulus devleti inşası’ndan başka bir şey değildir.
Avrupalı emperyalistlerin, Ekim devriminin yayılmasından duydukları korku, Kemalist iktidarın kendini kabul ettirmesini kolaylaştıran başlıca etken oldu. Kemalist hareket hiçbir emperyalist güçlü savaşmadı, sadece son derece zayıflamış olan Ermeni ve Elen direnişini bastırmaya çalıştı. İttihad-terakki’cilerin sürgün ve imha politikasının sonuçlarını tahkim etti, kalıcı avantajlara dönüştürdü.
Bunun anti-emperyalizm, bağımsızlık mücadelesi vb. olarak tanımlanması ve devletle beraber kutlamalara katılınması, övülmesi, yüceltilmesi gibi yanlışlardan vazgeçilmesi gerekir.