Mezarlık, köyün batısında, evlerin hemen bitiminde, bir tepeden çok, sırt üstü uzanmış irice bir insanın göbeğine benzeyen bir yükseklikte kuruluydu. Sonrasında Göynük çayı havzası genişler, havza Kurik köyüne kadar o genişlikte devam ederdi. Mezarlığın solundan Saxnis’e giden yol, Şerevdin dağlarının eteklerini Göynük havzasından ayırırdı. Sağ tarafta bir kaç küçük bahçe vardı. Yüzelli- ikiyüz metre sonrası Göynük çayıydı.
Mezarlık gün batımları, çocukluğumun uğrak yerlerinden biriydi. Bazen bir başıma giderdim, bazen başka çocuklar da olurdu. İnsanın bir canının olmasının, insanın bir canının olmasına ettiği; hatırlıyor olmanın, insan kalbine ettiği haksızlık, tepemde bulut gibi kararır, bir insanın alabileceğinden daha fazla hüzün dökerdi. Yanlış-doğru, gizli- açık, haklı-haksız bir şey vardı bulup yoluna koyamadığım ve bırakıp gidemediğim.
Her mezar bir diğerinin aynısıydı. İlk yapıldıklarında, mezardan çıkan toprakla bir kurgan gibi yükseltilen mezarlar, zamanla çökmüş, yerin seviyesine inmişlerdi. Üzelerinde yeşeren otlar her ayrıntıyı kapatmış, her birinden geriye, üzerine hiçbir şey yazılmamış, yere dikine saplanmış gibi duran, iki yontulmamış yassı taş kalmıştı.
Üç mezar vardı farklı duran. Bütün mezarlıkta her şeyi eşitleyen bir şey, o üç mezara sözünü geçirememişti sanki.
İlki Seyda Abdülhamit’in mezarıydı. Mezarlığın, köye bakan yüzünde, sol köşede, yola bitişik yapılmıştı. Etrafı taş duvarla dönülmüş, iki oda büyüklüğünde bir alanın sağ üst köşesinde, İslami teamüle uygun, sade bir mezardı.
Seyda Abdülhamit Bitlis’tendir. Oradan Hınıs’a gelirler. Babası ve her iki amcası alimdir. Bir amcası zındanda zehir verilip öldürülür. Diğer amcası idam edilir. Babası Hınıs’ta eceliyle ölür. Seyda oradan Karakoçan’a gelir. Bir müddet kaldıktan sonra Karakoçan’dan da ayrılır, Karlıova’nın Saxnis köyüne yerleşir. Saxnis’ten de bizim köye gelir.
Köylüler bir İslam aliminin gelişine derecesiz sevinirler. Ona köy merasından yer verip, ev yapmasına yardım ederler. Kendi evini medrese olarak kullanır, onlarca imam ve müftü yetiştirir. Verdiği fetvalar bugün bile esas alınır.
Gelini Hacı Nafiye’ye, “babam Abbasi (Muhammed’in amcası Abbas), annem de Ömeri’dir (halife Ömer) der. Bu, onun son sözleri olur. Yıl 1955’tir..
Ona dair anlatılan iki şeyden çok etkilenmiştim. İlki, onun yiğit duruşudur. Seyda bir gün Karlıova’ya gider. Karşılaştığı bir polis memuru ona sarığını indirmesini söyler. Türkçe, Farsça, Arapça ve Kürtçeyi ileri derecede bilen Seyda, polis memuruna Türkçe, “senden evvel Firavun, Nemrud ve Şeddad da sarığı indirelim istediler, ama indirmedik, bugün de indirmeyiz” der ve polisin yanından geçip gider.
Sarığı yeşildi. Torunlarından biri, o sarıktan tırnak büyüklüğünde bir parçayı teberik olarak ve parasına bereket katsın diye cüzdanına koymuştu, oradan görmüştüm.
İkinci sözü Alevilere dairdi. O güne kadar komşu Alevi köyünün koyunlarına gavur malı deyip el koyan köylülere , “onlar (Aleviler), savaş halinde olduğunuz kafir düşmanlarınız değil, komşularınızdır. Onlara ait tek bir çöp tanesi bile size haramdır” demiş ve o güne kadar Alevilere yapılan zulmün önüne geçmiştir.
Anısı bugün bile çok canlıdır. Bir çok sohbette adı geçer. Sanki şuraya bir yere gitmiş de, birazdan çıkıp gelecekmiş gibi.
Kimi köylüler onu mezarı için “Seyda’nın makberi” der; kimi köylüler de Seyda’dan Baba diye söz eder ve “Baba’nın makberi” tabirini kullanır. Kutsal sayarlar. Yeminler, “Seyda’nın makberi üzerine and olsun ki…” diye başlar.
Çevre köylerden, bazen çok daha uzak yerlerden Seyda’nın makberini ziyarete gelirlerdi. Şifa arayan hastalar, gelinlik kızlar, gördükleri rüyalardan sebep kaygıya düşenler, sınava girecek öğrenciler…
Seyda’nın mezar taşının üzerine konulmuş yüzlerce, bir elin yarısı büyüklükte yassı taş olurdu. Kimine ip bağlanmış, kimine bir şeyler çiziktirilmiş, kimisi de öylece konulmuş. Her taş, bir duanın, bir dileğin, bir adağın ağırlığını taşırdı.
Mezar taşını iki eliyle kavramış, “Ya Baba ! sen bizim adımıza Allah’a ricacı ol” diye yakaran bir kadını görmek kimseye ilginç gelmezdi. Yanlarında getirdikleri küçük çocuklara mezarın toprağından yedirenler; o topraktan birazını kendiyle beraber götürenler de öyle.
Onun hemen yanında gelini Cemile’nin mezarı vardır. Cemile öldüğünde baharmış, ben üç günlükmüşüm.
Seyda’nın büyük oğlu Mele Mihemed’in mezarı, kendisinin vasiyeti üzerine Seyda’nın ayakları altına gelecek şekilde yapılmış. Cemile onun eşiymiş. Mele’nin yanında da Seyda’nın küçük oğlu Şeyh Aziz’in mezarı vardı.
Babam, Seyda’yı da, ailesini de çok severdi. Allah yolunda salih bir kul olayım diye, Şeyh Aziz’i bana kirve olarak seçmişti.
Kasım ayının soğuk, yağmurlu bir akşamıydı. O aylarda köy çamur deryasına dönerdi. İki abim, ben ve kardeşim Nasır sünnet olacaktık. Babam iki koyun kesmiş, bütün köyü davet edip mevlit okutmuştu.
Ev hıncahınç insan doluydu. Sünnet için bizi odaya almadan evvel, ben belden aşağım çıplak, kaçtım. O sırada köyde olan, çamurda saplanıp kalmış bir kamyonun altında saklandım. Çok geçmeden babam beni buldu. Dizlerime kadar çamur içimdeydim. Ablam leğen getirip çamurlu ayaklarımı yıkadı. Sünnete benden başladılar.
Kendimi bildim bileli beni çok seven, ablamın kayınpederi Hacı Halef de oradaydı. Zazaydı. Köyümüze sonradan yerleşmiş, Kurmanciyi aksanlı konuşurdu. Sünnet edileceğim sırada o haykırdı: “ Liya Ehmo ! Ağladığını duyarsam, artık amcan değilim !” Ağlamadım. Hacı Halef’in kirvem olmayışına zaten çok üzülmüştüm, bir de ağabeyimin kirvesi ona onbin lira verip, Şeyh Aziz de bana beşbin lira verince, daha çok üzüldüm. Daha sonra, yani çok daha sonra, maddenin düşünceyi şekillendirdiği bir yolda, bütünüyle giyinik yürüyüp gidecektim.
Seyda’nın mezarından ayrılıp, gün batımına doğru on-onbeş adım gidince, dayım İbrahim’in mezarına varılır. Yolun hemen kenarındadır.
Dedem, Palu’nun Adrok köyündendir. Bizim köye sonradan yerleşmiş. Dört kızı, iki de oğlu varmış. Dayım İbrahim büyük oğluymuş dedemin.
Askerliği Kore savaşına denk gelir dayımın, dayım Kore’ye gider. Sağ salim de döner evine. Evlenir, bir kızı olur. Savaşa gitmeden evvel çobanlık yaparmış. Döndükten sonra çobanlığa devam etmiş yine.
Şerevdin dağları eteklerinin gelip Göynük havzasında biteceği yerde, bizim aileye ait küçük bir meşe korusu vardır. O korunun üst kısmında, bir gece sürüyü otlatırken, dayımın karşısına bozayı çıkar. Bir pençeyle dayımın göğüs kafesini içeriye çökertir. Dayım orada ölür.
Haberi alan köylüler oraya akın ederler. Babam da onlarla beraberdir. Henüz gençtir. Babam, “İbrahim’in öldüğü yerde siyah bir şerit gördüm. Karanlıktı, ne olduğunu tam seçemedim. İbrahim’in kefiyesidir dedim, almak için eğildim, elime ıslaklık geldi; kefiye sandığım şey İbrahim’in kanıymış.” Hikayenin burasında babam ağlardı.
Dayım öldükten kısa bir süre sonra kızı da ölür. Eşi babasının evine döner. Onu bir başkasıyla evlendirirler.. O adamdan bir oğlu olur. Çocuk daha bir yaşına gelmeden babası ölür. Kadın yine dul kalır. Bebeğini bırakmaya zorlarlar onu; başkasının oğlunu kimse büyütmek istemez çünkü. Peşinden bir başkasıyla evlendirilir.
Çoğu zaman kadının, biriyle sözünün kesildiğinden haberi bile olmazdı. Erkekler kendi aralarında konuşup kararlaştırırlardı. Kadına ne yapacağı söylenirdi, o kadar. Dul olduğundan, düğün gibi şeyler yapılmazdı; bohçasını toplar, bir kadın gelir, yanına düşer götürürdü. Orada imam nikahı kıyılır, başkasının karısı olarak hayata bir daha başlardı.
Yirmi altı yaşındaki oğlunu toprağa veren dedemin, normal bir mezara gönlü razı gelmez. Şerevdin dağlarının eteklerinde bir derede, yontması kolay, az bulunur bir taş vardır. Dedem o taşları bulur, atıyla taşıyıp getirir. Hepsini kendi elleriyle yontar. Dayıma, sandukaya benzeyen taştan bir mezar yapar. Başucu ve ayakucu taşları aynı büyüklükte ve aynı yükseklikteydi.
Çocukluğuma en çok dokunan mezardı dayımınki. Akşam çökünce her mezar kimsesiz kalırdı, ama benim dayımın hiç kimsesi yoktu. Anne babası ölmüştü. Küçücük kızı bile ölmüştü. Bayramlarda onun mezarı üzerinde çocuklara şeker dağıtan kimsesi yoktu. Ellerimi açıp dua ederdim. Ağlamak da isterdim, ama gözlerimden yaş gelmezdi. Halbuki o benim dayımdı, ağlamam gerekmez miydi… Ağlayamadığım için kendimi suçlu hissederdim. Üzülürdüm çok. Mezar taşından bir daha, bir daha öperdim.
Üçüncü mezar, mezarlığın ortasına denk gelen bir yerdeydi. Başucuna, insan formunda yontulmuş, başı, boynu ve omuzları belirgin, ama yüz hatları ve kolları olmayan bir taş konulmuştu. Taşın sırt tarafında, sol omuzda, daire içine alınmış, yıldıza benzer bir işaret vardı. Onun hizasında, eğri ve kötü bir şekilde yazılmış iki kelime, daha doğrusu iki ses: “IF , OF..”
Ucu önce yuvarlak, sonra da zikzaklı kesilmiş ayakucu taşı, bakar bakmaz bir ayak ve onun parmaklarını çağrıştırırdı. Başucu taşına göre daha küçük ve biraz daha düşüktü. Mezarın gövdesinde aynı ebatlarda, üstleri oval, alt ve kenarları düz kesilmiş, üç tane blok taş vardı.
İstanbul’da, kimi camilerin bahçelerinde, Osmanlı’dan kalma böyle mezar taşları görmüştüm.. Eski Türklerin mezar kültürünü; kurganlarını, balballarını içlerinden söküp atamamış Osmanlı Türkleri, bu geleneği yaşatırken, İslamın heykel yasağını çiğnememek için, insan silüetinde yontukları mezar taşlarına ayrıntı eklememişlerdir. Türk mezar kültürünü, İslamın mezar kültürüyle, taşlar üzerinde uzlaştırmak istemişler intibası edinirdi bakınca insan.
İslami kültürde tek bir esas vardır: Fanilik. Bir mezar dünyanın, dünyada olup bitenlerin ve insanın faniliğini anlatabilmeli. Hal böyleyken, Osmanlı Türklerinin yaptığı o şaşalı türbeler; ölünün, dünyadayken edip işlediği işlerden mevkisine, serpuşundan kavuğuna kadar getirip mezar taşına işlemiş olmaları, dünya hayatına, dünyada yapılmış işlerin önemine vurgudur. Bu sebeple, Osmanlı Türkleri kendilerini mezar kültüründe uzlaşmış saysalar da, aslında uzlaşamamış, İslamiyete aykırı düşmüşlerdir.
Çocukken, mezarlığın bu en güzel mezarının kime ait olduğu konusunda tahminler yürütürdük. Bir alimin mezarı mıydı ? Hayır, olamazdı; öyle olsa Seyda’nın mezarı gibi olurdu. Bu, daha büyük, peygamber gibi birinin mezarı olmalıydı.
Günaha gireriz korkusuyla saygıda kusur etmezdik; hem ayakucu taşını, hem de başucu taşını üç kere öper, alnımızı değdirirdik. Çok çok sonra onun Mehmudé Gulşé‘nin mezarı olduğunu öğrendim.
Mehmudé Gulşé (Gulşé‘nin oğlu Mahmut) doğduktan sonra babası ölür. Tek çocuktur. Annesi ona Kılo (sürmeli) der. Herkes o isimle çağırır. Gulşè, el üstünde büyütür oğlunu, ancak bir ana kuzusu yetiştirmez; bir cengavere davranır gibi davranır. Kurduğu komplimanlar hep bu yönlüdür. Mahmut’un kaderini belirleyen de bu olur.
Zaman gelir, zaman geçer, Mahmut yetişkin bir adam olur. İki kadını nikahına alır. Arkasızdır, ama ataktır, gözünü budaktan sakınmaz. Kimseye eyvallahı yoktur.
Ağleri beylerinin atlıları köye bir kaç kez destursuz girip çıkınca, Mahmut rahatsız olur. Bu rahatsızlığını, muhatapları işitsin diye uluorta söyler. Mahmut’un söyledikleri işitilir. Beyler bunu bir yere yazar, ama ses etmezler.
Kürtlerde bir adamı nasıl öldürdüğün önemlidir. Kişi mert midir namert midir, yiğit midir korkak mıdır, asil midir soysuz mudur, bir adamı nasıl öldürdüğünden de anlaşılır. Kürtler buna değer verir.
Ancak Göynük’ün Ağleri beyleri bu konuda Kürtlerden ayrışır. Sonuç odaklıdırlar. Onlar için önemli olan, kendileri ile amaçladıkları şey arasında duran engeli ortadan kaldırmaktır. Bunun nasıl, ne şekilde yapıldığı önemli değildir. Göynük köylerini boyunduruk altında tutmak için, cinayetler ile desteklenmiş kirli bir siyaset güderlerdi. Yöre halkı siyasetin böylesine her defasında şaşırmış, “yılanlık” diye tabir etmiştir.
Ağleri beylerinden Halit Bey bir gün köye misafir gelir. Hatırlı misafirleri ağırlamaya müsait konak, Said’in evidir. Said, Mahmut’un dayısıdır. Bir konuk geldiğinde onu ziyarete gitmek gelenektendir; Mahmut da gider. Halit Bey’e hoş geldin der. Az sonra Mahmut’un kuzeni Ali de gelir. Ali, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan çok saf, dindar biridir. Köylüler ona Ali Bey derler. Bu öylesine söylenmiş, lakap gibi bir şeydir.
Said, Halit Beyi sofraya buyur eder. Mahmut kendini ev ahalisinden saydığından buyrulmadan sofraya gider. Sonra dönüp Ali’ye, “Ali Bey, sofraya buyur” der. Mahmut’un Ali’ye, yani bir köylüye “Bey” demiş olmasını kendisine hakaret sayan Halit Bey, sofradan kalkar.
Ev sahibi Said çok güç bir durumda kalır. Bunun yalnızca bir lakap olduğunu, bütün köylülerin kullandığını yalvar yakar izah eder. Halit Bey razı gelmiş gibi yapıp, geri sofraya oturur. Sohbet kaldığı yerden daha da koyulaşarak devam eder. Ama Halit’tir, beydir, hesabı başka türlüdür. Evine döner dönmez talimatını verir: “Gulşé’nin oğlunu ortadan kaldırın !” der.
Silahşörleri Hüséné Cafir’dır (Cafer‘in oğlu Hüseyin). Etrafında ipten kazıktan kurtulmuş beş altı tane de başıbozuk vardır. Mahmut’u öldürmenin yollarını aramaya koyulur.
Kaç kez gece köye iner, Mahmut’un evine sızmaya çalışır, ancak ev muhkemdir, nüfuz edemez. Yine bir gece evin etrafını çetesiyle sarmış, Mahmut’u kollamaktadır. O sırada Mahmut’un ikinci karısı Esmer, ihtiyaç gidermek için dışarı çıkar. Hüseyin kadını kolundan tutar. Sakin ve yavaş bir sesle Mahmut’u öldüreceğini söyler. “Bugün değilse yarın, ama ille öldüreceğim. Eğer bana yardım edersen, o öldükten sonra seni kendime eş olarak alacağım” der. Esmer’in ağzından tek bir sözcük çıkar: “Söz mü ?” Hüseyin, “söz !” der.
Kaç silahı olduğunu, kaması olup olmadığını ve nerede uyuduğunu sorar. Esmer, “mavzerinden başka silahı yoktur, onu da yastığının altına koyar. Yatağı kapının hemen arkasındadır. Elini yastığın altına sok ve mavzeri tek çekişte almaya bak; uykusu hafiftir” der.
Esmer önde, hüseyin arkada içeri girerler. Hüseyin elini yastığın altına sokup, mavzeri çeker. O sırada Mahmut uyanır. Uyanır uyanmaz da mavzerin kayışına asılır. Çekiştirip dururlar silahı, derken kayış kopar. Mavzer Hüseyin’de, kayış Mahmut’un elinde kalır. Silahsız kalan Mahmut iç odaya kaçar. Kapıyı arkasından kapatır. Yüklüğün altındaki yünleri bir yana iter, orada saklanır.
Çetenin kalanı damın üstündedir. Çeteden Tırpancı Memed’i bacadan aşağı, Mahmut’un olduğu odaya salarlar. Ancak yükseklik düşündüklerinden daha fazladır, bırakıldığında Tırpancı Memed düşer. Düşer düşmez de Mahmut üstüne atılır. Memed bağırır, “yetişin !” Hüseyin odanın kapısını bir tekmeyle yıkar, Mahmut’un üstüne atılır. İki adam Mahmut’u zapt etmeyi başarırlar. Sonra Mahmut’un sırtını yüklüğe yaslayıp, onu orada öldürürler.
Esmer Hüseyin ile beraber evden çıkar. Hüseyin, “nereye ?” sorar. Esmer, “seninle geleceğim” der. O güne kadar mertçe bir iş, mertçe bir kelam ettiği görülmemiş olan Hüseyin, belki de hayatının ilk hak kelamını eder: “Yedi adam, günlerdir alt etmeye çalıştığımız, ama edemediğimiz bir yiğide bu ihaneti eden sen, bana neler yapmazsın ?” Onu orada bırakır, sonra alır çetesini gider..
Mahmut’un evinden gelen silah sesleri duyulur, ama kimse gitmez. Gün ağarınca, Ali bey Zülküf amcama gelir. Yalnız gitmek istemez, amcamı yanına alır. Amcam çocuk.
Mahmut’u, vurulduğu yerde bulurlar. Arbede sırasında devrilen kazandan dökülen süt kanla karışmış, Mahmut içinde upuzun yatmaktadır. Kendi soyunun son ferdidir. Soy orada, onun kurşunlanmış bedeninde söner.
Mezarlık gün batımına son gidişim 2012 yazıydı. Yorgunluktan canı çıkmış, uzun bir yaz günü, devrilmek üzereydi. Yanında durduğum mezar ise babamındı.
Onun mezarına dair anlatılacak pek bir şeyim yok. Bir yerlerde Hamza’nın (Muhammed’in amcası) Uhud meydanındaki mezarını görmüş. Görkemli bir adam için, çok gösterişsiz bir mezar.. Kendi mezarı da öyle gösterişsiz olsun istedi. Öyle de yapıldı.
Mezara konuşan insanlar vardır. Saatlerce anlatırlar. Ben hiç inanmam. Sizin acınızdan sebep yüzünü buruşturmayan bir toprağa; sizin ağrınızdan sebep eğilip bükülmeyen bir taşa ne anlatabilirsiniz ? Sustum ben de. Oturup babamın mezarından yükselen sessizliğe eşlik ettim. Sonra gün battı…
*
Not: Ağleri aşireti onbinlerce insandan oluşur. Şeyh Sait isyanının önderlerinden Cibranlı Halit Bey de bu aşirettendir. Özgürlük mücadelesine katkıları çok büyüktür. Bu uğurda çok da şehit vermişlerdir. Yazıda geçen Ağleri beyleri, Şeyh Sait isyanından sonra Göynük civarındaki köylerde yaşayıp, o köylülere zulmeden beyler ve onların hesabına çalışan eşkıyalardır. Ağleri aşireti ve bu aşirete mensup saygın insanlar yazıda anlatılanlardan münezzehtir.