Samsatlı Saatçi Sarkis: Lukacs beni dinlemedi

Yazarlar

Dört kişiydik; birimiz Ermeni, birimiz Kürt, birimiz Dürzî, birimiz Yahudi… Bu bir fıkra değil, gerçektir. Lübnan’ı seviyorduk. Havasını seviyorduk, toprağını seviyorduk, dağlarını, nehirlerini seviyorduk. Bütün kutsal kitapların kutsallığında birleştiği zeytin, nar ve inciri seviyorduk. Uzun boyluyduk, yakışıklıydık. Ama bizden istenen, kapılardan boynunuzu eğerek geçin idi. Fransız edebiyatını iyi biliyorduk. Varline ve Rimbaund’tan çocukluk arkadaşımız gibi söz ederdik; Baudelaire’in şiirlerini ezbere bilirdik: “Hem yarayım, hem bıçak” mısralarını bir ağızdan şarkı gibi söylerdik. Öyle bir yere gelmiştik ki bize bakan şunu düşünürdü, arkamızdan şunu söyleyen vardı: Bunlar bizi Fransızlaştırıyorlar… Oysa biz kendi dilimiz kadar başka dilleri ve kültürleri seviyorduk ve şiir dünyanın bütün dillerinde yazılan, söylenen bir şeydi. Kim hangi dille yazarsa, bu benim şiirimdi. Söylenen dedim, bunu kasıtlı söyledim; biz, cahiliye devri şairlerin, o sırf söylemek için yazılan şiirlerini de seviyorduk. Ayrıca Hayru’d-in ez- Zirikli’nin mitinglerde okunan ama şiir adına karşılığı olmayan şiirlerine de en az onlara ağlayan kimseler kadar içi yanan kimselerdik.

Bizim hiçbir kompleksimiz yoktu. Söz konusu dalgaların bile birbirini incitmediği Akdeniz olunca, bütün bildiklerimiz bir yanda kalırdı. Derdimiz Akdeniz’in şiiriydi ve biz bu şiirin bir mısrası olmak için neler yapmazdık ki…

Gece gündüz kitaplar okurduk. Şimdiki gençlerin kitap kurdu dedikleri Muhammed Kurd Eli liderimizdi. Sonraki yıllarda, onun için Suriye Edebiyatı’nın kurucusu diyeceklerdi. Eli, Kürtçe okurdu, Arapça okurdu, Ermenice okurdu, İbranice okurdu ve okuduğu her bir şiiri, Fransızcaya çevirirdi. Şekip Aslan, ondan eksik kalmazdı. İskenderiye nasıl ki Atina’ya rakip olarak Akdeniz havzasında gelişen bilim, kültür ve düşünce hareketlerinin merkezi haline gelmişse Şekip de aynı şeyleri Şam için düşünürdü; Dürzilerin ileri gelenlerindendi, en az bin yüz yıllık bir aile tarihi vardı ama derdi, şiirdi; Chateabriand’ın Atala’sına da âşıktı. Bu kitap elinden düşmezdi. En son kitabı bu çevirdi. Asil ve vahşi kavramlarını tartışıyordu bu kitap ve Şekip için asıl dert şu idi: İnsanı Allah besler, kul değil.

Şekip’le Eli bazen tartışırdı; konu, her zaman edebiyat değildi. Konu, Lazkiyeye kim daha önce geldiydi O zaman Batlamyus’un haritası açılır, İsa’dan önce ve sonraki tarihler gidip gelirdi.

Ben o zamanlar Tanrı meselesiyle uğraşıyordum, yılda bir kere, Samsat’tan buraya gelip ruhumun derinliklerini dinliyordum. Platon, beynimi çeliyordu, Tanrı yapan ve şekil verendir deyip tartışmayı başka bir yöne çekiyordum. Araya Aksel giriyordu, Plotin’den söz ediyordu, Tanrıyla ittihadadiye söze başlayınca ağzı açık dinliyorduk; vecd’den söz ediyordu, bir’in ilk ilkesinden. Ben, sudur diyordum, insan diyordum akledilir âlemden duyulur âleme intikal eder…” Böylece birlik sağlanıyordu. Bütün bu arkadaşlarımın annelerini ben annem kadar seviyordum. Onların anneleri de beni oğlu sayardı. Ayrıldığım zaman anneleri, anneme ipek gönderirdi; zeytin, sabun, yağ gönderirdi.

Dördümüzün kavga ettiği zamanlar çoktu. Mesela ilk sebep! Burada kitaplar çekilirdi, ben derdim Tanrı, tamlığın üstündedir. Aksel, “insan Tanrıyı dile getirmemeli” derdi, elini yüzüne götürür, nedenini açıklardı. Buna kimi mefhumlardan dolayı Şekip de katılırdı. Derdi, Tanrı’yı dile getirmek, değerini kaybettirir. Şekip iki de bir tamir ettiğim saatini yeleğinin cebinden çıkartır, bakar, sanki başka biriyle konuşur gibi yapar (bu onun bize etkileme biçimiydi) Tanrı’nın varlığı sebeplerin sebebidir derdi, eklerdi, ondan taşarak meydana gelen ilk varlık akıldır. Eli, konuşulanları yazardı, Abduh’la tartışmam gerek derdi. Bir Abduh efsanesi vardı: Paris’te Cemalettin Afgani’nin fikirleri etrafında bir dergi çıkartıyordu, sıkı bir Arap birliği peşindeydi. Derlerdi, Abduh’un tek fotoğrafı Türk şair Mehmet Akif Ersoy’un cebinde, cüzdanındadır. Ziya Gökalp ve Mehmet Emin Yurdakul, onun şakirtleridir.

Tartışmalarımızın bittiği tek yer Emevi Camisiydi. Burada üç tek tanrılı dinin ve kimi pagan dinlerin enerjileri vardı. Tanrıların kralı Jüpiter, buradaydı. Eli, bu camide namaz kılardı. Ben ve Aksel, Yahya’nın kesik başına dua ederdik; Şekip, Hüseyin’in kesilen başına ağlardı. Kesik başlar, kesilmiş başlarımızdı. Şiirimizin iğnesi bu kesik bedenleri ruhumuzun ipliğiyle bir kez daha diker, bir süre, bizimle konuşur, sonra yine tarihteki yerlerini alırlardı. Onları yekten diriltecek mısralarımız daha yoktu. Kalbimizde bir kurtarıcımız vardı. Kim bilir şimdi nerdeydi? Şimdi ve buradademek istiyorduk; şimdi, burada, birinin bizi görmesi bizi mutlu ediyordu: Şimdi, zamandı; burada, tarihti. İkisini bir arada kullanma cesaretimiz yoktu.

Tam bu arada, hayatımıza Aksel’in yakın arkadaşı György Lukacs girdi. Uzunca mektuplar yazıyordu, biz mektupları bir altın madeni kazar gibi kazıyor ama sonunu getiremiyorduk.

Bu adam beynimizi yedi, bitirdi, karıştırdı, şiirin de ne kadar ağır bir sorumluluk olduğunu anladık; şiir en büyük yasaydı, bunu biliyorduk ama Lukacs, hak ve yasalardan söz ediyordu, kafamız allak bulak oluyordu. Yasa ve hak ona göre biçimsel şeylerdi, hatta hukuku temsil eden kurumların içeriğinde hiçbir zaman nitelik yoktu, tersine kurumlar siyasi ve ekonomik bir nitelikteydi. Başka bir mektubunda bize tarihin bilgisinden söz ediyordu. Tehlikeli olan buydu. Burada kim kendi tarihinin bilgisini açığa kavuşturabilirdi. Göçebeler vardı, ama artık çadır değil, devlet peşindeydiler ve savaş, makinesiydiler. Sosyeteler çete, çeteler sosyeteydi, kim güçlüyse, ondan yanaydılar ve şiirlerimiz kimseyi ilgilendirmiyordu, karargâh kurmak tek sanattı. Biz bilimleri şiirle açıklıyorduk. Matematik en büyük şiirdi ve burada problem diye bir şey çıksa, biri engel diyordu; oysaproblem, engel değildi, engel diye ne varsa bunun çözümüydü. Baktım, olacağı yok, kalktım Lukacs’ın yanına gittim. Beni dinlemedi, dedi, “tarihin bilgisini edinmek için tarihin üstüne örtülmüş örtüyü ya da çekilmiş perdeyi kaldırmakla mülkündür. Yoksa! Tehdit etti: Karanlık. Kökü ağaçlardan gür Sarkis, tehdide boyun eğer miydi?

Sustum, aklımda örtü ya da perde, artık her ne ise parçalamak geçti. Terbiyemi bozmadım, usulca dedim, “Kendi kendinin varlığına direnen biriyim ben, kendini üretmek peşindeyim, hem de her gün yeniden üretmek, senin gerçeklik dediğin bu olsa gerek…”

Lukacs dinlemedi. Şeyleşmeden söz ettim, şey dedim birkaç kez. Yine dinlemedi. Toplum şeyleşti, ilişkiler maddeleşti, üretilen ürünler bile birer ilişkiye döndü, beteri bilinç şeyleşti…

Tam kalkacağım sıra, kapı çalındı, Benjamin geldi… Bir ölü gibi konuşuyordu, öteki tarafa gidip gelen birisinin ses tonunu ve yüzünü taşıyordu. O da birini bekliyordu, hiç gelmeyecek birini bekleyenin bilinci vardı ruhunda. Sinbad’ın halısını bulsak, uçup gidecektik. Mecburen, burada ve şimdi üzerinden tarihi konuşmaya devam ettik. Acı, ilk kahveden sonra dile geldi, biliyorduk; tarih, gerçek değildir, bir inşa faaliyetidir; birileri bir mabede gider, birileri camiye gider, bir kiliseye gider, burada bir ibadet yoktur, bir inşa vardır. Neyse ki adını anlamaya bile imtina ettiğimiz Tanrı her şeyi görüyordu. Benjamin beni anlıyordu, “yapı” diyordu şimdi denilen zamanı doldurduğu zamanda yükselir.” Teoloji mi, araçtır hep; ezilenlerin kefareti mi, devrim ya da Mesih’tir, zaman mı, evet zamanı, zaman, ne zaman, zaman, şimdi. O gece telef kuşuyla İK’ya bir mektup yolladım, “önerdiğin on kitaba, birini daha ekle” dedim, kitabın adı Gösteri Toplumu’ydu. Derdim şuydu, mürekkep yalamış insanların, mürekkebin ne olduğunu bilmeleri gerekti. Farabi ve Gazali’nin borcunu ödemek bana düşmüştü…

Şam’a döndüm. Şam, içimizde mahalle ve kimi sokaklarla bizi birbirinden ayırt etse de bizi yalnız kitaplar, şiirler ve herkesin kendi sesini duyduğu mabetler değildi;  bir de dağlar vardı. Derlerdi, dağlar, kanatlı insanlardır, nerede ve ne zaman bir yerde zulüm olsa, oraya giderler. Her halkın burada bir dağı vardı. Dağ olmasa zaten şehir susuzluktan kırılırdı. Bir şehir ne zaman dağa sırtını döner, hayvanını keser, evcilleştirirse, ne zaman bitkisinin yaban kokusuna zehir karıştırır, ne zaman havasını evlerle, kötü dumanlarla engellerse, o zaman şehir, şehir olmaktan çıkar, hapishaneye döner; biri diğerini hapseder, biri haklı, diğeri suçtur, suçludur…

Biz, Kasiyun Dağı’na bakardık. Bu dağa yüzyıllardır kardeşkanı denilirdi. Kabil, burada kardeşini öldür. Ebedi katil ve ebedi kurban burada başla. Ancak katil burada kalmadı, kardeşinin kanını yerde bırakma, onu yerlerde sürükledi, taşlarda hala kan izleri vardır, dahası, onca yağmura rağmen, kan kokusu gitmedi. Pop star tarihçimiz İlber Ortaylı’ya göre kardeş kanını dökme meselesine bizim psikolojimiz yetmezdi. Psikoloji ne işe yarar? Bir genç ve daha sonra gençler, çocuklar öldürülüyor ve açıkça, tasvip edilen, önerilen bir arzu nesnesi olarak insan var; erkeğin erkeği öldürmesi var, erkeğin güzel olanı kendine hak görmesi var ve erkek, güçtür, erktir; bunu anlamıyoruz demek kanı sürdür mü demek? Dahası kıskançlık, haset nasıl olur da psikolojinin alanına girmez? Anlamıyoruz diyerek halkı ekranda uyuyan Pelin Batu’ya çevirdiler. Onca akıllı kadın, bu anlamayanlarla ne yapabilirdi, hiç.

Ama iyi şeyler de vardır bu dağda, buradaki bir mağarada yetmiş kişinin sığındığı ve bir ekmeği pay ettikleri anlatılır. Ekmeği pay etmek çok güzeldir. Pay etmeyi maalesef bizim siyasiler ve profesörler pek bilmezler: Bir nakaratları vardır: Hep bana, rabbena.

İşte ben tam bunları düşünürken Kurd Eli devreye girdi. Mevlana Halid’in bir şiirini okudu, özellikle Sen’in hürmetine sudan inci, taştan cevher, dikenden de gül geliyor”deyince içime, içimize bir serinlik geldi. Hele şu mısraı muska gibi taşısak yeridir: Suyla olmayan işler, hâsıl olur o topraktan.

Neydi ki bir ülke?  

Herkesin bir dağı vardır Kürt Dağı yüzyıllarca kutsal olanla doyurdu insanı: Üç kitapta zeytin kutsaldır. Kürt dağı zeytin demektir, incir demektir, nar demektir Zeytinin yaprağına bile zarar gelse, denilir, melekler incinir. İnciri incitmemek gerek, içindeki her tane insanlığı tespih eder.

Ben en çok Cebel-i Semaan Dağı’nı severdim; dağda, canlı cansız her tür canlıya ilk vaizler burada verildi, her mağarasının duvarlarında İncil’in kokusu gelir; çarmıha gerilmiş oğullar, kaybolmuşlar burada yolunu bulur. Aksel, Hermon Dağı’nı severdi; burası su demektir. Sırf bu yüzden, göz denilmesi belki bundandı. Bu dağa ve bu dağda yakılan ilahiler güzeldir; bir mezmurda “Hermon ve Misar dağlarında çağlayanların gümbürdeyince/ Enginler birbirine sesleniyor, bütün dalgaların, sellerin üzerinden geçiyor…” Bilinir ve bu ada yine başka bir mezmurda Hermon Dağı’na yağan çiyin, rabbin bereketi ve sonsuz yaşamı buyurduğu dile getirilir.

Şekip, Dürzi Dağı’nı severdi, sonra bu dağın adı değiştirildi: Arapların Dağı denildi ama salt denildi diye o dağ yeni bir isim alamazdı? Orada bir hikâyen olmalıydı…

Ayrılıp Samsat’a döneceğim sıra Aksel, Lukacs’a birlikte mektup yazalım dedi. Olur dedim, şunu yazdım: “Lukacs, beni dinlemedin, ama şunu bil, düşüncenin ancak kendi ürettiği şeyi kavrayabileceği anlamındaki şu görkemli ilke, dünyayı kendi kendine üretmiş bir bütün olarak görme çabası içinde ve eninde sonunda, verilen dünyanın, yani kendinden şeyin aşılmaz duvarına gelip çarpacaktır. Eğer sen bütünü kavramayacaksan, hiç değilse içerilere, içeriğe doğru yönel.”  

 

/Bu yazı ilke.tv’den alinmistir/

İlginizi Çekebilir

Hırvatistan’da cumhurbaşkanı seçimi az farkla ikinci tura kaldı
İzmir Barosu Başkanı ve genel sekreterini tehdit eden Türker Eriş tutuklandı

Öne Çıkanlar