kalaşnikof kayışının izini çıplak omuzlarımda aradıklarında, annemin ellerini buldular: dipçik gölgesinde iki mor kekik kümesiydi. yazıyı o gün buldum, tarihim öyle başlar.
doğduğum yörede herkes babasının adıyla anılır. birinden söz edildiğinde, babasının adı söylenir, falancanın oğlu denir. beni annemin adıyla çağırırlardı: ehmé nazé. nazé‘nin ahmet‘i yani…
her defasında, ayaklarıma değecek kadar yaklaşıp, dibinden kırıntı toplayan güvercinlerin benden korkmayışlarının içimde yarattığı sevince benzer bir sevinç duyardım.
annem, şöyle el kadar, küçücük, kalbim boyunda bir kadındır, hep de boyundan uzun küfürler eder. bu yaz nürtingen’de, çarşamba pazarında gördüğüm bir çiçeğin tıpkısıydı: tacı küçücük, dönmüş güneşe, duruyordu öyle mor mor.
cevvaldi benim annem. dayımı saymazsak, annem kadar çalışkan kimse görmedim. mirgemir yaylasından qertalix’ın tekmil zozanlarına berivanlıkta bir eşi yoktur annemin.
her şeyi kendi yapardı. kurak bir yaz görse, yağmur için allah’ın yakasını çekiştirmezdi diğerleri gibi; korekan mıntıkası gözelerinin oluşturduğu, kenarları silme yaban nanesine kesmiş o küçük dereye, çakıl iriliğinde taşlar bırakır, yağmur ekerdi. annem, allah’a omuz verirdi.
kış oldu mu hasta düşerdi annem. babam onu erzurum’a götürürdü, elazığ’a, diyarbakır’a.. on gün, bazen iki hafta.. akşam olup dönmeyince, bilirdik annemi yatırdıklarını.
(iyileşsin diye doktor doktor gezdiren babam, bazen de annemi döverdi. bir defasında yatağa düştü annem. kaç hafta kaldı yatakta, bilmiyorum, sonra küçük küçük döndü dünyaya.
köy içine küçük küçük çıktı, insanlarla küçük küçük konuştu. başkasının ayıbı ikimizde leke kalmıştı sanki: ben ona nasılsın demeye utanıyordum, o bana, “ben iyiyim” demeye utanıyordu. susuyorduk.
bir yemek tarifinde yazıyordu, “gül yapraklarını dibeğe alın, onu iyice dövün.” yapmadım o yemeği; hiçbir şey için dövülmezdi gül yaprağı ve bir kadının gül yaprağından neydi ki farkı..
suya eğilmiş söğütten, yatağını incitmeyen bir nehirden, bir güzel toprak parçasından, haziran akşamından, kucak dolusu akan bir su gözesinden, bir çocuğun uykudan mutlu uyanışından neydi ki farkı bir annemin ve nasıl dövülürdü..
kurusaydı ya keşke kadına kalkan her erkek eli.. kurumuyordu ama…)
dünyaya açtığımız gözlerimizi ilk annemizin yollarına dikeriz. gece onu getirsin bekleriz; iki yıldız kalsa gökte bulutların örtemediği, ikisinden de onu bekleriz. gündüzden. yaklaşan her arabadan, her yol onu getirsin bekleriz..
ben kar tanelerinin düştüğü akşamüstlerinde beklerdim annemin hastane dönüşlerini.
çıkagelirdi babamın yanında. babamın, duruşma salonunun cilası sıyrılmış ahşap korkuluğuna benzerdi sesi, annemin ise, gözleri iki pare yazdı: bir pare yayla yolunu tutmuş mutluluğudu onun, diğeri; haziranda, köyün yılankavi yolunu tırmanan kırmızı bir minibüsün sabahki sevinci. benim annem ne kadar güzeldi..
dönüşü anneminki kadar güzel kimse görmedim dünyada. bir kere, portakal portakal kokardı, sonra mandalina. sonra kocaman, kırmızı bir elmanın, -tamamı da bana düşmez- yarısı kokardı. annem, çiçekli, yeşil kadife fistanıyla karlıova kışında, denize kıyısı olmayan bir güzel akdeniz şehri gibiydi ki, ki, ona ömrüm ölse az gelirdi.
bir gün trabzon’a geldi annem. hapistim ben. yol gelmişti bütün gece, yorgundu. önce onunla konuştuk epey. sonra babamla konuştuk bir müddet. dönüp anneme başını yaslamış cama başını, uyuyakalmış öylece.. o yıl yirmikisindeydim, yedi kapının ardındaydım. bana da annem söyledi, girerken saymış kapıları tek tek..
sonra umutluydum. yeni yeniydi bıyıklarım, tarak tutmayışına fena sıkılıyordum. bir kadından mektup bekliyordum; çok kötü şiirler yazıyordum; tütün sarmayı yeni öğreniyordum; deli gibi kitap okuyordum, yaza fesleğen büyütmeyi kuruyordum, kantara çekseler ne ederdi ömrüm, bilmiyorum, ama annemin başının altına koymak için, o gün bir yastığa değişmeye razıydım…
annem nasıl da güzel, hapis nasıl da kötüydü…
kırlangıçların da kahrını çekerdi annem, demezdi bir şey..