Kadranda hanidir zaman diye göz göze geldiğimiz, güneşi bulutların gerisinde kalmış bir günebakanın, kendine doğru eğilmiş boynudur; kirazlardan anlıyoruz mevsimi ve kararmaya sabırsız dutlardan.
belirsizlikte, kırık bir kaç kılıç gibi duruyoruz; üstümüz başımız yenilgi. yere sapladığı bakışına tutunmuş herkes, dönüp bir yana bakmak gelmiyor içinden kimsenin.
keşişin bahçesindeyiz. aslı ile kerem, sen ile kürdistan.
kendi hafızasına dayanabilen o kadim aynanın, taif’te taşa tutulmuş yaralı yüzü, hemen solumuzda kanıyor.
orada,
eski, kırık bir ağıt, aynı çiçeklenmeyi, aynı korkusuzlukla, bitmeyen bir kışta, uslanmayan, çıplak elleriyle yokluyor. yenik, kanlı ve paramparça dönen donmuş parmak uçları, bir daha deniyor, sonra bir daha ve bir daha…
ararat sağımızda, mor bir efkâr içinde, dumanlı.
öldürülmüş isyan önderlerinin, dönüp dönüp başkaldırı evveline göllenen kanlarını, belleklerde devindiren dilsiz bir yazıt.
esfehan’ın bin yıllık kederini, yüzü ararat’a dönük, kanı çekilmiş bir kayanın ciğerinde bütünleyip, oradan çıkartır gibi, “dağın derinliği !” diye haykırıyor ozan.
doğruysa,
yani yüksekliği kadar derinliği varsa bir dağın, bir dağ nasıl dayanır buna ?
medet !
doruğundaki erimeyen buzullar, eski bir yemine sadık, nöbeti bırakmayan bir avuç yaşlı muhafız gibi duruyor yaz ortasında.
aynada, zamana ve nesillere akseden sorular uğulduyor.
her soru sana sorulmuş gibi, ince bir çizgi olup, kesiyor kaşlarının arasını. kurşun işlemeyen bir sessizlik içinde, her yüzünü içine oyduğun o dağın dumanı, elemi ve uzaklığı gibi duruyorsun.
divanelik göçerse kerem’den, halep’te, aslı’nın küllerinin yanıbaşında, bir avuç külden başka nedir ki kerem… sır silinirse aynadan, bir cam parçası…
yaşamak için değilse kalbini göğsünün kafesinde taşımak, hangi sırın muhafazası için o mushaf ve nedir sayfalarda yazılı hakikat ?
deli bir merak, huzursuz bir kaplan gibi dönüyor içimizde.
kör bir tarihle, kalbini ikiye bölüyoruz kerem’in. kararmış kanların alaladığı çarmıhlarda, o anlaşılmayan feryatların şifresi çözülüyor:
yeri ve göğü, geçmişi ve geleceği, birbirine bakan iki ayna gibi düşleyebilen insan ancak, ikisi arasında el- evvel ve sonsuz kalabilir
ve insan,
kalbiyle yaşamaktan fazlasını yapabilir..
yüreğini, bir dağın derinliğindeki ateşlere bırakıp, yüksekliğindeki buzullara kanat çırpmak, delirten bir paradoks, kartal harcı aşktır ve de sana yakışır.
hakikat;
aynanın yaralı yüzünde belirmiş iki çıplak ayet ve gerilla lisanıyla bir yürüyüş komutudur o pir-i cengaverin ardısıra:
“kürdistan sömürgedir !”
“direnmek yaşatmaktır!”
işte
kemikten eti söküp alan zaman, söküp alamıyor kalbini onu attığın dağ derinliklerinden. orada, kafesine çıldıran bir kısrağın toynaklarıyla, her dağın göğsünü gem tutmaz bir gazapla içten dövüyor, dinle !
mavi göğüne uçmayı, paramparça göğsünle yonttuğun, maku’nun kınalı kayalıklarında, kalbin nasıl da gümbürdüyor, dinle !
şimdi gölgesiyle örtündüğün, doruğuna ayak değdirmemiş o kutb-ul cebel, şehadetine kitabedir senin:
“gelin, troyalı erkekler, kadınlar, gelin,
gelin, görün hektor’u, gelin,
sağken, savaştan dönerken o
nasıl sevinirdiniz nasıl, gelin hadi,
görün kentimizin ışığını,hektor’umuzu,
tekmil halkın ışığını gelin görün”
nehirleri akıntılarından kavrayıp, sana selam ederim. ve uçurum kenarı rüzgarları ve su gözelerini, mukaddes kürdistan’ın…