Benim doğup büyüdüğüm şehirde, Erzurum’da en büyük küfür “Ermeni oğlu Ermeni!” demekti ya da “Dığa!”
Öyle büyük bir nefretle edilirdi ki bu küfür, Ermeni derken, harflere öyle bir vurgu yapılırdı ki, dünyanın bütün kötülükleri, bütün günahları sanki bu kelimenin üzerine binerdi. Kimse bu küfre muhatap olmak istemezdi; bu küfrü yiyen kişi çıldırırdı, çünkü kötü kişi olmanın ondan ötesi yoktu…
“Dığa!” derken öyle bir küçümseme, öyle bir aşağılama yüklenirdi ki bu kelimeye, değersizliğin ve hiçliğin dibi olurdu bu!
“Gâvur oğlu gavuur!” da bir küfürdü ama aynı tonda bir nefret yüklü değildi; hatta yerine göre benimsenmese bile yine de bir tür gıpta edilen bir kötülük kastedilirdi.
Şehirdeki bu Ermeni düşmanlığı, toplumun sanki yeminli ortak paydası gibiydi. Sokakta, mahallede, çarşı-pazarda, esnaf arasında, okulda, her yerde. Hayatın her alanında, her anında kuvvetle hissederdiniz bu düşmanlığı.
Fakat evimizde böyle bir anti-Ermenilik hali yoktu. Hatta, küçük yaşta evlendirilip, 25 yıldır baba ocağına gitmemiş olan ve onun özlemini bize anılarını anlatarak aktaran rahmetli annem Ermenilerden güzel anılarla bahsederdi.
“Mutki’de Abutax mahallemizde Ermeni bir usta vardı” diye anlatırdı; “çok iyi bir usta, çok iyi bir marangozdu Artin usta. Bütün ahşap işlerimizi o yapardı.”
“Artin usta” ismi evde hep saygıyla anılırdı annem tarafından. Hatta Erzurum Yapı-Sanat Okulu’nun marangozluk bölümünde okuyan Erden abimin lakabı “Artin Usta!” olmuştu. Artin usta yukarı, Artin usta aşağı!
“Meydan nahiyesinde çok güzel Ermeni kızları bulunur” derdi “böyle yeşil gözlü, sarı saçlı falan…”
Bazı Ermenice deyimlerin geçtiğini de hatırlarım. “Ar çıka, namus çıka, ha dırçıka dırçıka!..” diye söylenirdi bazen.
“Anne, ne demek bu?” diye sorardım merakla.
“Yani ar yok haya yok, utanmadan çalıp oynasınlar, demek, Ermeniler söylerdi bunu…”
Babam da annem de Kürtçe bilir, anlar; hatta eve gelen Kürt komşu veya misafirlerle kısa sohbetler de yaparlardı ama ne evde kendi aralarında konuştukları ne de çocuklara öğrettikleri yoktu.
Erivan Radyosu
Evimizin değişmeyen ritüeli akşamları kısa dalga üzerinden yayın yapan Erivan Radyosu’nun Kürtçe yayınlarını dinlemekti. Saati gelince evdeki herkes, hatta bunu bekleyen kimi komşular da radyonun başındaki yerimizi alırdık. Rahmetli babam cızırtılarla bir o yana arayıp, sonunda o tiz ve yanık sesleriyle klamlar söylenen, govendler çalan dalgayı bulur ve sabitlerdi. Kulak kesilirdik hepimiz.
Annem klamları hep gözü yaşlı dinlerdi, diğer kadınlarla birlikte sessizce ağlaşırlardı. Garapetê Xaço’nun, Egidê Cimo’nun yanık sesi içleri dağlardı. Sonra govend havalarıyla biraz neşelenirdik, hava dağılırdı. O arada çaylar içiliyor olurdu. O yarım saatlik zaman sanki, kafdağının ardında, bilinmeyen ama çok güzel çok egzotik bir ülkeye yaptığımız kısa bir seyahat gibi gelirdi.
Erivan radyosunu dinlemek bir tiryakilik gibiydi. Bulduğum her fırsatta bu alışkanlığı sürdürmeye çalıştım. Çocukluğumun o güzel anlarını yeniden yaşattığı için özel bir yeni vardı bu dinlemelerin. Erzurum’da Diyarbakır’da çok net çeken bu dalga, İstanbul, Ankara gibi metropollerde bir türlü rahat çekmiyordu. Belki yayın yapan istasyonların yoğunluğundan veya diğerlerinin güçlü oluşundan. Ve tabi büyük şehrin koşturmacasından aylarca fırsat bulamadığımız da saymalı.
[2005 yılında Erivan’a gittiğimde yaptığım ilk iş Erivan Radyosunun Kürtçe yayınlar bölümünü ziyaret etmek oldu. Çocukluğumun Kürt müziği ve kültürüyle ilgili tek kaynağı olan bu mekanı ziyaret etmek beni sonsuz mutlu etti. Titale Kerem’le tanıştık, benimle küçük bir söyleşi yapıp hemen yayına verdi. Bunun tıpkı onlarca yıl önceki gibi köylerde, kimbilir hangi şehrin ve kasabanın evlerinde onu bekleyenlerin kulağına ulaşacağını bilmek ne hoş bir duygu. Radyo dalgalarının Ermenistanmış, Türkiyeymiş, Kürdistanmış…sınır tanımadan insanların kulağına yüreğine ulaşabilmesi ne güzel…]
Ermenilerle ilgili okulda öğrendiğimiz ise çok daha farklıydı. Onlar ülkemizi işgale gelen tıpkı Ruslar gibi yabancı ve acımasız bir topluluktu. Erzurumlular, bu işgalcilere karşı kahramanca direnerek şehrimizi kurtarmışlardı. Bu yüzden 12 Mart, “Erzurum’un Düşman İşgalinden Kurtuluş” günü diğer milli bayramlardan çok daha coşkulu ve özenle kutlanıyordu.
Halkevinde özel geceler, müsamereler yapılıyor, halk oyunları oynanıyor; şenlikler düzenleniyordu. Mart ayının ilk haftası okullarda 12 Mart kutlamalarının hazırlıkları ve heyecanıyla geçiyordu. Yeteneği olanlar bunu sergilemek için 12 Mart kutlamalarını iple çekiyordu. Erzurum’u “Ermenilerden kurtaran” ordunun başında bulunan komutan Kâzım Karabekir Paşa, bu nedenle Erzurum’da Atatürk’ten daha itibarlı, daha çok saygı gösterilen bir isimdi: “Hem de ne Müslüman adam!”
Böyle günlerde mahallemizde “gazi” denilen yaşlı amcalar, dedeler o zamanlar ne kadar Ermeni öldürdükleriyle; kaçının kafasını kulağını kestikleriyle övünürlerdi. Kahramanlıklarını böyle anlatırlardı.
Sonraki yıllarda bu insanların bir kısmı öldü. Ortadan kayboldu veya kalanların da kulaklarına bir şeyler fısıldandı ki bu öldürme övünmeleri çok fazla duyulmaz oldu. Fakat onun yerine resmi geçitlerde “Ermeni öldürme temsilleri” çoğaldı.
Ermenilerle ilgili çocukluğumda hatırladıklarımdan biri de, hemen her inşaat ve temel kazısı sırasında ortalığa kafatası ve kemiklerin saçılmasıydı. Bu sık sık tanık olduğumuz bir durumdu. Bizim oturduğumuz Ayaz Paşa Mahallesinde evimizin tam önünde “harabelik” dediğimiz ev yıkıntıları vardı. Orası biz mahalle çocuklarının oyun alanıydı. Koca taş yığınları nedeniyle tehlikeli fakat eğlenceli…
Geğl zaman git zaman harabelik, apartmanlar dikmek için temizlendi temel kazınmaya başlandı. Oradan da kafatasları ve bolca kemikler çıktı. Çıkan kafatasları ve kemikler tam evimizin önündeki sokağın kenarına dizilmişlerdi. Günlerce orada kaldı, her gün önünden geçip okula gidiyordum.
O zaman çok ayırdına varmamıştım ama sonradan düşündüğümde, bu insanların iskeletleri neden mezarlıklarda değil de evlerin içinden, bahçelerden, temellerden çıkıyordu sorusu geliyor aklıma. Bulanların da buna şaşırmaması, panik çıkmaması işin aslını bildiklerinden olsa gerekti.
Atatürk Lisesi’ne gittiğim yolun üzerinde “belalı” oluşuyla ünlü iki mahalle vardı: biri ÇIRÇIR diğeri GAVURBOĞAN!
“Gavurboğan” ismi hem saygı hem korku uyandırırdı. O mahallenin çocukları da belki bu ismin verdiği havayla, belki o mahalledeki ailelerin gerçek mazisiyle alakalı olarak daha pervasız, zorba ve haydut tavırlı oluyorlardı.
Evde “Anne neden bu mahallenin ismi Gavurboğan” diye sorduğumda, Erzurum’un işgali sırasında mahalledeki insanların Ermenileri elleriyle boğdukları için bu ismi aldıkları cevabını alırdım. Oradan her geçtiğimde bu evlerde yaşayan insanların Ermenileri nasıl boğmuş oldukları ister istemez zihnimde canlanıyor ve bir hof basıyordu üzerime.
İlkokuldayken namaz kılan, oruç tutan; yazları kuran kursuna giden, camilere gitmekten huzur duyan bir çocuktum. Fakat giderek hocaların anlattıklarıyla, okulda öğretmenlerden öğrendiklerimiz birbirleriyle çeliştiğinde, sorduğumuz soruların cevapları bana çok saçma gelmeye başladı. Cevap bile değildi söyledikleri; ezber ve dua…
Ses ve renklerin dünyası
Sonra kitapları ve kütüphaneyi keşfettim. Hem yeni dünyaların, yeni düşüncelerin kapılarını açıyordu; hem bir sürü yeni soru sormama ve makul cevaplar bulmama yardım ediyordu. Kafamdaki soruların cevaplarını ve belki de “gerçek cennetin” yolunu, daha çok okuyarak bulabileceğime karar verdim. İyi resim yapabildiğimi ve bunun kendimi ifade içın çok etkili olduğunu da bu dönemde keşfettim. Din defterini hemen kapattım; Tanrı’ya karşı bir süre ikircikli kalmıştım. Onunla da Engels’in “Doğanın Diyalektiği” kitabıyla tamamen vedalaştım…
Ortaokul yıllarında resim yapmanın yanı sıra klasik müzik dinlemeye merak sarmıştım. Öyle ki bu bir tutkuya dönüştü. Klasik müzik zevki Ortaokuldaki resim atelye hocamız rahmetli Fuat İĞDEBELİ tarafından da destekleniyordu. O sıra dışı bir öğretmendi ve sanırım o dönemde içinde sanat tutkusu olan pek çok öğrencinin yaşamına olumlu anlamda dokunmuş, onlardaki cevherin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Yalnız resim değil edebiyat dahil sanatın her dalı için geçerliydi bu… Örneğin şimdi ünlü bir edebiyat eleştirmeni olan lise-ortaokul arkadaşım Feridun Yazgan da bu atelyenin öğrencisiydi.
Fuat Hoca, Güzel Sanatlar Akademisi’ni Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun talebesi olarak bitirmiş, toplumsal gerçekçi sanatın temsilcisi bir öğretmendi.1952’de İstanbul’da Şefik Hüsnü’lerin, Zeki Baştımar’ların, Ruhi Su’ların Ulvi Uraz’ların da tutuklandığı 167 kişilik “Komünist tevkifatında” o da varmış ve Akademideki talebelerden biri olarak o da tutuklanmıştı. Kaderin bir cilvesi olsa gerek 1972’de Erzurum’da yayınlanan bildiri olayı ile ilgili davada Fuat Hoca ile bu kez, beraber tutuklandık, Diyarbakır Sıkıyönetim’e sevk edildik; dava arkadaşı, koğuş arkadaşı, komün arkadaşı olduk…
Onun için “sıra dışı diyorum, çünkü her okulda harala gürele geçen ve ders kaynatmanın öğrenci geleneği olduğu resim dersleri, onun sayesinde bütün eğitim hayatı boyunca görüp görebileceğimiz en CİDDİ ve en çok şey öğrendiğimiz DERS olmuştu.
Örneğin bir derste, “Çocuklar kağıtlarınızı, boyalarınızı çantanıza koyun, arkanıza yaslanın” derdi ve diksiyonu iyi olan bir arkadaşımıza Anton Çehov’dan bir hikaye okuturdu. Öyle ciddi ve disiplinliydi ki dinlememek kimin haddine! Sonraki haftadaki derste de “geçen hafta dinlediğiniz öyküden aklınızda ne kaldı, ne düşündürdü size, nasıl hayal ettiniz onun resmini çizin” derdi.
Bir başka derste Resim-İş atölyesinde Beethoven veya Mozart gibi ünlü bestecilerin eserlerini pikaptan dinletirdi. Sonraki ödevimiz o müziğin bizde bıraktığı izleri, çağrıştırdığı şeyleri resmetmekti. Böylece edebiyatın, müziğin, resmin, heykelin, fotoğrafı birbirinin içine geçtiği değişik sanatsal ifade biçimleriyle tanışıyor, birbirleriyle ilişkileri ve farklarını hissediyorduk.
Tabi herkesin bu sayede Çehov’u ya da Gogol’u sevdiğini, Beethoven ve Mozart dinlediğini sanmıyorum ama bu beni çok daha cezbeden bir durumdu. Resim mi, edebiyat mı, politika mı? Hepsi!..
Radyo dalgalarında gelen mesaj
Hemen her akşam saat 5’te Erzurum Radyosu’nda “Klasik Müzik Saati” yayınlanıyordu. Kaçırmadan onu dinliyordum. Bir yandan müzik dinlerken bir yandan da resim yapmak müthiş zevkliydi. Çok güzel yolculuklara çıkıyordum böylece. Bir gün yine böyle masanın başına oturmuş, bir yandan resim çalışıp, bir yandan da radyonun sesini -annemin hep zamanki yakınmalarına rağmen- biraz daha açıp klasik müzik dinliyordum ki, o gün çalan parçanın, daha önce dinlediklerimden çok daha farklı, beni sarıp sarmalayan, etkileyen bir melodisi olduğunu fark ettim.
Boyalar ve fırçaları bırakıp, belki dört kulakla dinledim bu müziği… Evet, bu klasik bir müzikti ama bizim ruhumuzu anlatıyordu sanki; onu yükseklere çıkarıyor ve yüceltiyordu. Benim duygularımı, coşkularımı ifade ettiğini sandım. Susuz bir insanın kana kana su içmesi gibi dinledim müziği. Acaba bu kimin eseriydi, adı neydi? Kâğıdımı kalemimi hazırlayıp programın sonunda verilecek bilgileri not etmeye odaklandım:
Spiker “Sayın dinleyiciler Aram HAÇADURYAN’ın GAYANE bale suitini dinlediniz…” dedi.
Aram Haçaturyan…
Adını o güne kadar hiç duymadığım, okul kitaplarında, ansiklopedilerde rastlamadığım bir isim. Ama o güne kadar dinlediğim de en müthiş eser… Hemen ismini defterime not ettim.
Ertesi gün okulda öğretmenimiz Fuat İğdebeli’nin yanına gittim heyecanla;
“-Hocam” dedim “…dün akşam çok güzel bir klasik müzik dinledim. Bestecinin adı Aram Haçaturyan… Tanıyor musunuz?”
Fuat Hoca’nın tipik bir saçlarını karıştırma ve yüzünü yoklama hareketi vardır. Çok ciddi bir şey söylemeden önce yapardı bu hareketini:
“Ooo!..” diye, başımı okşadı. “O Ermeni bir bestecidir Recep!” dedi “hem de aslen Erzurumludur!”
Bu söz; hani insanların hayatında çok nadir anlarda karşılaştığı bir durum olur ya, bir bilgi veya bir görüntü ile daha önceki duygu ve düşünce dünyanızdaki her şey birdenbire değişir ve bir “aydınlanma” anı yaşanır, bende öyle bir etki yarattı.
Okullarda öğretilen Resmi Türkiye tarihi de, genel geçer söylemler de tuzla buz oldu: Hani “Ermeniler – Erzurum’u işgale gelen emperyalistler”di… Dünyanın en büyük bestecilerinden biri bu toprakların insanı olur da nasıl tanımayız, bilmeyiz onu; neden okullarda tanıtılmaz?
Öğretilmiş cehalet bu ya o zamana kadar her 12 Mart Günü okullardaki resmi törenlerle lanetlediğimiz Ermenileri, Rusya’dan, Amerika’dan veya Avrupa’da ülkemizi işgale gelen emperyalist askerler olarak biliyordum. Ermeniler, Ruslar gibi yabancı bir ülkeden Erzurum’u işgale gelen işgalcilerse Haçaturyan nasıl Erzurumlu olur? Eğer Ermeniler kötü, yabancı işgalci iseler nasıl olur da bir Ermeni sanatçı bizi bu kadar iyi anlatan evrensel bir müzik bestelemiş olabilir? Eğer yabancıysa, düşmansa nasıl benim ruhuma bu kadar dokunan bir müzik yapabilir?
Haçaturyan’ın radyo dalgalarına yüklenip gelen müziği bu insanların yabancı bir halk olmadığını, onlarla çok derin duygusal bağlara sahip olduğumuzu hissettirmişti bana.
Gerçekte Ermeniler kimdi, onlara ne olmuştu; Haçaturyan neden kendi memleketinde değil de başka ülkelerde yetişmişti. Bunlar bize neden öğretilmiyor, saklanıyordu?
İşte Ermenilere sevgi, tutku, ilgi ve gerçekte ne olduğunu öğrenme merakı bu müziğin bana getirdiği seslerin peşine düşmemle başlamıştı.
Erzurum çarşı pazar
Ermenilerle ilgili o güne kadar sahip olduğum birbiriyle çelişkili ve bölük pörçük, birbirinden kopuk gibi görünen bilgiler, yer değiştirdi yeni anlamlara yeni sorulara büründü. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi.
Benim doğduğum kent, Erzurum’da oturduğumuz evin, su içtiğimiz çeşmenin, dolaplarımızın bile Ermeni ustaların işi olduğunu öğrendiğimde ne kadar da şaşırmıştım.
-Şimdi kurdun kuşun cirit attığı şu viran bahçeler Ermenilerinmiş… Üç yıl boyunca önünden kayıtsızca geçip okula gittiğim şu tahıl ambarının, Erzurum’un ünlü Ermeni kiliselerinden biri olduğunu nereden bilebilirdim. “Kilise Kapı” diye bir meydan vardı ama ne kilise kalmıştı orta yerde ne de kilisenin cemaati.
-Benim okuduğum Gazi Ahmet Muhtar Paşa Ortaokulunun –ki garip mimarisinden dolayı “Tabut!” derdik- hemen yanı başındaki Yapı-Sanat Lisesi, ki Kemalistlerin 23 Temmuz 1919’daki ünlü Erzurum Kongresi’ni orada toplandığı için adına “Kongre Binası” da deniyordu; meğerse çok ünlü bir Ermeni okulu imiş: Sanasaryan Mektebi… Bunu o zamanlar neden bilmiyorduk, neden öğretilmiyordu?
-Dahası hani şu şeytan ve düşman ilan edilen Taşnaksutyun Cemiyeti [Ermeni Devrimci Federasyonu] Kemalistlerden 5 yıl önce 1914’de son Kongrelerini Erzurum’da toplamamış mı? Hükümetteki İttihad-Terakki Partisi’nin temsilcileri de misafir olarak bu kongreye katılmamış mı? Bunlar kitaplarda neden yoktu?
– Osmanlı Başkentindeki Meclis-i Mebusan’da 15 Ermeni milletvekili bunuyordu. Erzurum’un 7 vekilinden ikisi Ermeni değil miydi? 1908 2. mecliste Karekin Pastırmacıyan ve Vartkes Serengülyan(Hovhannes); 1912’de Oseb Medetyan ve yine Vartkes Serengülyan… Erzurum’lu gençlerin bir zamanlar Ermeni vekilleri olduğundan neden haberleri yoktu?
-Osmanlı yönetimi 1878 Berlin Antlaşmasına göre 6 doğu vilayetinde Ermeniler için reform yapma sözü verip imzalamamış mıydı? 1914 yılında Şubat ayında bu reform anlaşmasının metni tamamlanıp Sadrazam Sait Halim Paşa ile Rusya adına Gulkeviç tarafından imzalanmamış mıydı? Bu reformun uygulanacağı başlıca vilayetlerden biri de Erzurum’du. Eğer devlet imzasına sadık kalıp da reformu uygulasaydı bundan Kürtler de yararlanacaktı. Osmanlıca/Türkçe’nin yanı sıra Ermenice ve Kürtçe de resmi dairelerde, mahkemelerde kullanılacak; Ermenice ve Kürtçe eğitim yapan okullar olacaktı. Ve biz şimdi yalnız Türkçe’yi değil Ermenice ve Kürtçeyi de biliyor olacaktık.
Devlet bunu uygulamak yerine Ermenileri zorla sürdü ve yok etti; Kürtleri de zorla Türkleştirmeye çalıştı. Sonuç ortada… Bu gerçekler neden resmi tarihten saklanmaktaydı, adı bile anılmamaktaydı.
-Doğup büyüdüğüm kente dair ancak çok sonradan öğrendiğim o kadar çok şey var ki insan ömrü boyunca nasıl bu kadar çok YALANLA büyütüldüğüne inanamıyor. İşte o çok sevip dinlediğimiz “Sarı Gelin”, çok bilinen bir Ermeni ezgisi değil miymiş?
Eğer Ermeniler işgalci, yabancı bir ulus ise nasıl olur tda “resmi işgal tarihinden” onlarca yıl önce aynı hamamlarda yıkanmış olabilirdik? “Yurdumuzun düşman işgalinden” mi kurtulduğu, yoksa bu topraklarda “işgalci” olarak mı oturduğumuz bende ters döndü birden bire. Evet, Ermenilerin bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan kadim bir ulus olduğunu, bunun bizlere hiç ama hiç anlatılmadan nasıl bir “Ermeni düşmanlığı” ile donatıldığımızı fark edince “resmi tarihin” bütün cilalı laflarının, müthiş bir yalan ve uydurma olduğunu anladım.
İçimi heyecanlı bir öfke ve kırgınlık kapladığını hatırlıyorum. Aşağı yukarı 14 yaşında olmalıyım. Anne ya da babası tarafından kendisine yalan söylenmiş, büyükleri veya arkadaşları tarafından aldatılmış olmanın psikolojisi gibi bir kırgınlıktı. Nasıl olurda bir devlet vatandaşlarına YALAN söyleyebilir, onları ALDATABİLBİLİR. Eğer Ermeniler konusunda söylenenler YALAN ise acaba diğer başka ne YALANLAR var? Bu yalanların nedeni ne… O günden sonra resmi tarih kitaplarında, devlet diliyle anlatılan hiç bir şeye asla inanmadım. Ve sonraki yıllarda Ermenilere gerçekte ne oldu sorusu kafamı hep meşgul etti.
Ve tabi Aram Haçaturyan’ın bu müziğini acaba bir daha nerede nasıl dinleyebilirdim. Hiçbir kitapta anlatılmıyordu, hiçbir plakçıda yoktu.
Politikanın farklı yolları…
1972 yılının Mayıs ayında, Deniz’lerin idamını protesto eden ve 12 Mart Cuntasını eleştiren bildiri olayından dolayı Ben, sınıf arkadaşım Mustafa Naci Saraçoğlu, Fuat Hoca (İğdebeli), yazılar yazdığım Devrim gazetesinin yazı işleri Müdürü Necati Aygın, teksir yaptığımız Atatürk Lisesi’nin malzeme sorumlusu Ömer İltaş ve Eğitim Enstitüsünde öğrenci Emin Özkan, toplam 6 kişi tutuklanıp Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı’na sevk edilmiştik.
6 ay sonra ilk duruşmada diğer sanıklar tahliye oldu, sadece ben kaldım. Bu sırada görüşlerine kendime en yakın bulduğum DDKO grubunun, Ocak Komünü’ne katıldım. Mümtaz Kotan, İbrahim Güçlü, Fikret Şahin, İsmail Beşikçi gibi isimler vardı o komünde. Varto’dan, Muş Lisesi’nden gelen öğretmenler, öğrenciler. Vd. Tarık Ziya Ekinci’lerin, Musa Anter’lerin, Canip Yıldırım, Naci Kutlay, İhsan Aksoy, Faruk Aras gibi isimlerin; kısa Kürt ulusal hareketi içinde o gün ve sonradan yer almış olan pek çok önemli şahsiyetin bulunduğu bir koğuştu bu…
27 Ocak 1973 günü, o güne kadar duyulmamış, görülmemiş, akla gelmeyen bir olay oldu…
Türkiye’nin ABD Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir bir suikastle öldürülmüşlerdi. Öldüren kişi 77 yaşında, Mıgırdıç Yanıkyan isimli ihtiyar bir Ermeni idi. Hemen yakalanmış ve sorgusunda Türkiye’nin katlettiği Ermenilerin öcünü olmak için bunu yaptığını söylemişti. Ve bir ayrıntı daha; Yanıkyan Erzurumluydu.
Erzurumlu olması benim de dahil olduğum sohbet ve yorumlara vesile oldu. Ermeni tanıdığım olup olmadığı falan soruldu. Lisedeki öğretmenlerimizden biri Deniz Gezmiş’in aslen Erzurum’un Gez köyünden olan bir Ermeni olduğunu söylemişti. [Gez köyünde halen harabe bir Ermeni kilisesi var] Fakat bunun herhangi bir bilgiye değil de hani ona karşı yönelebilecek sempatiyi engellemek ve küfür amaçlı söylemiş olduğunu sanıyorum…
Ermenilerin Osmanlı devleti tarafından zorla göç ettirildiklerini, bu sırada katliamlara uğratıldıklarını ilk bu konuşmalarla, tartışmalarla öğrenmiş oldum. Bazı arkadaşlar, kimi Kürt feodallerinin de bu katliamlara katıldığını söylerken; bazı arkadaşlar da Kürtlerin Ermenileri katliamlardan koruduklarını, onları sahiplendiklerini anlattı. O günkü yorumların ağırlığı, ailesini katliamda kaybetmiş yaşlı bir insanın bireysel intikam çabası biçimindeydi.
Fakat sonradan anlaşıldı ki bu, siyasal bir eylemdi; Ermeni davasını dünyaya hatırlatmak için açılmış yeni bir savaş biçimiydi. Bunun daha sonra Türk diplomatlarına karşı girişilecek suikast eylemlerinin işaret fişeği olacağı, tabiri caizse bunun bir “ilk kurşun” olduğu bilinmiyordu.
Diyarbakır’dan tahliye olduktan sonra 1974’de, İstanbul’a geldiğimde arkadaşım Mustafa Naci Saraçoğlu ile Taksim’de Ermenice kaset ve plak satan dükkanlara bakıp Haçaduryan’ı aramış, bulamamıştık. Başka plak ve kasetler almıştık. Ne acıdır ki bir zamanlar komşu olduğumuz, hemşeri olduğumuz bir halkın ezgilerini Erzurum’da değil İstanbul’da bulup dinleme şansım oluyordu.
Komal Yayınevinin kurulduğu 1975 yılında, ben de bu çalışmada yer almak için aileme tavır koyup Ankara’ya taşındım. Yarım kalen Lise öğrenimine de orada devam edecektim. Klasik müzik dinleme tutkum devam ediyordu. Zafer Çarşısında kitapçıları, plakçıları gezerken gözüm bir yandan hep o ismi arardı. Nihayet bir gün o mutlu gün geldi: eski 33’lük LP’ler de satan bir sahafda, plak destelerini karıştırırken, Rusça Kiril alfabesiyle yazılmış, ama İngilizce açıklamaları olduğu için de tanıyabildiğim kaydına rastladım. 5 yıl sonra nihayet aradığımı bulmuştum. Beni güzel ve şaşırtıcı bir sürpriz daha bekliyordu. Gayaneh bale suitinin LP’deki parçalardan birinin adı “Kurdish Sabre Dance” idi… Yani “Kürt kılıç dansı”… Bunu O gün hemen bir öğrenci için harcanması pek de tercih edilmeyecek bir fiyatla plağı satın alarak Komal’a geldim.. Hemen İsmail Beşikçi hocaya gösterip, LP’nin hikayesini ve sevincimi paylaşmaya çalıştım.
Gayaneh’i baştan sona bir kez daha dinlerken çok daha hayran oldum; Haçaturyan, Gayaneh eserinde Kürtler dâhil birlikte bölgede yaşayan bütün halklar için besteler yapmıştı. Kürt Kılıç dansı müziğinin o günlerde TRT TV’sinde sık sık reklamları çıkan Osmanlı Bankası’nın reklam müziği olarak kulanılmakta oluşu da ilginçti. O güne kadar hiçbir Ermeni müziği dinlememiş olmamıza çok hayıflandım; dinlediğimiz birçok ezginin aslında onlardan kaldığını hissedebiliyordum.
Sonraları Aram Haçaturyan ile ilgili çok bilgi edindim. Hemen bütün eserlerini dinledim, halen de zevkle dinliyorum. Erivan’a gittiğimde Opera binası önündeki heykeli önünde durur; Gomidas heykeli ile ikisinin arasındaki kafelerde oturup, kahvemi içerken onlar hakkında düşünürüm.
Ne var ki Haçaturyan’ın Erzurumlu olduğuna dair Fuat Hoca’nın bana verdiği bilgiyi doğrulayacak bir kaynak bulamadım. Doğum ve büyüme yeri olarak Tiflis gösteriliyor. Fuat Hoca vefat ettiği için bu bilginin kaynağı artık öğrenme şansım yok.
Ama geçtiğimiz yıllarda Sarkis Hatspanian’a bu anekdotu aktardığımda o da bunu ilk kez duyduğunu söyledi, “…ama” diye ekledi “Tiflis Ermenilerinin çoğu Erzurum’dan göç etmedir. Böyle bir şey olabilir.”
Duruş ve yüzleşme
Siyasette duruşumu belirleyen en önemli 3 olgudan biri 1915 soykırımıdır. Bunun coğrafyamızda yaşayan halkların kaderini nasıl biçimlendirdiğini; sonra gelişen pek çok şeyi bile nasıl kendi girdabına çektiğini kavramamdır.
Diğerlerinden biri Kürt ulusu ve Kürdistan’ın sömürge yapısı; Kürt halkının özgürlük ve kurtuluş mücadelesinin yalnız kendisini değil Ortadoğu’nun yapısını temelden değiştirebilecek devrimci-demokratik bir dinamik oluşundur.
En başta ikna olup katıldığım şey ise insanlar arasındaki sınıf farkları ve eşitsizliğin, her türlü zulüm ve adaletsizliğin kaynağının; sömürücü egemen sistemler olduğudur. Sosyalist siyasal mücadeleyi ise her türlü dogmatizm ve fanatizmden ayrık tutarak insanlığın bu cendereden nasıl çıkacağı, nasıl mücadele edileceğinin bir öğretisi olarak benimserim.
Bu üç ana kırılma noktası birbirinin karşısında değil, birbirini tamamlayan anlamlandıran şeylerdir benim için. Bu toplumda yaşayan herkesin eni sonu karşılaşacağı, eni sonu şöyle veya böyle tavır almak zorunda kalacağı, bu tavrına göre de niteleneceği nirengi noktalarıdır.
/Berlin, 22.04.2021/