bütün çırpınışlar, şu yalanı bir karış daha uzatmak için. şu yara biraz daha sızlasın diye, bu son vapur telaşı, bu itiş kakış.
birbirimizden oyduğumuz her göz, kendimizi biraz daha tüketmek için.
ben yoruldum.
saat yediden yoruldum. onbiri yirmişbeş geçmesinden yoruldum.
ayazda buz kesmiş, sönük bir sokak lambasından nedir ki farkı şu ruhsuz merhabaların; “sana da merhaba” demekten, kendinden razı bir merhabayı daha ziyan etmekten yoruldum.
bu merdivenleri dün de çıktım, varmıyor hiçbir yere. aynı koltuk bekliyor beni, aynı kahve, aynı gökyüzü, aynı kilise.. ve eren tekin’e yazılmamış bir mektup, aynı ağırlıktır göğsümün kafesi üstünde:
yamaca güleç bir merhaba gibi kondurulmuş, damı toprak, duvarı taştan bir evin bahçesinde, bir kavak bulsam sana benzeyen, boz gövdesine sırtımı yaslayıp, satırlarıma da yaprakların hışırtısıyla başlasam, rüzgar kırmadan varır mı sana ?
horhor’da, lambanın yassı aleviyle ürperen bir akşam, satırlarıma gazyağı kokusuyla başlasam, eğilmeyen başına da mahsus selam etsem, geçer mi duvarlardan ?
kırılmış bir cephenin yorgun neferlerine benziyor, parmaklardan göçen fesleğen kokusunun ardında bıraktığı harfler…
ne yazabilirsin ki onlarla..
desteden hançer çekmiş, dağından gitmeyen bir geyik eskisini mi,
müebbet bir orman yangınını mı,
yüreğini akıtmışların göğsündeki boşlukta çarpan karanlığı mı ?
bir fesleğenin sekeratından başka ne yazabilirsin ki onlarla ?
yusuf abi olsa, yazardı bir şeyler. hal der, hatır sorardı. bir gözü şehla, diğeri dönüp dönüp ardına bakan bir eski zaman sürgünü.
ah yusuf abi..
gerçek elmalar öldü. güneşe duran yanaklarında her kırmızı öldü.. tezgahların dışı pırıl pırıl, içleri çürük yalanlarını dilimliyoruz artık akşamları.
yenildik, yusuf abi, bütün bin yıllarda yenildik. daha bin yıl olursa, daha da yenileceğiz.
insan, en çok da düşmanına benzer; yıktığımız düzenin bir gün ikizi gibi kalarak yenileceğiz..
ve spartaküs, yusuf abi, gerildiği çarmıhtan indirilmeyecek hiç; onun ufka bakan gözlerine bakmaktan, kan sızlayan çivi yaralarından yoruldum.
senin dersim’e eskimeyen hasretinden de yoruldum, yusuf abi.
sevmiyorum artık trenleri. camlarına yazmayı da..
bir kadın vardı üçüncü katta, malatyalı. görsen, gömleği nasıl beyaz, topuklusu nasıl kırmızı. güzelce bir sokağın akşamüstünden küçük bir kız tutmuş içinde, onunla ip atlardı. hangi trene binsem, ceketini omuzuna asmış, raylarda yürüyen mutlu bir aylak gibi ıslık çalardı.
şimdi, yaşamak ile ölmek arasında yerini bulmamış bir taş, ağırlığıyla bir bir eziyor içimin istasyonlarını.
yoruldum.
gözüne esmerlik ilişince, beni süzmeye ayaklarımdan başlayan şu yaşlı, alman kadından da yoruldum.
ne ara yıkıldı dünya, yusuf abi, biz hangi oyunda çocuk kaldık ?
her kitapla biraz daha büyüdü mutsuzluğumuz. bilgisizliğimiz büyüdü.
ayaklarını topraktan hiç kesmeyen ve bir yana yıkıp başlarını, “cahil kaldık, beyim” diyenler geliyor aklıma:
onlar yanlış yere ev kondurmadılar, kışa inat gitmediler, terli ata su içirmediler, çınar gölgesinde oturmadılar; ekmeğe, hayvana ve toprağa hürmette kusur etmediler.
bilgelik nedir, yusuf abi ?
hatırı kırk yerinden kırılmış kahveden içenler, bir kahvenin kırk yıl hatırını bilene neyi öğretebilir ?
yoruldum, yusuf abi, yoruldum.
yarı beline kadar yosun bağlamış, sidik kokan o duvar diplerinde, herkesin kalmıştır ardında rujlu izmaritleri ve öteye beriye yapıştırılmış renk renk sakızları.
çok kirli bu şehir, yusuf abi, daha da yazmam duvarlara, mendil açtırmam yüreğime..